Duran Kalkan
11 Eylül tarihi, El-Kaide’nin İkiz Kule saldırısının 20’nci yıldönümü, 12 Eylül ise Türkiye’deki faşist-askeri darbenin 41’inci yıldönümü oluyor. Darbe ve darbeye karşı mücadelenin 42’nci yılına giriyoruz. Aynı zamanda Hareketimizin geçen yıl başlattığı ‘İşgale, Tecride, Faşizme Son; Özgürlüğü Sağlama Zamanı’ Hamlesinin de birinci yıldönümü yaşanıyor. Hamlenin birinci yıldönümü dolayısıyla 11 Eylül’de, özellikle Avrupa’nın tüm kentlerinde kapsamlı kitle eylemleri oldu, yürüyüşler yapıldı. Yine gençlik uzun yürüyüşü yapıldı. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığının yıldönümüne ilişkin yazılı açıklaması gerçekleşti. İkinci hamle yılının temel görevleri, sorumlulukları ortaya konup hamleyi sürdürme çağrısı yapıldı. Yine Zindan Komitesi, zindanlardaki yoldaşlara dönük açlık grevi eylemlerini sonlandırma çağrısı yaptı.
Zindanlar zaten ağır baskı ve işkence uygulamaları altında. Dolayısıyla o ortamlarda yaşamın her an’ı büyük bir direniştir. Orada devrimci ve yurtseverler olarak faşist-soykırımcı saldırganlık karşısında sağlam duran bir yaşamı sürdürmek bile Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen direniş hamlesine yeterince destek vermeyi ifade ediyor. Bu temelde, daha fazla zorlayıcı ve yıpratıcı olan açlık grevi gibi eylemlerin sürdürülmesine gerek olmadığı belirtiliyor.
41 yıldır 12 Eylül faşist askeri darbesine karşı mücadele veriyoruz
Zaten baştan da böyle bir eylemliliğin geliştirilmesine dair bir tereddüt vardı. Çünkü; 2019’daki hamle büyük ölçüde açlık grevleri temelinde, zindanlardaki devrimciler tarafından yürütüldü. Sonuca da götürüldü. Başarılı sonuç elde edilmişti. Dolayısıyla yeniden başlatılan bir devrimci direnişin zindanlardaki tutsakların omuzunda kalması elbette doğru da, gerekli de değildi.
Tabii böyle topyekûn bir direniş yürütülürken, onun dışında kalmayı, ona aktif katılmamayı zindanlardaki devrimciler kabul etmediler, uygun görmediler. Çünkü; 41 yıldır her zaman 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı özgürlük ve demokrasi direnişine öncülük ettiler, içinde yer aldılar. Direnişin pasif gücü değil, hep aktif gücü oldular. Böylesi bir hamleye de kendileri aktif bir şekilde katılmak istediler. Şimdi Hareketimiz açlık grevinin sona erdirilmesi çağrısı yaptı. Mesajımız yerine ulaştı ve söz konusu açlık grevi eylemi sona erdi.
Hareket ve halk olarak son özgürlük direnişimiz esas olarak 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı mücadeleyle geçti. Önderliksel çıkış ve devrimci bir özgürlük partisi olarak PKK’nin doğuşu, inkârcı ve imhacı TC rejimini 12 Eylül faşist-askeri darbesine götürdü. Kürt düşmanlığı ve soykırımcılığı kendini Önderlik ve PKK karşısında faşist-askeri bir diktatörlük olarak sürdürmek ve bu şekilde ayakta tutmak durumunda kaldı. Bu temelde de esas direnişimiz, 41 yıldır 12 Eylül faşist-askeri darbesinde somutlaşan Kürt düşmanı, inkârcı ve imhacı faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetine karşı mücadeleyle geçti.
Artık iki kutuplu dünya veya soğuk savaş yok!
Şimdi böyle bir mücadele sürecinin yeni bir yıldönümüne giriyoruz. Bu 41 yılın, tarihin en yoğun, en ağır, en şiddetli mücadele süreçlerinden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Soykırımcı ve faşist temellerde şekillenmiş olan TC devleti, ülkesi ve toplumuyla tüm imkânlarını bu 41 yıl içerisinde PKK’yi imha etmek, onun şahsında Kürt soykırımını gerçekleştirmek, Türkiye’de kalıcı bir faşist diktatörlük şekillendirmek için harcadı. Buna karşı da Kürt halkı ve dostları PKK öncülüğünde, merkezinde gerilla direnişi olan 41 yıllık kesintisiz bir özgürlük savaşı yürüttü. Oldukça zor koşullarda geçen, fazla imkâna dayanmayan, dolayısıyla ağır bedeller ödenerek yürütülen bir mücadeleydi. Esas olarak bu temelde Kürdistan’da 12 Eylül faşist-askeri darbesine karşı direniş gerçekleşti. Mazlumlar, Hayriler, Kemaller, Ferhatlar, Saralar öncülüğünde gerçekleşen Büyük Zindan Direnişiyle bu büyük mücadele yürütüldü. 41 yıldır Kürt düşmanı faşist-askeri diktatörlüğe Egîdler ve Zîlanlar komutasında yürütülen gerilla savaşıyla tarihinin en ağır darbesi vuruldu. Onu, amaçlarını başaramaz, yıkılıp gitmekten başka şansı olmayan bir duruma soktu.
Bu temelde, 12 Eylül faşist-askeri rejimine karşı zindan ve dağlarda direnmiş, savaşmış, şehit düşmüş tüm devrimci ve yurtseverleri saygı ve minnetle anıyoruz. Söz konusu direniş çizgisinin günümüzde parti ve gerilla öncülüğünde, kadın ve gençlik mücadelesi öncülüğünde daha sağlam, daha derin, daha kapsamlı olarak dört parça Kürdistan’da ve yurtdışında sürdürüldüğünü ve mutlaka zafer kazanacağını bu yıldönümü vesilesiyle bir kez daha ifade etmek istiyoruz.
Şimdi 12 Eylül darbesinin de içinde olduğu, yine 11 Eylül 2001 olayının yaşandığı sürecin temelinde aslında 20’nci yüzyıl sistemi var. Bu sistem, bir yanıyla Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçları temelinde oluşmuştu. Diğer yanıyla da 1917’de gerçekleşen Rus-Ekim Devrimi ve onun şekillendirdiği Sovyetler Birliği’ne dayalı oluşmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı hegemonik sistem kendisini Almanya örneğinde olduğu gibi faşist diktatörlüğe götürdü. Birinci Dünya Savaşı’nı yaratan Alman-İngiliz hegemonik çekişmesi Hitler faşizmiyle birlikte İkinci Dünya Savaşı’nı hazırladı.
Fakat bu sefer söz konusu çatışmalı dünyanın bir tarafı Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği’ydi. İkinci Dünya Savaşı denen o büyük çatışmada Almanya, Alman yönetimi olan Hitler faşizmi şahsında bir kez daha yenildi, karşıtları kazandılar. Özellikle ABD-İngiliz-Sovyet ittifakı Hitler faşizmini yenmeyi başardı. Bu çerçevede insanlık yeni bir yaşama, yeni bir demokratik sisteme kavuşacağı umudunu yaşarken gelişmeler bunun tersi oldu. NATO ve Varşova Paktları temelinde ABD-Sovyet bloklaşması denen süreç ortaya çıktı. Dünya siyaseti ve askeri yapılanması iki kutba ayrılarak ağır bir çatışma süreci içerisine girdiler. Savaşsız, sorunların demokratik yöntemlerle çözüldüğü bir yaşamı bekleyen insanlar, tam tersine iki kutuplu dünyanın çok gergin, çatışmalı, baskı ve sömürüyü en ileri düzeyde geliştiren, dünyayı yeni bir kriz-kaos içine sokan gelişmeleriyle karşılaştılar.
Aslında böyle tarihi günler olarak üzerinde durduğumuz olaylar biraz da o çatışmanın sonuçları olarak ortaya çıktı. Tarihsel olarak bunları biliyoruz. Sovyet bloğuna karşı NATO’yu örgütleyip geliştirme çerçevesinde ABD’nin kullandığı etkili yöntemlerden biri, Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere açılımını engellemek, onun için de ‘Yeşil Kuşak’ adındaki bir projeyle güneyden kuşatmaktı. Bu kuşatmayı NATO üyesi olan Türkiye öncülüğünde İran-Afganistan-Pakistan ittifakıyla gerçekleştirmeye ve sürdürmeye çalıştı. Bu politika ’60’lı, ’70’li yıllarda etkili de oldu. Sovyetler Birliği’ni kuşatmaya aldı, daralttı. Dolayısıyla içteki çelişkilerinin artmasına yol açtı.
Sonuçta 1979 Şubat’ında bu projenin İran’dan kırıldığını, İran Şahlığı’nın yıkılışıyla işlemez hale geldiğini biliyoruz. Buna dayanarak Sovyetler Birliği aynı yılın Kasım ayında Afganistan’da da bir tür darbe yaparak yönetim değişikliğini gerçekleştirip kendi çizgisinde bir yönetimi iş başına getirmeyi başardı ve böylece ‘Yeşil Kuşak’ projesini işlemez kıldı, parçaladı. Fakat İran’da Şahlık rejimi gibi kendisini kuşatan bir yeni yönetim ortaya çıkmamış olsa da Afganistan’da denetim sağlamak, istikrar oluşturmak Sovyet desteğindeki Afgan hükümeti tarafından sağlanamadı. Sovyetler Birliği ne kadar destek verdiyse de bir istikrar yaratamadı.
Sovyetlerin Babrak Karmal liderliğinde gerçekleştirdikleri darbeye karşı ABD de İslami akımları çok daha fazla destekleyerek harekete geçirdi. Ortadoğu’daki hemen hemen bütün İslami akımlara daha fazla destek verdi. Müslüman Kardeşleri (İhvan-ı Müslimin) ve diğer daha radikal akımları destekledi. Ortadoğu’da Hafız Esat yönetimi başta olmak üzere hem Sovyetler Birliği yanlısı güçleri zorlamak hem de Afganistan’daki Sovyet varlığına karşı daha etkili bir savaş yürütebilmek için destek verdi. Taliban, El-Kaide benzeri İslami hareketler böyle bir süreçte ve ABD desteğiyle ortaya çıktılar. Afganistan daha ağır çatışmalı bir ülke haline geldi.
Zaten burası Asya’nın ortasında olan, tarihsel olarak da çok denetim sağlanamamış, iktidarcı-devletçi güçler tarafından egemenlik altına alınamamış, her zaman çelişki ve çatışmalara sahne olmuş bir alandır. İktidar ve devlet sisteminin en etkili geliştiği sahaların merkezindeydi. Dolayısıyla sistem içi bütün çıkar çelişki ve çatışmaları burada kendisini en derin bir biçimde hissettiriyordu. Bu süreçte de gelişmeler bu çerçevede oldu.
Afganistan’daki yenilgi Sovyetler Birliği’nin yenilgi sürecine dönüştü
Sovyetler Birliği de 10 yıl tüm gücünü harcamasına rağmen Afganistan’da denetim kuramadı. Tersine şimdi ABD’nin 20 yıldır yaratmaya, oluşturmaya çalıştığı, beslediği yönetimin Afganistan’ı bırakıp kaçması gibi Sovyetler Birliği’nin 10 yıl boyunca destek verdiği hükümet de sonunda 1989’da ülkeyi bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Böylece Afganistan yeniden İslami hareketlerin eline geçti. Onlar içerisinde hızla gelişen, güçlenen, ABD desteğine de sahip olan Taliban hareketi Pakistan’dan aldığı güçle giderek ülkede egemenliğini sağladı. Fakat bundan öteye Afganistan’daki yenilgi süreci derinleşerek Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecine dönüştü. 1989 Sovyetler Birliği açısından da tarihi bir dönemeçtir. Aslında sonrasında sistemin çöküşünü oluşturan yıkım orada başladı. Afganistan yönetimi yıkıldı, Afganistan’da Sovyetler Birliği bir yönetim tutturamadı. Ciddi bir yenilgi yaşadı. Ama aynı zamanda kendisi de yıkıldı. Sovyet sistemi çöktü. Kuşkusuz bu çöküşü sağlayan tek ve en temel neden Afganistan yenilgisi olarak görülemez. Fakat Afganistan’daki 10 yıllık çatışmalı durumun ve 10 yıl sonra yaşanan yenilginin de bunda önemli bir etken olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bunları niye bugün, 11 Eylül ve 12 Eylül olaylarının yıldönümünde gündeme getirmek durumunda kalıyoruz? Çünkü; Üçüncü Dünya Savaşı olarak ifade edilen süreç böyle başladı. Afganistan yenilgisi ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü, 2 Ağustos 1990 Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgali, Körfez krizi ve savaşı denen olaylar Üçüncü Dünya Savaşı denen süreci başlattı.
Aynı zamanda 1979 Şubat’ında Şahlığın yıkılıp İran’da bir devrimin gerçekleşmesi, 1979’un sonunda Afganistan’da bir darbenin olması, ardından 1980 12 Eylül’ünde de Türkiye’de askeri darbenin olmasına yol açtı. Bu, 8 yıl süren İran-Irak Savaşını gündeme getirdi. ABD, şahlığın yıkılışı ve Afganistan’daki Sovyet darbesine karşı İslami akımları daha çok destekledi. Bir yandan bu güçleri Afganistan’daki darbeci yönetime karşı mücadeleye sevk etti, diğer yandan Türkiye’de 12 Eylül faşist-askeri darbesini gerçekleştirerek Türkiye’yi bölge düzeyinde daha ileri bir karakol haline getirdi. 12 Eylül darbesi temelinde Türkiye’de faşist-askeri bir İslami diktatörlüğü kurarak Ortadoğu’ya model oluşturmayı öngördü. Yani İran ve Afganistan’daki Sovyet yanlısı gelişmelere karşı, ABD’nin müdahaleleri de Ortadoğu’daki etkinliğini ve egemenliğini koruma temelinde böyle ortaya çıktı.
41’inci yıldönümü yaşanan 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi bu temelde Türkiye’de gündeme geldi. Evet, Türkiye’nin iç çelişkileriyle de bağı vardı. Rejim çökmek üzereydi. Yeni sömürgecilik işlemiyordu. Ekonomik, siyasi kriz had safhadaydı. Demirel ve Ecevit ülkeyi yönetemez hale gelmişlerdi. MHP’yi saldırtan kontrgerillayla Türkiye devrimci güçleri arasındaki mücadele bir iç savaş düzeyine ulaşmıştı. Daha önemlisi Kürdistan’ın özgürlüğünü hedefleyen bir önderliksel çıkış ve PKK’nin kuruluşu, bu çelişkili ve çatışmalı ortamdan yararlanarak devrimci temellerde gerçekleşmişti. Bütün bunlar Türkiye cumhuriyeti denen devleti yıkmakla tehdit ediyordu. 12 Eylül darbesi bir yandan yıkılma tehlikesi yaşayan bu devleti korumak, ayakta tutmak, yeniden yapılandırma hedefi güdüyordu, diğer yandan da ABD-Sovyet çatışması temelinde Ortadoğu’da ve Güney Asya’da yaşanan ABD aleyhtarı gelişmelere karşı, bu alanlarda ABD’nin ve NATO’nun çıkarlarını korumayı hedefliyordu. Tabii bu ikili durum 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesini getirdi. İran-Irak Savaşının ortaya çıkmasına yol açtı.
Darbeye karşı 15 Ağustos 1984 Atılımı temelinde gelişen gerilla savaşı ve 8 yıl kadar süren İran-Irak Savaşının durumu, atılan adımların istenen sonucu ortaya çıkarmasını engelledi. Bölgede krizi, kaosu, bunalımı gidermedi. Giderek daha çok derinleştirdi. Onun sonucu Sovyetlerin çöküşü, Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgali oldu ki, bu da dünya düzeyinde yeni bir savaş sürecini başlattı. Üçüncü Dünya Savaşı denen sürecin başlangıcı bu temeldedir ve bugüne kadar geliyor. 11 Eylül İkiz Kule saldırıları tamamen böyle bir savaş ortamında gerçekleşti. Tabii bu saldırı El-Kaide tarafından yapılmıştı ve etkinlik kazandığı alan Afganistan’dı.
Nitekim El-Kaide’nin teslim alınması talebi Afganistan’da güç olmuş olan Talibanlar tarafından kabul görmeyince ABD’nin Afganistan’a askeri müdahalede bulunması gündeme geldi. Bu sefer ABD daha önce destekleyip örgütlediği güçlere karşı tam 20 yıl boyunca böyle bir saldırıyı yürüttü. 10 yıl Sovyetler uğraştı, sonunda yenildi ve kendisi de çöktü. 20 yıl da ABD askeri müdahalede bulundu, sonunda o da çekilmek zorunda kaldı.
Bu 20’nci yıldönümü aslında ABD’nin de çekilme tarihi oluyor. Daha önce ABD yönetimleri çekilme tarihi olarak yıldönümünü belirlemişlerdi. Sonra bazıları böyle bir durumun uygun olmayacağı, ABD’nin aleyhine olacağını değerlendirerek bunu erkene aldırdılar. Bundan dolayı 1 Eylül’de ABD’nin güçlerini Afganistan’dan çekilmesini sağlattılar. Aslında yaklaşım ve baştan kararlaştırılan tarih 20’nci yıldönümünde çekilmekti. Bazıları böyle olursa ABD’nin yenilgisi olarak değerlendirileceğini söyledi ve bunu tartıştılar. ABD yönetimine biraz değişiklik yaptırdılar. Dolayısıyla bu yıldönümü aynı zamanda ABD’nin Afganistan’dan çekiliş tarihi oluyor.
ABD’nin yeniden çekilmesiyle birlikte ülke yönetiminin Taliban’ın eline geçmesi, Afganistan’ın bu yeni durumu tartışılıyor. ABD’nin 20 yıllık müdahalesinin sonuçları irdeleniyor. Bu temelde Üçüncü Dünya Savaşı’nın geldiği nokta ve Ortadoğu’daki gelişmeler tartışılıyor.
Ortadoğu ve Güney Asya sıcak gelişmelere gebe
Güney Asya’da ve Ortadoğu’da yoğun bir siyasi, askeri hareketlilik var. Söz konusu hareketlilik, onunla bağlantılı olarak yaşanan gelişmeler, haklı olarak yeni tartışmaları gündeme getiriyor. Birçok çevre bu temelde gelişmelerin nasıl olacağını anlamaya çalışıyor. Hemen hemen tüm siyasi güçler tartışma halindeler. Kendilerine göre yeni siyasetler oluşturmaya çalışıyorlar. Bölgenin yeniden şekilleneceğini söyleyenler var. Dünya savaşının sonuna doğru gidildiğini, yeni bir dünya sisteminin şekilleneceğini, Sovyetler gibi ABD’nin de Afganistan’da yenildiğini, pılını-pırtını toplayarak kaçtığını dile getirenler var. Yine ABD’nin gizli hesaplar peşinde olduğunu söyleyenler var. Görüldüğü gibi bu noktada çok yönlü, çeşitli görüşler mevcut. Kapsamlı ve derin bir tartışma var.
Mevcut olayların elbette doğru anlaşılması gerekiyor. Herkes kendi çıkarları açısından böyle yaklaşıyor. Elbette bizim de Hareket olarak tüm bu gelişmeleri doğru anlamamız, değerlendirmemiz, ona göre gelişmeleri karşılayacak, Kürdistan’ı özgür, Ortadoğu’yu demokratik yapma hedefimizi gerçekleştirmemize hizmet edecek politikaları erkenden oluşturup kendimizi ona göre örgütleyerek hayata geçirmemiz gerekiyor. Yoksa böyle bir süreçte gelişmelerin gerisine düşme, dışında kalma, imkân ve fırsatları görememe, dolayısıyla kazanamama durumunu yaşayabiliriz. Bu tehlike vardır.
11 Eylül olayları neydi? El-Kaide böyle bir saldırıyı neden kararlaştırıp uyguladı? 11 Eylül olaylarından kim, ne oranda yararlandı, kimler zarar gördü? Madem şimdi 20 yılın sonunda ABD’nin Afganistan’a askeri müdahalesi sona erdirildi, o zaman bu sorular çerçevesinde de aslında bir bilanço çıkarmak, geçen 20 yılın dökümünü yapmak gerekiyor.
Unutmayalım ki, ABD Ortadoğu’ya Saddam Hüseyin rejiminin 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgali ile askeri müdahalede bulundu, asker çıkardı. Körfez krizi ve savaşı ABD’nin Ortadoğu’da büyük bir askeri güç olmasını ve askeri saldırılar geliştirmesinin önünü açtı.
Fakat 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısının da Afganistan ve Irak’a ABD’nin doğrudan askeri müdahalede bulunmasının önünü açtığı, zeminini yarattığı açık bir gerçek. Körfez Savaşı sürecinde Bağdat etrafında kuşatılmış, sınırlandırılmış olan Saddam Hüseyin rejimi böyle bir askeri müdahale ile yıkıldı. Aynı zamanda Taliban yönetimine karşı Afganistan’ın büyük bir bölümünün ele geçirilmesini sağlayan ABD askeri müdahalesi de, bu temelde gelişti. Nasıl ki Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgali ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesine zemin sundu, fırsat verip önünü açtıysa, 11 Eylül tarihli El-Kaide’in İkiz Kule saldırısı da ABD’nin askeri müdahalesini arttırmasına zemin sundu. Bu nedenle o süreci ABD komplosu olarak değerlendirenler bile oldu. Fakat gerçekten neydi? El-Kaide bunu neden yaptı? Hangi çıkarları öngördü? Kimler yaptırdı? Tabii bunlar daha somutlaşmış değil, net bir şey söyleyemiyoruz ama o olaylar üzerinden en aktif siyasi askeri hareketlilik geliştiren güç ABD oldu.
ABD Afganistan’dan çekilirken Üçüncü Dünya Savaşı’nın durumunun ne olacağı, Ortadoğu’daki sürecin nasıl ilerleyeceği önemli bir tartışma konusudur. ABD’nin yenildiğini, artık tümden etkisiz hale geldiğini söyleyenler var. Bu, bir görüş olarak ileri sürülüyor. ABD’nin geri çekilip Afganistan yönetimini Taliban’a bırakmasıyla yeniden ABD-Rusya, ABD-Çin arasında bir soğuk savaş sürecinin gelişeceğini iddia edenler var. Bölgede ve dünyada yeni bir yapılanmanın gelişmekte olduğunu belirtenler var.
Tabii bu geri çekilmeye paralel olarak çeşitli yeni olaylar da yaşanıyor. Siyaset hareketli, diplomatik görüşmeler yoğun. Özellikle Arap cephesinde çok sayıda görüşmeler yapılıyor. Bağdat’ta Mısır-Irak-Ürdün toplantısı oldu. Ardından ‘Irak’a komşu devletler toplantısı’ diye daha geniş bir toplantı yaptılar. Fransa cumhurbaşkanı Macron da katıldı. En son Mısır’da Arap Birliği dışişleri bakanları toplandı. Özellikle de bölgeyi ve AKP-MHP faşizmini ilgilendiren; Arap sahasına dönük müdahalelerin kabul edilmeyeceği, onlara karşı tutum alınacağı yönünde önemli açıklamalar yaptılar. Yine yakın dönemde Irak’ta seçimler var. Suriye’de çeşitli olaylar, gelişmeler var. Afganistan’daki durum, ABD’nin çekilmesi, Taliban’ın yeniden Afganistan’a egemen olması durumu bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde biraz daha fazla önem arz ediyor.
ABD sistemin yükünü kaldıramıyor
ABD gerçekten hezimete mi uğradı? Tartışılabilir. Bazılarının dediği gibi gizliden yönetmeyi mi öngörüyor? O da tartışılabilir. Fakat ABD sisteminin zorlandığı, deyim yerindeyse patinaj yaptığı, son 20-30 yıllık politikalarının Üçüncü Dünya Savaşı denen bu süreci yürütemediği söylenebilir. Bunu İran’a yaklaşımında, Afganistan’dan çekilmesinde, Ortadoğu’daki politikalarda görüyoruz.
Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı çok aktif bir askeri hareketlilik geliştirmişti. Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgali karşısında Ortadoğu’da çok sert bir savaş durumunu, dünyayı etkileyen bir savaş sürecini ortaya çıkarmıştı. 11 Eylül İkiz Kule saldırıları ardından Afganistan ve Irak savaşlarıyla birlikte bölgeye çok daha sert bir müdahalede bulunmuştu.
Tabii şu an o tutum gözükmüyor. ABD’de bir gerileme var. Bir geri çekilme yaşanıyor. Artık hezimet midir, yoksa yeni saldırılar için hazırlık mı bilemeyiz ama ABD’nin Sovyetler Birliği yıkılırken 1990 başında tanımladığı ‘Yeni Dünya Düzeni Stratejisi’ni bu askeri, ekonomik saldırganlıkla yürütme politikası artık işlemiyor, yürümüyor. Sorunları çözemiyor. Gelişme sağlayamıyor. Bırakalım böyle çatışmalı bir duruma, savaşa yol açan kriz-kaos durumunu aşmayı, bunu düzeltmeyi, tam tersine daha fazla derinleşmekten, çatışmalı durumun yayılmasından öte bir sonuç vermedi.
Aslında 1990’ların başında Sovyetler Birliği çözülürken de bu durumlar tartışılmıştı. O zaman da benzer söylemler söylenmişti. Örneğin; Sovyetler Birliği’nin yıkılışı karşısında ABD’nin tarihi zafer kazandığını, bundan sonra artık tek bir süper gücün var olduğunu, ABD’nin dünyada imparatorluk kuracağını, her şeyin ABD’nin istemine göre olacağını söyleyenler, iddia edenler çok olmuştu. Sovyetlerin çözülüşünü ABD’nin büyük zaferi olarak değerlendirenler az değildiler.
Önder Apo bu değerlendirmeleri eleştirdi, doğru bulmadı. Farklı değerlendirmeler geliştirdi. En dikkat çekici ve ilginç olan Önder Apo’nun değerlendirmeleriydi. ABD’nin güçlülüğünün Sovyetler Birliği’nin varlığına dayandığını, ABD-Sovyet çatışmasının ABD’yi Batı camiasında lider haline getirdiğini, İngiltere’yi, Fransa’yı, Avrupa’yı ABD’ye bağlı kıldığını belirtmişti. Dolayısıyla bu sonucun Sovyetler Birliği’nin varlığından dolayı olduğunu, bu dünyada güçlü Sovyetler Birliği’nin güçlü ABD anlamına geldiğini, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ABD’nin gücünün sonu anlamına geldiğine işaret etmişti. Yanı sıra bunun bir anda olmayabileceğini ama sürecin böyle gelişeceğini, ABD’nin değil eski etkinliğini daha da arttırmak, onu bile koruyamayarak gerileyeceğini, dolayısıyla küresel kapitalist hegemonya ile ulus devlet statükoculuğu arasında süren dünya savaşının kendi içinde çözüm üretemez hale geleceğini ve küresel güçlerin, küresel hegemonyanın zaferine giden sonuçların ortadan kalkacağına, dolayısıyla farklı güçlerin de iradesini daha çok dikkate alan yeni siyasi yapılanmalar ortaya çıkabileceğine dikkat çekmişti.
Önder Apo ABD ile Sovyetler Birliği’nin varlığının iki kutuplu bir dünya yarattığını, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle dünyanın tek kutuplu olmayacağını ve kutuplaşmanın ortadan kalkacağını, birçok çıkar gücünün var olacağını ve herkesin kendi etkinliği düzeyinde çıkarını geliştirmek için mücadele edeceğini belirtmişti. Dolayısıyla dünya siyasetini kilitleyen ABD-Sovyet bloklaşmasının ortadan kalkmasının daha fazla politik, askeri mücadelenin ortaya çıkmasına, yeni politik yapılanmaların gündeme gelmesine yol açacağına yer vermişti. Bu değerlendirmeler önemliydi, anlamlıydı. Aslında insan bu değerlendirmeleri bugünkü gelişmeleri en iyi izah eden değerlendirmeler olarak görebilir.
Böyle ‘ABD tümden yenildi, ezildi gidiyor’ demek çok bir şey ifade etmiyor. ABD ‘gizli harpten yönetiyor, hamle hazırlıyor’ demek de gerçekçi değil. Fakat ABD’nin ‘tek başına, saldırılarla dünya sistemini yönetemediği, daha çok başka güçlere muhtaç kaldığı’ biçimindeki değerlendirme daha doğru ve anlamlı görülüyor. Aslında ABD yöneticilerinin açıklamaları da böyleydi. Önceki yönetim de böyle açıklamalar yaptı. Trump’ın sözleri bu konuda daha açıktı. “Niye Amerika bu kadar zarar görsün” diyordu. Demek ki zarar görüyordu. ABD’nin iktidar ve devlet sisteminin ortaya çıkardığı yükü, sorunları taşıyamadığını açıkça itiraf ediyordu.
ABD savaştan çıkış bulamıyor uzlaşma arıyor
Şimdi Afganistan’daki sonuç, Ortadoğu’daki gelişmeler aslında bu itirafı doğruluyor. Yeni başkan da aynı şeyleri söylüyor, aynı çizgiyi izliyor. Aslında aralarında hiçbir fark yoktur. Bu neyi gösteriyor? Önder Apo bunu şöyle açıklığa kavuşturdu: “Sovyetler Birliği kapitalist modernite sisteminin yükünü, sorunlarının büyük kısmını kendine çekerek, kapitalist sistemi rahatlattı. Dolayısıyla daha çok güçlendirdi. Şimdi olmayan Sovyetler Birliği ortamında kapitalist modernite sisteminin, iktidar ve devlet sisteminin yükü, sorunları daha çok sistemi yönetenlerin üzerine binecek ve dolayısıyla kaldıramayacaklar. Sistemi yöneten güç olarak ABD’nin üzerine binecek ve ABD bu yükü taşıyamayarak gerileyecek’ dedi. Şimdi gerçekleşen, ABD yönetimleri tarafından itiraf edilen, açıklanan durumlar da bu oluyor. Bu anlamda öyle bir soğuk savaş gelişmiyor. Aslında savaş sıcaktı.
ABD Afganistan’ı askeri olarak işgal etti. Bir ucu Çin’di, bir ucu Rusya idi. Çin ve Rusya ile soğuk değil, sıcak savaş yapacak kadar sınırdaş oldu. Şimdi bırakıp geri çekiliyor. 20 yıldır sıcak savaş yapıyordu, sonuç alamadı. Şimdi ordularını geri çekip soğuk savaş yürüterek mi Çin’i ve Rusya’yı geriletecek? Bu çok mantıklı değil. Zaten 20 yıldır öyle bir savaş yaşandı. Dolayısıyla zaten ‘soğuk savaş’ denen durum, 20 yıldır yaşananları aşacak bir düzeye sahip değildir. Daha geri bir durumu ifade etmektedir. O nedenle o kavramlar, yaklaşımlar doğru değil. Hep iki parçalı bir dünya arayışının ve anlayışının sonucundan kaynaklanıyor.
Yine ABD’nin hezimete uğrayarak kaçtığı da doğru değil. O da aşırı derecede abartılı. ABD’yi kötülemek için bir propaganda konuşması olabilir. Fakat şunlar doğru: ABD, Sovyetler Birliği’nin varlığında güçlüydü. Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ABD’nin de hükmünün, sonunun başlangıcı gündeme geldi. Şimdi de hükmü giderek zayıflıyor. Artık bir süper güç değildir. Çünkü; çok değişik güç odaklarının varolacağı ve bunlar arasında çelişki-çatışma yaşanacağı, ABD’nin sistemin yükünü taşıyamayacağı, dolayısıyla da yükü başkalarıyla paylaşmak, çeşitli alternatiflerle uzlaşmak, anlaşmak zorunda kalacağı görüşü doğrulanıyor. Önder Apo bunları daha ’90’ların başındayken açık söyledi. 30 yıl sonra doğrulanan görüşler aslında bu görüşler oluyor. Yaşanan olaylar bu görüşlerin doğrulanmasını ifade ediyor.
ABD yükü taşıyamıyor. Başkalarına yükleyerek paylaşmak zorunda kalıyor. ABD bu savaştan çıkış bulamıyor. Zafer kazanamadığı için karşıtlarıyla uzlaşma arıyor. Taliban’la uzlaşması bu temeldedir. O zaman Önder Apo bu savaştan çıkış olasılıkları nasıl olur sorusunu sorduğunda, “Taraflar zafer kazanabilirler, diğer yandan sistem karşıtı güçler de zafer kazanabilirler. Fakat bu iki durumunda gerçekleşmesi biraz zor görülüyor. En güçlü olasılık karma sonuçların ortaya çıkma ihtimalidir” demişti. Önder Apo savaştan tarafların ya da sistem karşıtı güçlerin zaferinden çok karşıtların uzlaşarak ortaklaşabileceğini, mevcut kriz-kaos durumunun bu şekilde hafifletilebileceğini, dolayısıyla böyle ara çözümlerin daha fazla gündeme gelebileceğini değerlendirmişti. Bunlar savunmalarda vardır.
Şimdi yaşananlar biraz bunu gösteriyor. ABD bu yükü taşıyamadığını itiraf edemiyor. ABD yükü paylaştırmak istiyor. İşte ABD temsilcisi olarak NATO adına Macron Bağdat’a geldi, görüşmeler yaptı. ABD de bunu böyle söyledi. Zaten Fransa cumhurbaşkanı da bu temelde hareket ettiğini ifade ediyor. ABD’li yöneticiler özellikle Irak-Suriye sahalarında Fransa’ya daha çok rol tanımak istiyorlar. Yine Avrupa’nın diğer güçlerini işin içine daha çok katmaya çalışıyorlar. Bu temelde yükü paylaşmak istiyorlar.
Bölgesel açıdan da Afganistan’daki durum bir uzlaşma temelinde oldu. Evet, önceden Taliban da ABD’yi destekliyordu, çok ayrı değillerdi. Fakat son 20 yıldır da savaş halindeydiler. Şimdi uzlaştılar. Bu çekilme, uzlaşma temelinde gerçekleşiyor. O halde yeni uzlaşmacı çözüm yöntemlerini ABD Ortadoğu’da, Güney Asya’da, dünyanın değişik yerlerinde geliştirmeye çalışıyor. İnsan bunu rahat söyleyebilir. Çünkü ABD’li yöneticilerin açıklamaları da bunu ifade ediyor. ABD’li yöneticiler “Herkes sorumlu, dolayısıyla herkes kendi sorununu kendisi çözsün. Niye biz Afganistan’ın, Iraklıların ya da Suriyelilerin işleriyle uğraşalım. Kürtlerle-Türkler 200 yıldır savaşıyorlar. Kendi savaşlarını çözsünler” demişlerdi. Trump açıkça, “Bu savaştan bize ne” dedi. Bunu önceki yıl somut olarak duyduk. Herkesin sorununu çözmek bizim boynumuza mı, deyimini kullandılar, kullanıyorlar. Dolayısıyla ABD’nin bu tür arayışlar içerisinde olduğu gözüküyor.
Aslında bu gelişmeler, ’90 başında Önder Apo’nun, ABD gücünün azaldığını, güçlenmediğini, gücünü kaybetme sürecinin başladığı, dolayısıyla mevcut yükü taşıyamayacağı için bunu başkalarıyla paylaşacağı, karşıtlarıyla uzlaşma arayacağı biçimindeki değerlendirmesini doğrulayan gelişmeler oluyor. Tabii bu durum henüz tümüyle şekillenmiş, her alanda somutluk kazanmış değil. Fakat son NATO toplantısı, ABD yönetiminden gelen açıklamalar, Fransa’nın bölgede aktif kılınması, Rusya’ya dönük uzlaşmacı yaklaşımlar, eski savaş sahalarından ABD’nin gücünü çekmesi durumu, bölgesel, yerel güçlerin politikada daha çok hareketlenir bir durumu yaşamaları böyle bir sürecin gelişmekte olduğu izlenimini veriyor. Bunu dikkatle takip etmemiz gerekli. Üçüncü Dünya Savaşı böyle bir sürece doğru evrilebilir. Afganistan tekil bir olay olmayabilir. Benzer durumlar olmasa da, içinde farklılıklar olsa da, özünde benzerlik arz eden süreçler Ortadoğu’nun değişik alanlarında, yine dünyanın farklı yerlerinde gelişebilir. Nitekim Arap Birliğinin son hareketliliği biraz bunu gösteriyor.
El-Kaide’ye karşı Taliban ve ABD uzlaştı
Ortadoğu’daki çatışmalı durumlar da çözümsüzdür. İçinden çıkılamaz bir durumu arz ediyor. Bu çerçevede benzer çıkış yolları gündeme gelebilir. Bu noktada Mısır’da yapılan Arap Birliği dışişleri bakanlarının toplantısı, yeniden Arap Birliğini canlandırma girişimleri, yine Arap sahasına dönük TC müdahalesine karşı çıkan açıklamaların gelmesi önemliydi. Belli ki bunun arkasında ABD-İran görüşmeleri, uzlaşma arayışları da var. Öyle olmazsa Araplar bu düzeyde TC’ye tutum almazlardı. Çünkü; böyle bir tutum İran’ı güçlendirirdi. O zaman da ABD böyle bir şeye izin vermezdi.
Zaten görüşmeler yoluyla Rusya ile sorunları çözebiliyorlar. Çin’le belli bir ekonomik gerginlik olsa da öyle eskinin Sovyetler Birliği ile yaşanan ‘soğuk savaş’ denen sürece benzer bir sürecin gelişeceğini beklememek lazım. Her şeyden önce Çin böyle bir politikaya yönelmiyor. ABD’nin de böyle bir gücü yok. Çünkü; Sovyetler Birliği ile yaşanan cepheleşmede o gücü NATO ve Avrupa ABD’ye verdi. Çin karşısında öyle bir rolü ne NATO ne de Avrupa ABD’ye verir görünmüyor. En azından öyle bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla o görüş de doğru değildir. O zaman doğru olan ABD’nin yükü taşıyamadığıdır. Dolayısıyla daha fazla hegemonik ve merkezileşme değil, Avrupalı olan müttefik güçlerini siyasetin içerisine daha çok soktuğu yönündedir. Yine Arap sahasındaki gelişmeler böyle okunabilir.
Irak’taki son olaylar, gelişmeler, görüşmeler neyi ifade etti? Kuşkusuz katılanların kendi stratejileri, dolayısıyla çıkar arayışları olsa da düzenleyicilerin esasta böyle bir yaklaşımlarının olduğu söylenebilir. Irak’taki toplantılarda aktif bir şekilde yer alan Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün gibi güçler buradaki toplantılardan sonra Mısır’da yaptıkları toplantıda TC’yi uyaran kararlar aldılar. Irak’ı daha etkin kılmaya, Bağdat’taki yönetimi daha fazla etkili kılmayı öngören bir tutum içine girdiler.
TC, işgalini meşrulaştırmak, daha fazla işgal geliştirmek için imkân ve fırsatlar peşindeydi ama bu durum başkalarının bunu kabul ettiği anlamına gelmiyor. TC’ninki sadece kendisine has bir arayış. Öbür yandan TC politikalarına karşıt politik duruşlar söz konusu. Irak’ta daha fazla bu yönlü gelişmeler olabilir. Önümüzdeki seçimlerde de böyle bir sonuç çıkabilir. İran da işin içindedir.
Diğer yandan Suriye’de de bu yönlü gelişmeler olabilir. Esat yönetiminin merkezi olmayan yapıyı tartışmaya açan açıklaması bunlara paralel geldi. Kuşkusuz bu gelişmelerden kopuk değil. Mevcut Suriye yönetimi, Esat yönetimi de böyle bir politika ile ömrünü biraz daha uzatacak bir açılım yapmak, politik zemin ortaya çıkartmak istiyor. Buna Rusya ile ABD de açıktır.
Evet, her ikisi de Esat yönetimini aşmak istiyor. Kendi aralarında bu konuda uzlaşmalıdırlar da. Fakat her iki devlette de bir anda Esat yönetimini düşürme gibi politika yoktur. Tam tersine aslında Esat yönetimi eliyle Suriye’de bazı şeyleri değiştirmek, en azından bu yönde kararlar aldırtarak mevcut yönetimi aşmak istiyorlar. Çatışmayla Esat yönetimini düşürme politikasının değişmiş olduğu gözüküyor. Kuşkusuz böyle bir durum Türkiye’nin buradaki etkinliğinin de zayıflamasını beraberinde getirecektir.
Bölgesel düzeyde üzerinde durabileceğimiz bir diğer gelişme de El-Kaide’ye karşı Taliban ile ABD’nin uzlaşmış olmasıdır. Zaten El-Kaide’nin etkinliği zayıflamıştı. Bu durumu bir süre devam edebilir. DAİŞ’e karşı mücadele vardır. O sürecek. Aslında yeni siyasi kombinasyonlar yaratacak çelişki, DAİŞ karşıtlığıdır. Zemin DAİŞ’e karşı mücadele zeminidir. Herkes bunu kullanıyor. Öyle anlaşılıyor ki, yakın süreçte de bu kullanılmaya devam edilecek. Fakat önemli olan diğer husus bölgenin en aktif İslami güçlerinden biri olan İhvan-ı Müslimin’in, Müslüman Kardeşlerin zayıflamasıdır. Süreç bu temelde ilerledi. Şimdi bu yapı en zayıf konumunu yaşıyor.
Aslında Afganistan’daki gelişmelerin içinde de bu yön biraz var. Mısır, Tunus ve Fas’taki gelişmeler de bu yönlüdür. Bu güç Mısır’da bastırıldı. Tunus’ta da benzer bir durum yaşandı. Değişim seçimle oldu ama müdahalelerle mevcut sonuca ulaşıldı ve sonuçta iktidar değişikliği oldu. Şimdi Fas seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi neredeyse sıfırın altında. 124 milletvekiliyle iktidardı, şimdi 12 milletvekiliyle son sıralara gerilemiş durumda. Dolayısıyla orada da bir kaybetme yaşanıyor.
Tayyip Erdoğan’ın içinde olduğu, liderlik yapmaya çalıştığı İslami akım, bir dönem ‘Yeşil Kuşak Projesi’nde rol biçilen, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında sistem tarafından destek verilen akım şimdi ciddi biçimde zayıflatılmış durumda. Daha fazla da zayıflatılıyor. Böyle olursa İdlib ve benzeri alanlarda, Suriye’de Müslüman Kardeşler’e dayalı, çeşitli adlar altında oluşan muhalefet, eski etkinliğini kaybedecek. Dolayısıyla TC işgali de artık orada zorlanır hale gelecek. Bu gelişmeler belirttiğimiz gibi sürerse Suriye’de bu yönlü gelişmeler olabilir. Esat yönetiminin çıkışı bununla da bağlantılı olabilir. Ayakta kaldı ama fazla gelişmesine izin verilmedi. Kuzey Doğu Suriye, DAİŞ karşısında desteklenmişti, ileri bir etkinlik kazanmıştı. Fakat Efrîn, Serêkaniyê işgalleriyle o etkinlik de biraz geriletildi.
Suriye’de bir uzlaşma arayışı gündeme gelebilir
Zaten Suriye bir süredir durgunlaşmıştı. Herhalde önümüzdeki süreçte bu durgunluk da aşılacak, İhvan-ı Müslimin cephesi, Suriye’deki o İslami akımlar daha fazla geriletilecek. Çeşitli adlar altında olsalar da onların hepsinin temelinde Müslüman Kardeşler vardı. Bu güçlerin geriletilmesiyle önümüzdeki süreçte Suriye’de bir uzlaşma arayışı gündeme gelebilir. Ama İhvan-ı Müslimin’in Suriye’de geriletilmesinin tabii Türkiye, AKP-MHP yönetimiyle doğrudan bağı var. AKP-MHP bunlara izin vermek istemeyecek. Bu temelde aralarındaki çelişki ve çatışma biraz daha fazla gündeme gelebilir.
Dolayısıyla Bakurê Kurdistan ve Türkiye’deki çatışmaların sonucunda, AKP-MHP faşist diktatörlüğünün zayıfladığı bir durumun ötesinde, bölgesel düzeyde AKP’nin dayandığı Müslüman Kardeşler hareketinin zayıflamasının da Türkiye’deki faşist diktatörlüğün yıkılma sürecini hızlandıracağı rahatlıkla söylenebilir. Yine ABD’nin uzlaşılabilecek karşıtlarla uzlaşmayı arayan politik yaklaşımları da şimdiye kadar savaş için AKP-MHP faşizmine verilmiş olan desteğin azalmasına neden olabilir.
12 Eylül faşist-askeri darbesinin 42’nci yılına girilirken AKP-MHP faşizminin kendisine karşı yürütülen mücadeleler tarafından ciddi bir biçimde darbelenip sıkıştırıldığı, yine kendi iç cephesinden de ciddi bir biçimde kan kaybettiği, daraldığı, politik etkinliğini kaybeder bir süreci yaşadığı söylenebilir. Böyle bir durum gözleniyor. Bunun ne kadar gerçekleşeceği, nasıl bir süreç izleneceği ve gelişmelerin nasıl olacağına dair kesin bir şey diyemeyiz. Ama Müslüman Kardeşler’in bölge düzeyinde bu biçimde zayıflaması, Arap Birliği’nin TC’nin yayılmacı, işgalci politikasına tutum alması, Bağdat toplantısı ardından Macron’un Türkiye saldırılarının bölgede istikrarsızlığa neden olduğunu söylemesi bir şeylere işaret ediyor. AKP-MHP faşizminin şimdiye kadar ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde yürüttüğü politikalara karşıt tutumların olduğunu gösteriyor. Demek ki, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde içte geliştirilen soykırımcı tartışmalar, Başûr’a, Rojava’ya dönük işgalci saldırılar eskisi gibi küresel ve bölgesel güçlerin bir kısmı tarafından destek görmeyecek. Tam tersine karşıt çıkışlar ortaya çıkabilecek. AKP-MHP faşizmi bir de bu biçimde 42’nci yılda zayıflayacak.
12 Eylül darbesine NATO büyük destek verdi
Türkiye’deki gelişmelerin de bölge ve dünyadaki gelişmelerle paralel olduğunu ifade ettik. 12 Eylül 1980 darbesi, İran Devrimi ve Afganistan çatışmasına paralel bir şekilde, onun ardından gelişti. İran-Irak Savaşıyla birlikte var oldu. Tamamen öyle bir dünya ve bölge durumunun ürünüydü. Tekil bir olay değildi. Sadece Türkiye’deki iç gelişmelerle sınırlı bir olay değildi. Bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere de dayanıyordu. Onlarla iç içeydi. Bu anlamda 12 Eylül darbesine NATO-küresel sistem büyük destek verdi. Bir dönem politikalarını onunla yürütmek istediler.
Darbe aslında yıkılmakta olan TC sistemini onarmadı, yeniden yapılandırdı. 12 Mart darbesi yamacı bir darbeydi. 12 Eylül tersine, yeniden yapılandıran bir darbe oldu. Adına ‘İkinci Cumhuriyet’ dediler. Aslında Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyetin 12 Eylül darbesi ile sona erdiğini değerlendirdiler. Darbeyi yapanlar da böyle değerlendiriyordu. Her ne kadar Kenan Evren her şeyini Mustafa Kemal’e benzetmeye çalışsa da kendisini kurucu irade saydı. Oysa kurucu irade Mustafa Kemal’di. Fakat ikinci bir kuruluş olduğunu ve orada da kurucu iradenin kendisi olduğunu ifade etti. Önder Apo savunmalarda bu süreci tüm ayrıntılarıyla değerlendirdi. Birinci cumhuriyetin kuruluşunda CHP nasıl bir rol oynadıysa, ikinci cumhuriyetin kuruluşunda temel rol oynayan partinin de AKP olduğunu ifade etti. Her ne kadar Demirel-Özal yönetim süreçleri olmuşsa da, esas olarak 12 Eylül 1980 darbesinin gerçekleştirmeye çalıştığı ikinci cumhuriyetin ideolojik-siyasi yapılanmasını temsil eden akımın Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP olduğunu ifade etti.
12 Eylül TC’de birçok değişiklik yaptı. İslami yaklaşımları oturtan 12 Eylül oldu. AKP gibi bir partinin önünü açan, zemini hazırlayan, anayasayı, yasaları, sistemi buna göre şekillendiren 12 Eylül’dü, AKP de bu politikaları, ideolojik yaklaşımları sistemden de aldığı güçle iyi değerlendiren, çizgi haline getiren, örgütleyen ve eyleme geçiren güç oldu.
Bu çerçevede AKP de bazı dönemlerden geçti. Son dönem, ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde MHP ile ittifak dönemidir. Aslında böyle bir ikinci cumhuriyet sürecinin hazırlanmasında, Türkiye’nin NATO’ya girip NATO’nun bir parçası haline gelmesinde temel bir Gladio gücü olarak hazırlanan MHP idi. MHP bir parti olmaktan daha çok derin devletin önemli bir parçası, NATO’nun Türkiye’deki varlığıdır. Sonunda AKP, MHP ve Ergenekon ile birleştirilerek 12 Eylül darbesinin hedeflediği ikinci cumhuriyeti, AKP-MHP faşist diktatörlüğü biçiminde somutlaştırdı. Bunu böyle görmemiz gerekli. Bunu yaparken bir yandan Sovyetler Birliğine, diğer yandan İran ve Afganistan’daki gelişmelere karşı Türkiye’nin NATO tarafından desteklenmesinden güç aldılar.
Diğer yandan Müslüman Kardeşlerin Ortadoğu’da etkili bir güç haline getirilme politikalarından güç aldılar. Öyle ki, Tayyip Erdoğan buna dayanarak kendisini Arapların ve Ortadoğu’nun lideri olarak ilan etti. Türkiye’yi bir lider ülke diye tanımladı. Bir biçimde eski Osmanlı sistemini yeniden kurabileceğini, Ortadoğu’nun hâkimi haline gelebileceğini umut etti, planladı ve bunu ifade etti. Bu temelde yürüttüğü politikaları pratikleştirmeye çalıştı.
Şimdi artık bütün bunların sonuna geliniyor. Dikkat edilirse artık İran-Afganistan çatışmaları sona eriyor. ABD-Rusya çatışması eskisi gibi böyle tam karşıtlık halinde değil, kendi sorunlarını görüşmelerle, uzlaşma yöntemiyle çözen bir siyasi süreç izliyorlar. Ortadoğu’da Müslüman Kardeşlere dayalı Arap sahasında egemenlik kurmanın imkânları ve fırsatları sona erdi. Geçmişte bir zemin buldu. Belli bir gelişme imkânı sağlamış olsa da şimdi bu zemin kaybedilmiş durumdadır. Dolayısıyla küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan gelişmeler aslında AKP-MHP faşizminin izlediği politikaların tersinedir. Destek vermek yerine giderek karşıt hale geliyor, zayıflatıyor. Henüz bu açıklık kazanmasa da bölgedeki gelişmelerin Türkiye’ye, AKP-MHP yönetimine yansımaları bu çerçevededir.
Diğer yandan iç mücadele de önemli bir direniş ve etki düzeyini ortaya çıkardı. AKP-MHP faşist diktatörlüğü bu tür olasılıklara karşı yakın geçmişte şöyle bir politika izledi: Bu tür durumları ortaya çıkabilir gördüler. Kendileri için tehlikesini biliyorlardı. Buna düşmeden, böyle bir süreç gelişmeden en temel karşıtlarını yok ederek olası tehlikeleri önlemek istediler. Bunun için de savaşı bu kadar tırmandırdılar. Katliamları, soykırım saldırılarını hiçbir ahlaki ve hukuki kural tanımadan Bakurê Kurdistan’da uyguladılar. Türkiye’de faşist terörü had safhaya çıkardılar. Rojava’ya, Başûr’a dönük açık işgal saldırılarında bulundular. Hiçbir ahlaki-insani kural tanımadıkları gibi özellikle MHP ile ittifak döneminde, ‘Çöktürme Eylem Planı’nı uyguladığı süreçte AKP-MHP yönetimi kendi anayasasını, yasalarını bile uygulamadı.
AKP-MHP faşizmi Kenan Evren cuntasının devamıdır
12 Eylül’ün yeni yıldönümü vesilesiyle birçok çevre AKP-MHP faşizmini ve Kenan Evren faşist cuntasını değerlendiriyor, kıyaslıyor. Bu yapılırken neredeyse Kenan Evren cuntası savunulur hale geliniyor. Bugün AKP-MHP faşist diktatörlüğünün uygulamaları, 12 Eylül cuntasının uygulamalarını katbekat aşmış durumda. Aslında öyle kıyaslamalar çok gerçekçi ve doğru değil. Bunlar birbirini besleyen ve devamı niteliğinde olan süreçlerdir. AKP-MHP faşizmini Kenan Evren cuntasından ayırmak ve ayrı düşünmek kesinlikle mümkün de değil, doğru da değil. Zaten 12 Eylül darbesi böyle bir yönetimi ortaya çıkartmak istiyordu. Belli süreçlerden geçerek sonunda bu yönetimi ortaya çıkardı. Farklılık gözetilecekse şöyledir: 12 Eylül darbesi ordu dışında hiçbir devlet kurumu bırakmadı. Her şeyi yasakladı, dağıttı, yürürlükten kaldırdı. Fakat bir devlet geleneği vardı. Gelenek olarak devlet kurallarını uyguladı. Resmiyeti yoktu ama fiiliyatta bazı devlet geleneklerine uydu.
Şimdi AKP-MHP faşizminin elinin altında yasal her şey var; anayasa var, yasalar var ama uygulamada bunların hiçbirisi yok. Devletin resmiyeti var, fiili uygulaması yok. O zaman resmiyeti dağıtılmıştı, fiili uygulamalar kısmen vardı. Bir fark gözetilecekse aslında insan bunu söyleyebilir ki, bunlar da çok fazla bir anlam ifade etmiyor. O bakımdan şunu değerlendirebiliriz: 12 Eylül darbesinin 42’nci yılında, AKP-MHP faşizmini yıkmak üzere Özgürlük Hareketimizin geliştirdiği ‘Dem Dema Azadiyê’ Hamlesinin ikinci yılında gelişmeler daha hızlı olabilir. AKP-MHP faşizmi daha fazla daralabilir. Dıştan daha az destek bulabilir. Dolayısıyla içte de kan kaybedişi daha da artabilir.
Zaten ayrılan partiler oldu. Onlar kitle desteğini daha da azaltabilir. Anketler bunu gösteriyor. AKP-MHP durmadan güç kaybediyor. Bir seçim olursa baraj altına düşmemek için barajı aşağı çekme kararı aldılar. Barajı yüzde ondan, yüzde yediye düşürüyorlar ama unutmayalım, 3 Kasım 2002’de ne oldu? Ecevit koalisyonunun tümü yüzde üçte, dörtte kaldı. Yani yüzde yedi de MHP için yetmeyebilir. AKP için bile yetmeyebilir. Tunus’takinin, Fas’takinin bir benzeri Türkiye’de de gelişebilir. Benzer durum, biraz Irak zemininde gündeme geleceğe benziyor. Irak’taki gelişmeler çerçevesinde bu tür durumlarda bazı değişiklikler de gündeme gelebilir.
Bu noktada daha somut gerileme Suriye’de yaşanacak. AKP-MHP’nin işgaline karşı, yine Müslüman Kardeşlere verdiği desteğe karşı tutumlar ortaya çıkacak, daha da daralacak. Böylece Rojava ve Başûra dönük işgal saldırıları sorunlarla karşı karşıya gelecek. İçte de daha fazla kitle kaybı yaşayacak. Yolsuzluklar daha çok açığa çıkacak. İşte çeteler birbirlerine düştüler. Sedat Peker’in anlattıkları vardı. Birçok şeyi deşifre etti. Nasıl bir yolsuzluk, soygun, hırsızlık yaşandığını, her şeye nasıl bir yalan ve demagojinin hâkim kılındığını itiraf etti. Şimdilik susturulmuş gibi görünüyorlar, yarın başka örnekleri patlak verebilir.
AKP ve MHP için yolun sonuna gelindi
AKP-MHP için artık yolun sonuna doğru geliniyor. İçte ve dışta daha çok zayıflıyor, güç kaybediyor. Daha fazla daralıyor. Bu, ne anlama gelir? Tabii hemen küt diye çökeceği ya da yok olup ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Tam tersine bütün bunları görerek ömrünü uzatabilmek, çözülüşü ve çöküşü azaltabilmek için daha çılgınca saldırılara girişebilir ve askeri saldırılarını daha çok artırabilir. İçerde katliamları, soykırımları, faşist terörü daha çok tırmandıracağı gibi Başûr’a, Rojava’ya, Şengal’e, Mexmûr’a dönük işgal saldırılarını artırabilir. Medya Savunma Alanlarına yönelik işgal saldırılarını daha çok yoğunlaştırabilir. Yani elindeki gücün tümünü kullanmak isteyecektir. Elindeki gücü kullanmadan böyle eriyip güç kaybına fırsat vermek istemeyecektir. Mevcut durumu böyle değerlendirmek lazım. Ama söz konusu saldırılar da devrimci mücadele ile kırılırsa, sonuç alması önlenebilirse o zaman hızlı bir çöküş yaşayabilir.
AKP-MHP ömrünü uzatmak istiyor. Aslında bu süreci önceden gördüler. Stratejilerini şuna oturttular: Kendilerinin çöküşüne yol açacak alternatife fırsat vermemek, alternatifi yok etmek. Bunun için içteki düzen muhalefetini çeşitli biçimlerde baskılayarak, sağa-sola yönelterek zayıf kılmaya çalıştılar. Ama esas olarak da PKK’ye dönük imha ve tasfiye saldırılarını çok daha ileri ve etkili düzeyde arttırdılar. Her türlü yöntemi kullanarak bunu sürdürdüler ki alternatif olmasın, alternatif yok edilsin, alternatifsizliğe dayanarak ömürleri uzasın, çöküşü hızlı yaşamasınlar.
Mevcut durumu daha çok sürdürmeye çalışacaklar. Bunu görmemiz lazım. Dolayısıyla bu tür faşist-soykırımcı saldırılara karşı daha çok hazırlıklı olmak, daha çok mücadeleci olmak gerekiyor. Fakat şunu bilmek lazım; imha saldırıları kırılır, muhalefeti parçalama saldırıları boşa çıkartılır ve silahlı-silahsız tüm anti-faşist muhalefet bir anti-faşist demokratik birlik sürecine çekilebilirse sonuç alınır. Yine AKP-MHP’ye alternatif, demokrasiye açık bir Türkiye platformu oluşturabilirse, diğer yandan imha saldırıları boşa çıkartılır, bu temelde planlar bozulabilirse, o zaman kesinlikle AKP-MHP faşizminin yıkılış süreci hızlanır.
12 Eylül faşist darbesinin 42’nci yılı, o darbenin ortaya çıkardığı AKP-MHP faşizminin tümden çöktüğü yıl haline gelebilir. Bunun zemini var. İmkân ve fırsatlar da söz konusu. Tabii her şey mücadele ile oluyor. Mücadele eden güçlerin öngörüleri, hazırlıkları, taktik yaratıcılıkları sonucu belirliyor. Dolayısıyla AKP-MHP mücadeleden vazgeçmiş değildir. Öyle hemen ya çökecek ya da kaçacak diye beklememek lazım. Gerçi çökme ve kaçma süreci hızlanıyor ama bu kendiliğinden olacak diye beklememek lazım. Onu önlemek için saldırılarını arttıracaklar. Çöküşü ve kaçışı hızlandırıcı bir temelde anti-faşist özgürlük ve demokrasi mücadelesini daha çok yoğunlaştırmak, hızlandırmak gerekiyor. Bu da Hareket ve halk olarak yürüttüğümüz hamle ile bağlantılı. Böyle bir çöküşü gerçekleştirebilmek için Hareket olarak zaten 10 yıldır Devrimci Halk Savaşı Stratejisi temelinde mücadele ediyoruz. Bu stratejik süreci daha çok derinleştirmek, geliştirmek üzere de Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü hedefleyen ‘Dem Dema Azadiyê’ Hamlesini yürütüyoruz.
Hamlemiz birinci yılda önemli gelişmeler yarattı. Daha çok birlik ihtiyacını ve birleşme imkânlarını ortaya çıkardı. Kitlesel hareketi daha da hızlandırdı. Gerillaya da bir moral, destek, güç verdi. Dolayısıyla gerilla savaşının dağda ve şehirde daha çok gelişmesine, tırmanmasına, kendini yenileyip yaratıcı kılmasına yol açtı. Bu anlamda gerilla savaşında ciddi bir gelişme, tırmanış oldu. Biraz daha destek görmesi temelinde dağda da gerillanın eylemlerinin artma koşulları var. Özellikle de ovada, şehirlerde bunun yayılma imkânı ve fırsatları çok daha fazla var.
Diğer yandan zindanlar direndi. O direnişler büyük güç kattı. Her türlü baskıya karşı zindan koşullarında bile halkla ve Hareketle birlikte olunacağı, her türlü baskının göğüslenebileceği, 1982 Büyük Zindan Direniş Çizgisinde yürümekten vazgeçilmeyeceği ortaya kondu. Halk direnişi gelişti. Bu Başûr’da parça parça ortaya çıktı. Bakur çeşitli biçimlerde kendisini örgütlemeye çalıştı ama Rojava, Avrupa, Rusya, yurtdışı daha çok etkinlik kazandılar. Son 11 Eylül eylemleri de gösterdi ki, Avrupa’da büyük bir halk direnişi var. Kürtler ve dostları Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için ayakta. Her türlü mücadeleyi yürütmeye açık ve hazırlar.
Devrimci savaş olmadan halk direnişi gelişemez
Şimdi hamlemizin hem gerilla öncülüğünde, halk direnişi temelinde gelişmesi hem de tüm anti-faşist mücadelelerle birleşebilmesi önemli. Darbenin ortaya çıkardığı faşist diktatörlüğe karşı verilecek mücadele, 42’nci mücadele yılını faşizmin yıkıldığı yıl haline getirecektir. Bu bakımdan da mücadeleyi arttırmak gerekli.
Devrimci savaşı her alanda tırmandırmak lazım. Özellikle şehirlerde her türlü faşist hedefe karşı gençliğin, tüm direnme güçlerinin katıldığı, herkesin irade kullanarak kendini savaş gücü haline getirdiği bir süreci yaşamak lazım. Devrimci savaş olmadan, devrimci savaşın öncülüğü olmadan halk direnişi gelişmez. Halk eylemliliğini zengin, yöntemli hale getirmek kadar gerillayı dağda ve şehirde destekler kılmak da önemli. Gerilladan kopuk olmamalı. Biraz kopukluklar var. Gerilla ile halk direnişinde kopukluk var. Onun giderilmesi için belli çabalar harcanıyor, gerilla halk tarafından sahipleniliyor ama sadece sahiplenmek yetmez, beslemek lazım, güçlendirmek gerekli. Özellikle gençliği kentlerde faşist saldırganlığa karşı savaş yürütmeye teşvik etmek, sevk etmek gerekli.
Diğer yandan ‘Özgürlük Zamanı’ Hamlesiyle diğer demokratik siyasi mücadeleler ile birlik bütünlük sağlamada zorluklar var. Kopukluklar orada da yaşanıyor. Çeşitli biçimlerde giderilmeye çalışılsa da faşist baskı kopukluk yaratıyor. Bazı çevreler çekingen kalıyorlar. Yani bir orta yolculuk var. Bir yandan AKP-MHP faşizminden rahatsızlık duyuluyor ama diğer yandan da onu nasıl aşacağı, yenilgiye uğratacağı noktasında bir muğlaklık, kararsızlık var. İdeolojik olarak, stratejik olarak faşizme tam tavır alamama durumu var. Özellikle bazı çevrelerde böyle yaklaşımlar daha çok. CHP gibi güçler de bu durumları daha fazla teşvik ediyor, tahrik ediyor. Bunları aşabilmek lazım. Demokratik siyaset alanı kesinlikle bunları aşabilmeli. Faşizmi yıkacak, Kürt özgürlüğünü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak bir siyasi alternatifi ortaya çıkartabilmeli. Eğer bu gerçekleşirse, söz konusu kopukluklar ortadan kalkarsa, bu temelde anti-faşist direniş, dört parça Kürdistan ve yurtdışında halkımızın ve dostlarımızın özgürlük eylemleri gelişir ve bütün bunlar daha güçlü bir gerilla ve özsavunma savaşı öncülüğünde birleşirse işte o zaman AKP-MHP faşizmi için gerçekten de çöküş yaşanır.
Dış gelişmeler böyle bir çöküş için her zamankinden fazla fırsat verecek. Bunu insan net görebiliyor. Artık eskisi kadar, hatta onu aşacak düzeyde AKP-MHP faşizminin siyasi, ideolojik, askeri destek görmesi mümkün değil. Alabileceğinin azamisini aldı. Olası gelişmeler AKP-MHP faşizminin aleyhine görülüyor. Devrimci-demokratik hareket bundan yararlanabilir. Aslında bu AKP-MHP faşizminden kopuşu daha da tırmandırabilir. Onları kendi safına çekebilir. Kendi etrafında toplayabilir. Bu da bizi daha güçlü bir mücadeleye, daha etkili bir siyasi sonuca götürebilir.
Öyle anlaşılıyor ki çatışmalı ve tartışmalı durum giderek Türkiye üzerinde odaklanacak. İran tartışıldı, çatışmalı oldu. Afganistan tartışıldı, çatışmalı oldu. Şimdi Irak tartışılıyor, Arap sahası toplanıyor. Irak, Suriye ve Türkiye daha fazla gündeme gelecek. Bölgedeki tartışmalı ve çatışmalı durum burada odaklanacak, bu da AKP-MHP faşizminin lehine değil, aleyhine olacak. Böyle bir durum otaya çıkmadan faşizm hızlı saldırılarla sonuç almak istiyor. Onu dikkate almalıyız. Bu saldırı planlarını boşa çıkartmalıyız. Başarılı olmasına fırsat vermemek gerekli. Eğer bu başarılırsa giderek daha fazla tecrit olacak, AKP-MHP politikalarına karşıt gelişmeler bölgede, Arap sahasında, Avrupa’da, dünyada daha çok hızlanacak. AKP-MHP faşizmine karşı direnişi geliştirmenin, ona karşı yıkıcı bir mücadele yürütmenin koşulları, zemini daha çok artacak. İmkânları, fırsatları daha fazlalaşacaktır.
Uzun bir mücadele sürecinin sonuçlarını etkili düzeyde almayı gündeme getirebilir. Böyle bir süreçteyiz. Bunu görmeliyiz. Yeni gelişmeleri değerlendireceksek böyle değerlendirmeliyiz. Biz bir süreden beri böyle tartışıyoruz. Bazıları son NATO toplantısını, yine Afganistan’daki durumu, AKP-MHP faşizminin güçlendirilmesi olarak gördüler. Farklı görüşler oldu. Bunların doğru olmadığı, tam tersine giderek hepsinin sonuçlarının AKP-MHP faşizminin çöküşünde odaklanacağı daha fazla açığa çıktı. Bunu rahat söyleyebiliriz ama tekrar etmekte yarar var; her şeyi yine de mücadele belirliyor. Pratik mücadele belirleyecek. Hiçbir şey kendiliğinden, mücadelesiz olmuyor, olmaz da.
Eğer bu tarihsel sürecin dersleri iyi çıkartılırsa, imkânlar ve fırsatlar yaratıcı tarz ve kazanımcı üslupla zamanında doğru değerlendirilirse, ideolojik duruşla politik esneklik, ilişki ve ittifaklar zamanında iyi oluşturulur ve kullanılırsa ‘Dem Dema Azadiyê’ hamlesinin ikinci yılında, 12 Eylül darbesinin 42’nci yılında AKP-MHP faşizmine karşı savaşı, direnişi, özgürlük mücadelesini daha da büyütüp tırmandırabiliriz. Türkiye’ye yayabiliriz. Bu yılı tecridin kırıldığı AKP-MHP faşizminin yıkıldığı yıl haline getirebiliriz. Gelişmeler bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Biz de bunu mümkün kılacak bir düşünce gücünü, iradeyi ve tarz yaratıcılığını mutlaka gösterebilmeliyiz.
12 Eylül darbesinin her yılında Önderlik TC’deki gelişmeleri ve mücadelemizin sonuçlarını değerlendirirdi. Biz de 42’nci yıla giriş kapsamında bunu böyle değerlendirebiliriz. Dikkat edilirse 42’nci yılda mücadeleyi büyütmek için imkânlarımız daha fazla; faşizm daha çok tecrit oluyor ve çöküşe gidiyor. Özgürlük Mücadelemiz daha büyük zaferlere ulaşma imkân ve fırsatlarına her zamankinden daha fazla sahip. Bizim görevimiz bunu değerlendirmek ve özgürlüğü kazanmaktır.