Sal: 39 / Hejmar: 469 / Çile 2021
Şehitleri doğru anlamak zafer çizgisinde militanlıkla mümkündürÇile 2021
Mazlum Pîr Kürt realitesi cumhuriyet tarihinin yanlış iliklenen ilk düğmesidir. Kaynağını İttihat Terakki zihniyetinden alır. O zihniyet ki, bu coğrafyanın en kadim halkına çok büyük acılar yaşatmıştır. Ermenilere ve Rumlara yapılanlar en bilinenleridir. Farklı dinlere mensup halkların tasfiyesi Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve hemen ardından gerçekleştirildikten sonra geriye kalanlar içinden tek bir ulus yaratmak, temel amaç haline getirildi. “Dönem, ulus devleti gerektiriyordu, başka bir seçenek yoktu” demek, koca bir palavradır. Türkiye’de tekçi zihniyet İttihat Terakki ile gelişmişti; bu mikrobu Batı’dan kaptıkları da doğruydu. Ama içtenlikle sahiplendiler! Türkçülüğün gerçek mimarlarının Türk olmadıkları biliniyor. Uluslararası düzeyde bir oyun kurgulandı, Türkiye de bunun kendi çıkarına sonuç vereceğini düşünerek buna dahil oldu. “Şeyh Sait’i İngilizler destekledi, Musul elimizden gitti” diyerek, borçlu oldukları Kürtlere, borcunu ödeme niyetleri olmadığı için düşmanlık üretmeyi esas aldılar. Oysa dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün İş Bankası yayınlarından çıkan hatıralarını bile okusalar orada, “Şeyh Sait İsyanında İngiliz parmağı göremedik” değerlendirmesini bulacaklardır. Peki bunu bilmiyorlar mı? Daha fazlasını bildiklerinden kuşku yok ama dedik ya borçlarını ödemeye niyetleri olmadığı için daha büyük yalanlara başvuranlar gibi, ilk suçlarını kapatmak amacıyla daha büyük suçlara başvurmaktan çekinmediler. Kürt’ü, Kürdistan gerçekliğini hatırlatacak her şey beraberinde bir sorgulamayı getirecekti. “Hadi barışalım” noktasına gelinirse “iyi de neden bozuştunuz?” sorusu sorulacak ve doğallığında geçmişle yüzleşme gündeme gelecekti. Şêx Seîd, Agirî, Zîlan, Dersim katliamları, kültürel soykırım uygulamaları bu amaçla gerçekleştirildi. Tüm bunları Anadolu halklarından saklamak için yalanlara başvuruldu; tam bir özel savaş uygulandı. Özel savaş, yalanlara dayalı olarak yürütülen savaştır. Bu yapıyı sürdürebilmek amacıyla tüm devlet sistemini buna göre kurdular. Kürt’ü yok etmekle huzura kavuşacaklarını sandılar. Birkaç odası olan bir ev düşünün. Bir odası kapalı ve “kesinlikle o odanın kapısı açılmayacak, orada ne olduğu sorulmayacak, ne söylenirse onunla yetinilecek!” diye sert bir tonla ev halkının sürekli tehdit edildiğini hayal edin. O evde huzur olur mu, demokratik bir ortamdan söz edilebilir mi? Kürt meselesi bir tabudur Yanlış iliklenen ilk düğmeyi düzeltmenin her geçen gün kendileri açısından daha zor ve sonuçları açısından daha yüzleşilemez olduğunu fark ettiler. Bunun farkına vardıkça daha büyük bir şiddete yöneldiler. Evin reisi geçinenler, zaman zaman yasaklı odaya giriyor, oradan çeşitli sesler duyuluyor ama kimse ya soramıyor ya da kendine söylenenle yetinip sorgulamıyordu. Kapalı odada görece sessizliğin sağlandığı an’lar, huzurun hakim olduğu yanılgısına yol açtı. Hani 90’lı yıllardan bu yana savaşın tırmandığı süreçlerle çok sık dile getirilen “Silahlar susmalı ki sorunu siyaseten konuşabilelim” klişesi var ya, onun tam bir demagoji olduğunun kanıtı 1938-1984 yılları arasında geçen onlarca yıldır. Hakeza 1999-2004 arasındaki yıllar da bu lafların demagoji olduğuna kanıt teşkil edecek süreçlerdir. Böyle bir rejimin baskısı altında değil örgütlenebilmek, Kürt halkı adına en ufak bir ses çıkarabilmek bile mümkün değildi. Odaya kapatılanların kâh ölümle, kâh zulümle ve tehditle, bazen de kültürel operasyon ve vaatlerle hizaya sokulmaya çalışıldığını biliyoruz. Sayısız örnek sıralanabilir. Bugünün anlı şanlı gazeteci ve bürokratlarından bazılarının ilk mesleğe girdikleri zaman meslek büyüklerinden aldıkları birinci öğüdün “Hangi konuyla uğraşırsan uğraş, sakın Kürt melesine bulaşma!” olduğunu itiraf etmeleri bile çok şey anlatır. Bu devlet için Kürt meselesi bir tabudur, yumuşak bir karındır, günahlarıyla yüzleşme, yalan rejiminin çorap söküğü gibi çözüleceği ilk halkadır. Suçları çok olduğu için çözüme cesaretleri yoktur. O nedenle hayat-memat meselesi olarak görmektedirler. Kürt meselesini çözmeye karar vermiş bir devlet, özel savaş rejiminden vazgeçmeyi kabul etmiş bir devlet demektir. Önder Apo da çok sık olarak bunu hatırlıyor ve “Özel harp dairesi bu zihniyetiyle olduğu gibi yerinde duruyorken, demokratikleşme zordur. Henüz kendi cumhurbaşkanının katillerini bile yargılayamamış bir rejim ortadayken, benim PKK’yi silahsızlandırmam nasıl düşünülebilir?” diyordu. Önderlik bu gerçekliğin farkına bugün varmış değil kuşkusuz. Nasıl bir rejimle karşı karşıya olduğunu daha ilk adımlarında gayet iyi biliyor, tüm benliğinde hissediyor. “Kürdistan sömürgedir sözünü ilk önce Haki’nin kulağına fısıldadığımda yarı baygın hale geldiğimi hatırlıyorum” demesi boşuna değildir. Neye kalkıştığını, neyi karşısına aldığını, nasıl bir ciddiyetle bu mücadelenin yürütülmesi gerektiğini daha ilk sözlerinde iliklerine kadar duyumsuyor. Kürtlük söz konusu olduğunda, devlet çok gaddar ve acımasız. En küçük bir kıpırdamanın cezası darağaçlarıdır; devlet bunu her an hissettiriyor. Önderliğin babası bile bunu fark etmiş, “Solcuların arkasında hiç olmazsa Ecevit var, Kürtlerin kimsesi yok, çok tehlikeli” diyor. Öte yandan ahlaki ve vicdani değerler bu gerçeğe kayıtsız kalınamayacağını dayatıyor. Kemaller, Hakiler, kapalı odadakiler özgür olup huzura ermedikçe, bu evin genelinde de huzur olmayacak düşüncesiyle Önderliğe katılıyorlar. Odadaki mücadelenin daha ilk günden önce odadakileri, beraberinde ev hanesinin tamamını ve giderek tüm mahalleyi özgürleştireceği bilinciyle hareket ediliyor. Bu bilincin tohumları ülkenin dört bir yanına serpiliyor. Ortada, henüz patlamış tek bir mermi yoktur. Derken 18 Mayıs 1977’de, Önder Apo’nun “Benim gizli ruhum” dediği ve fiiliyatta da Önderliğin resmi yardımcılığını yürüten Haki Karer arkadaş bir komplo ile katlediliyor. Önderliğe verilmek istenen mesaj çok açık. “Ateşle oynuyorsun, yanarsın!” Önder Apo, bu mücadeleye ilk karar verdiğinde zaten ateşle oynanmadan yol alınamayacak denli ciddi bir yola girildiğini fark etmişti. Babası öldüğünde gözyaşı dökmeyecek Önderlik, Haki arkadaşın cenazesi için Antep’e yola çıkarken düşüncelidir. Otobüs yolculuğuna tanıklık eden arkadaş, Önder Apo’nun yanaklarından gözyaşlarının süzüldüğünü fark eder ve işte o zaman anlar ne kadar büyük bir değerin yitirildiğini. Herkes öfkelidir, bir şeyler yapılmasını dayatırlar. Önderliğin yüreği herkesten fazla yansa da soğukkanlılığını yitirmez. Her eylemi, her duruş ve sözüyle öğretmen olan Önder Apo ilk şehidimiz şahsında, şehitlere nasıl yanıt olunması gerektiği konusunda da yol gösterici olur. Her şehadet muhasebe ve mücadele gerekçesidir “Her şehadetin içinde bir eksiklik vardır. Anıya bağlı olan, şehidin vasiyetini esas alan, aslında birincil planda o eksikliği gidermekle görevlidir. Ben Haki Karer’in şehadetinde eksikliği hemen şöyle tespit ettim. Ki, Haki’nin az çalışmasından, amaç bağlılığından, onun eksikliğinden ileri gelmiyordu. Amaca -o koşullarda- ve çabaya hepimizden daha fazla bağlıydı ve katılan birisiydi. Ama objektif olarak eksiklik, örgüt yoktu; eksiklik örgütün sürekliliği yoktu. Demek ki benim bu şehadete yapabileceğim en büyük iyilik, hem örgütü yaratmak ve hem de onun sürekliliğini sağlamaktı. Dönem için yerine getirilmesi gereken bu görevleri esas aldık. Şehidin anısına karşılık verdik. Sonuç çok önemli tarihi bir gelişme oldu.” PKK ile süreklileşen örgüt gerçekliğinin yaratılması bu şehadete verilen karşılıktı. Tetikçiler elbette cezalandırıldı ama yanıt çok daha kurumsal ve hamlesel olabilmeliydi; yapılan da bu oldu. Diyarbakır Zindanı’nda yaşanan şehadetlere verilen yanıt, gecikmeksizin ülkeye dönüş ve silahlı atılımın başlatılmasıydı. Atılımın 1984’e sarkması Önder Apo’nun hala eleştiri konusu yaptığı bir durumdur. Yine Egîd hevalin şehadetinde yaşanan eksikliği ve karşılığın nasıl verildiğini yıllar önce şöyle belirtiyor Önderlik: “Egîd için hatırlıyorum, şehadetindeki temel eksiklik, o şehadette olası gerçekleşebilecek noksanlık neydi? Gerillalaşamama tehlikesiydi. Benim anı değerlendirmesinde yaptığım tespit, en az ellişer kişilik gruplar halinde gerillayı Kürdistan dağlarında gezdirebilirsek, bu şehidin anısına en uygun karşılığı veririz dedik. Ve bir yıl geçmeden bu civarda gerillayı Kürdistan’da harekete geçirdik. Ondan sonraki gerilla gelişmelerinin kesinlikle Egîd’in anısına amansız bağlılığın bir gereği olarak geliştiğini düşünmelisiniz. O, çok önemli bir görevdi, çünkü gerilla erimek üzereydi. Var olan gruplar her an dağılmakla karşı karşıyaydılar. Tüm gücümüzü ortaya koymasaydık, Egîd’in anısı da hızla hafızalardan silinebilirdi. Ama yüklendik, yıl yıl yüklendik. Sonuç; işte gerillanın bugünkü düzeye gelmesidir. Şehidin anısına sağlam bir karşılık vermenin ne kadar tarihi bir adıma yol açtığını bir kez daha gördük.” Demek ki şehide doğru yanıt vermek yalnızca ahlaki ve vicdani bir zorunluluk olmuyor, aynı zamanda amaç doğrultusunda kazandıran stratejik bir yürüyüş oluyor. İlk şehidimiz Haki Karer’den bugüne şehitlerimizin sayısı onbinleri buldu. Neredeyse dört parça Kürdistan’da şehit kanlarının sulamadığı toprak parçası kalmadı. Düşman bir gerillayı katledebilmek için yüzbinlerce lira tutarında masrafı göze alıyor, uçaklarını, helikopterlerini, binlerce askerini harekete geçiriyor. Oysa biliyoruz, binlerce yıl önceki savaşlarda bile savaş ahlakı denen bazı kurallar vardı. Bu kuralları ihlal eden yöntemler, silahlar kullanılmaz, savaşa belli dönemlerde ara verilir, taraflarının kendi cenazelerini almalarına olanak tanınırdı. Devletin çokça övgüsünü yaparak anlattığı Anzak törenleri vardır. 1915 yılında Çanakkale’yi geçerek İstanbul’u işgal etmeyi amaçlayan bu güçlerin önemli bir bölümü çatışmalar esnasında yaşamını yitirir. Binlerce kilometre öteden ve işgal amaçlı gelmişlerdir. İşte bu askerlerin cenazelerinin bir bölümü hala Çanakkale civarında bulunuyor ve kendileri için anıtlar yaptırılmıştır. M. Kemal’in ölen bu askerler için, ‘Binlerce kilometre öteden toprağımızı işgal için gelmiş olabilirler. Güçlerimizle girdikleri çatışmada hayatlarını kaybeden bu askerler, bizim vatan toprağımızda misafirdirler, aileleri metin olabilir’ minvalinde sözler söylediği belirtilir. Bu askerlerin iki kuşak sonra torunları bile her yıl Anzak Koyu olarak isimlendirilen yere gelir, kendi dini ritüellerine göre ayinler düzenler, Avusturalya, Yeni Zelanda, İngiltere devlet yetkilileri de bu törenlere eşlik ederler. TC yetkilileri de işgalci bile olsalar ölen askerlerin hatıralarına ne kadar saygılı yaklaştıklarını reklam edip dururlar. Kürdistan ana toprağımız, anavatanımız. Türkler 1071’de Anadolu’ya gelmeden önce de bu topraklarda yaşıyorduk. Bin yıl şöyle ya da böyle birlikte yaşam söz konusu oldu. Kürdistan ve Kürtlük 1920’lere kadar vardı. 1915’teki işgale birlikte direnilmişti. Ama her ne olduysa, işgalciler baş tacı, buna karşı birlikte direnilen Kürt halkı ayak altı edilmeye çalışıldı. İşgal için gelirken ölenlere anıtlar, her yıl düzenlenen görkemli törenler layık görülürken, Kürdistan’daki işgale, inkara dur demek için direnirken katledilenlere bir mezar toprağı bile çok görüldü, cesetleri kurda kuşa yem edildi. Hala toprakla buluşamamış on binlerce şehidin varlığından söz edilebilir. Mezarsız Kürt önderleri Şêx Seîd, Seyîd Riza ve nicelerine reva görülenler, zulüm zihniyetinin boyutunu göstermesi açısından önemlidir. Şêx Seîd idam sehpasında, “Dünya yaşantımın sonu geldi. Ulusum için kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız bizi düşmanlarımızın önünde mahcup etmesin” derken bir vasiyet bırakıyordu. Tıpkı diğer arkadaşları gibi. Seyîd Riza’nın bizzat M. Kemal’in yüzüne söylediği ifade edilen, “Sizin oyunlarınızla baş edemedim bu bana dert oldu ama ben de önünüzde diz çökmedim bu da size dert olsun” sözleri gerçek takipçileri için yol gösterici birer emir niteliğindedir. Önder Apo, Egîd hevalin 1986’daki şehadetine ilişkin, ‘‘Eğer tüm gücümüzü ortaya koyup hızla yanıt olmasaydık Egîd’in anısı da hafızalardan silinebilirdi” derken, şehitleri yaşatan mücadele gerçekliğine işaret ediyor. Bugün tüm Kürdistan’da binlerce Egîd varsa, yeni doğan çocuklara gururla Egîd ve diğer şehitlerin ismi veriliyorsa yükseltilen mücadele sayesindedir. 1938’de Dersim direnişi katliamla ezilip, kültürel soykırım tüm boyutuyla devreye konulduktan sonra Dersim’de doğan çocukların içinde Kemal, İsmet, Kazım isimlerinin yaygınlığı bu katliam politikalarının aldığı mesafe ile ilgilidir. “Neden gözünüzü şerefli ölüme dikmek yerine zafere dikmiyorsunuz?” PKK’nin bir intikam ve hesap sorma hareketi olarak ortaya çıkması ile birlikte unutturulmaya çalışılan, toprağa gömüldüğü ve bir daha gün yüzü görmeyeceği düşünülen tüm değerler bir bir ortaya çıkarılmaya başlandı. Şêx Seîd, sadece yaşlıların anılarında acı bir hatıra olarak kalmıştı, en duyarlı insanlarımız bile ancak kulaktan kulağa fısıldayabiliyordu bu direnişi. Seyîd Riza’nın aziz hatırası da ancak bu düzeyde ele alınabiliyordu. Oysaki insanlık tarihinin kıymetli birer abideleriydiler. Ama şunu biliyoruz ki; nice insanlık abidesi hala toprağın altındadır. Emekle, çabayla, uğurlarına verilecek insanlık mücadelesinin yükseltilmesiyle hakkettikleri yere taşırılmayı beklemektedirler. Şêx Seîd ve Seyîd Riza’nın hala huzur içinde yatabilecekleri birer mezarı olmayabilir ama PKK ile birlikte çok güçlü bir şekilde dirildiklerini kim inkar edebilir? Heval Egîd’in de hala bir mezarı yok, cenazesinin Newala Qesaba’ya (Kasaplar Deresi) atıldığı söyleniyor. Bedeni yok edince fikriyatı da ortadan kaldıracaklarını düşündüler. Ama asıl olanın ruh olduğunu ve teslim alamadıkça, bedene ne yaparlarsa yapsınlar en fazla kendilerini aşağılayacaklarını göremediler. Bedeni ele geçirince sevinenler, ruhu teslim alamadıklarını görünce çılgına dönerler. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Spartaküs’ten, Bruno’ya, Hallac-ı Mansur’dan, Şeyh Bedrettin’e, Denizlere, Mazlumlara kadar esir düştükleri halde gözlerindeki feri yitirmeyenler, temel insanlık değerlerinin beslenme kaynakları olarak güç vermeye devam ediyorlar. Onlar eşsiz mücadele ve direnişleriyle rollerini oynadılar, anlamasını bilenler için rollerini oynamaya sonsuza kadar devam edeceklerinden kuşku yoktur. Egemen güçler onları ve temsil ettiği değerleri unutturmaya çalışacaklar, bunda şaşılacak bir şey yok. Unutturamayacaklarını gördükleri anda bu değerlerin içini boşaltmaya, özünden saptırmaya çalışacaklardır. Bu soy değerlerinden beslendiklerini, onlarla aynı idealleri paylaştıklarını iddia edenler nasıl yaşayacak, nasıl bir tutum içinde olacaklardır? Bizler için asıl olan budur. Bu değerler bizler için mazide kalan kıymetli birer hatıra olarak mı güçlenecek yoksa bu, günümüzü de aydınlatan dipdiri birer meşale olarak mı değerlendirilecek? İşte bunun için gerçekçi bir muhasebe şarttır. Mikro düzeyde olduğu kadar makro düzeyde de bu muhasebeyi başarıyla gerçekleştirip iradeleşebilenlerin önü açıktır. Toplumsal mücadeleler tarihinden tutalım tekil şehadetlere kadar, doğru ve yanlışlar neydi, duygusallığa ve dogmatizme düşmeden gerçekçi sonuçlar çıkarabilmek ve elde edilen bu sonuçları en yaratıcı ve kararlı bir şekilde uygulayabilmek, şehitlerin de ruhunu şad edecek en doğru tutum olacaktır. PKK için “29. isyan” tanımı yapılıyor devlet tarafından. İsyan olarak tanımlanan süreçlerin çoğu aslında imhaya karşı direniş duruşlarıdır. Ama çoğu acımasızca ezilmiştir. En uzun direniş birkaç yılı geçmez, çoğu lokal düzeyde kalmış, önce yalnızlaştırılmış, daraltılmış, sonra boğulmuştur. Şêx Seîd ve Seyîd Riza esaretlerinin hemen ardından, birkaç ay içerisinde idam edilmişlerdir. Diğer direniş önderlerinin başlarına gelenler de biliniyor. Elbette tüm bunların muhasebesi yapılmalıydı ki benzer akıbetlerle karşılaşılmasın. Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin şehadetleri için de aynı şey söylenebilir. Önder Apo bu süreçleri ve çıkardığı dersleri, nasıl bir yanıt geliştirdiğini etraflıca anlatmıştır. Birçok parti kaynağında bu değerlendirmelere ulaşılabilir. Önder Apo’daki bu yaklaşım, amansız tecrit ortamında, sınırlı bilgi akışı içerisinde dahi derinleşerek sürmektedir. Şehadet gerçeği Önderliğin en fazla üzerinde durduğu konulardan biriydi. Bir şehadet yaşanmışsa ayrıntılara kadar sorardı. “Nasıl olmuş, nerede olmuş, süreç nasıl gelişmiş?” gibi sorularla mutlaka konuyu tüm yönleriyle öğrenmeye çalışır, analiz ederdi. Bazı eylemler ve şehadet görüntüleri ulaşıyordu. Böylesi durumlarda sohbet konularından biri mutlaka bu şehadetler olurdu. Gerillanın eylem anlayışından tutalım, onu böylesi bir eyleme götüren saiklere, komuta yaklaşımına kadar kapsamlı değerlendirmeler yapardı. Çoğumuzda şehadete ve şehitlere yaklaşımı duygusallığa ve yüzeyselliğe çakılıp kalma temelindedir. Üzülüyoruz, gözyaşı döküyoruz, onların anısına en güzel şeyleri yazmak ve yaşatmak istiyoruz, fırsatını bulursak intikam amaçlı ölüme koşmayı hedefliyoruz. Ama bunların tümünü kendimize göre yapıyoruz ya da yapmak istiyoruz. Şehitleri yaşatmak, mücadeleyi zaferle taçlandırmak ile mümkünse, zafer kişiliğine, onun pratikçiliğine, örgütçülüğüne, savaşçılığına ulaşabilmek gerekmiyor mu? Teoride buna evet desek de pratiğimiz çoğu zaman kendine görelik düzeyinde seyretmeye devam ediyor. Önderlik de bu yetmez anlayışlarımıza işaret ederek şunları söylemektedir: “En iyinizin gözünü diktiği şey şerefli ölümdür... Neden böylesiniz? Neden gözünüzü şerefli ölüme dikmek yerine zafere dikmiyorsunuz? Birçoğunuzdaki psikoloji bu. İşte son nefeste adımızı da anarak şehadete koşuyorsunuz. Bunun bende yarattığı psikolojiyi ne kadar hissediyorsunuz acaba? Sonuna kadar layık olacağım ve bu çizgiyi zafere taşıyacağız; yaşamımız, aldığımız nefes bu temeldedir. Bunu sonuna kadar da sürdüreceğiz. Ama istiyorum ki Önderliği, yaşarken esas alın, ona göre yaşayın, pratikleşin. Ben sizden hiçbir zaman böyle bir ölümü istemedim, aksine pratik tedbirlerimiz olmasaydı, birçoğunuz erkenden toprağa düşecekti. Şerefli ölüme göz dikenlerinize sormayayım mı; peki zaferle taçlanmayı bekleyen bu toplumsal sorunlara başarılı çözüm üretecek militanlar nerede, bu işlerin üstesinden kimler gelecek? Bu yaklaşımınız da bir kolaycılık değil mi? Önderliğin yükünü neden başarılı kadro gerçekleşmesine ulaşarak paylaşmayı düşünmüyorsunuz? Böylesi, en doğru olan değil midir?” Şehitlerin anılarına verilecek en doğru karşılık örgütlü ve bütünlüklü bir zafer yürüyüşüdür PKK, kırk yılı aşan mücadele gerçekliği içinde fedailiğini defalarca ispatlamış bir harekettir. Önder Apo da bu gerçeğe vurgu yaparcasına kırk yıllık savaş gerçekliğimizi tanımlarken, “Komutanını arayan savaş” ifadesini kullanmıştır. Şehidini, yiğidini, fedaisini, emekçisini arayan savaş demiyordu, PKK pratiği bunu sayısız kere ispatlamıştı zaten. Ama Önderlik zaferi yaratacak komuta anlayışına işaret ederek, aynı zamanda tek cümlede kitaplara sığabilecek nitelikte eleştiri ve değerlendirme yapmış oluyordu. Burada iyi niyet, dürüstlük, samimiyet ya da ölümüne bağlı olup olmama adına bir eleştiri yapılmıyor. Ama eksik olan bazı şeylere vurgu yapıldığı kesindir. Kimimizde şu düzeyde, kimimizde bu düzeyde inşa edilememiş komple kişilik! Asıl sorun biraz da burada. “Benim yedi yaşında kendimi kül ederek başardığım, kendimi yeniden yaratma eylemini sizler gerçekleştiremiyorsunuz. Öyle olunca da çoğunuz parçalılığı aşamıyorsunuz. Ortaya çıkan pratiğiniz de parçalı oluyor. Oysa komutan bütünlüklü bakabilendir, stratejisttir. Sizde bir türlü gelişmeyen de bu!” Parçalı kişiliklerin, parçalı pratikleşmeleri gibi, değerlendirmeleri de çoğu zaman bütünlüklü olmaz. Bütünü göremeyince, çıkarılan sonuç da kendine göre ve eksik kalmaktadır. Birbirini tekrar eden hatalı sonuçlar üretmesi misali bir durum ortaya çıkar. Geçen gün bir şehit anması okudum. Beşiri Ovası’nda şehit düşen arkadaşları anlatıyor. Bu arkadaşımız, kendince şehidin anısına güzel bir değerlendirme yazısı kaleme aldığını düşünmüş olabilir. Ama okuyunca hem öfkelendim, hem de acı acı tebessüm ettim. Şehadetten böyle mi sonuç çıkarılır, muhasebe böyle mi yapılır? Eğer şehadetin ardından söyleyecekleriniz bundan ibaret olursa benzer şehadetleri daha çok yaşarsınız. Ne diyor bu arkadaşımız, “Beşiri Ovası, ne zaman kana doyacaksın?” ya da “Daha ne kadar canımızı alacaksın?” Beşiri Ovası geçiş bölgesi, bu geçiş bölgesinde peş peşe şehadetler yaşanıyor, her biri çok değerli arkadaşlarımız toprağa düşüyor ve bu şehadetlerin ardından yazılan anma yazısında bu arkadaşımız Beşiri Ovası’na soru soruyor, yanıtı ondan istiyor. Daha önce de benzer içerikte değerlendirme yapanlar olmuştu. Bu arkadaşımızın iyi niyetine bir şey diyemeyiz ama bu kadar mı olur? Soruyu Beşiri Ovası’na değil kendinize soracaksınız. Gerillacılık temelinde aklını en iyi kullanan böyle yapar. Göz göre göre bu kadar kayıp veriliyorsa bu yürüyüş tarzında bir sorun olduğunu anlamak ve çözüm üretmek için üstün zeka gerekmez. Kafa patlatıp çare üretecek olan biziz, böylesi şehadetlerin tekrarını önleyecek yol ve yöntemleri ertelemeksizin bulacak olan biziz. Bunu yapmayacaksın, çare olmayacaksın, peş peşe, biri birinin kopyası olan şehadetlerin aynı mekanda yaşanmasını izleyeceksin, ondan sonra da suçu Beşiri Ovası’na atıp, “Daha ne kadar canımızı alacaksın, doymadın mı?” diye soracaksın. Sen gerçekten Beşiri’de şehit olanların anısına doğru karşılık vermeyi istiyorsan önce bu şehadetlerden doğru sonuç çıkarmayı, sonra en yerinde tedbirler geliştirmeyi bileceksin, kendini o güce getireceksin. Anma yazılarını okuyoruz; maalesef çoğu duygusallığın ötesine geçemiyor. Şehitlerimizi şiirlerde, öykülerde, roman ve filmlerde anlatın ama anılarına verilecek en doğru karşılığın örgütlü ve bütünlüklü bir zafer yürüyüşü olduğunu unutmayın. Şehitler her şeyden çok sizden bunu bekler. Şehitlerle yürümek devrimci bir yürüyüştür Şehitler ve anma sözleri genelde bir arada kullanılır; şehitler için düzenlenen etkinlikler de anma etkinlikleri olarak tanımlanır. Anı, geçmişte kalan hatıralar demektir. Ancak şehitler gerçeğine böyle yaklaşılmaz, en azından böyle yaklaşılmadığı iddia edilir. Yıl dönümlerinde düzenlenen etkinlikler sadece şehidi hatırlama ve hatırlatma eylemi olarak dile gelmez, o çizgide bir mücadele kararlılığının tekrarlandığı platformlar olur. Niyet böyle olsa da pratikleşme buna göre midir diye sorulduğunda, söze değil eyleme bakarak yanıt olma gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Kapitalist modernitenin en temel özelliği tüketiciliği ve yüzeyselliği hakim kılmasıdır. Modernitenin bu özelliği bulaşıcıdır, bulaştırabildiği ölçüde kendini güvende hisseder. Birçok değerin içini boşaltması, adet gereği yerine getirilmesi gereken ritüellere dönüştürmesi bu zihniyetin ifadesidir. Anlam yoğunluğu hissedilmiyor ya da anlık, kısa süreli kalıyor, ardından bilinen yaşama geri dönülüyor. Sanki olağan yaşam akışı içinde bir parantez açılmış, o parantezin kısa süreli aralığında duygusal bir etkileşim yaşanmış, parantez kapandıktan sonra yaşam kaldığı yerden devam etmiş! Ağır bir durum ama böyle olup olmadığının göstergesi nasıl yaşadığımız, ne için yaşadığımıza pratikte verdiğimiz yanıtla belli oluyor. Kuantum Bilgeliği ve Tasavvuf adlı kitaptan şöyle bir alıntı yapmak yerinde olur: “Her insan, atom modelindeki elektronlara benzetilebilir. Elektronlar merkezde bulunan bir çekici gücün etrafında belirli yörüngelerde dönerler. Her elektronun kendi yörüngesi bulunur ve keyfi olarak bir yörüngeden diğerine sıçrayamaz. Bunun nedeni elektron enerjisinin süreksiz oluşu ve ancak belli enerji değerlerinde bulunabileceğidir. Elektronun bir yörüngeden diğerine sıçrayabilmesi için belli bir eşik enerjisinin üzerinde enerji alması gerekir. Aldığı enerji eşik enerjisinin üzerinde ise farklı bir yörüngeye aniden sıçrayan elektron derhal aldığı enerjiyi salarak eski yörüngesine döner. Çünkü atomun dengeli bir yapı olarak varlığını sürdürebilmesi için her elektronunun kendisine has olan yörünge içinde hareket etmesi gerekir. İşte, insan da genelde böyledir. Bir konferansa gidip konuşanın dediklerini dinler veya bir konsere gidip müzik dinler ve o ortamdan aldığı enerjinin etkisiyle aniden farklı bir boyuta sıçrama yapabilir. Birden kendini çok mutlu ve aydınlanmış hissedebilir. Aynen, elektronun aldığı enerjinin etkisiyle farklı bir enerji seviyesine sıçrayışı gibi farklı ve yüksek bir gerçeklik katına sıçrayabilir. Bu duruma “hal yaşamak” adı verilir. İnsanlar halden hale geçerler ama bu haller geçicidir. Bulundukları ortamın verdiği enerji ile kısa bir süre üst benlik katına sıçrarlar ama o ortamdan çıktıkları anda eski benlik katları ne ise o kata geri dönerler. Eğer en alt benlik katında iseler, ortamın etkisi geçtiği anda yeniden emir-komuta işleyişi benlikleri ele geçirir ve o katın gerçekliğine geri dönerler.” Bu durumu her birimiz kendimize, çevremizdeki tanıklıklarımıza uyarlayabiliriz. Çeşitli uyarıcı etkilerle, kitap, şiir, film, eylem içinde bulunduğumuz ortamın etkisiyle birdenbire çok farklı bir insan olduğumuzu hissedip, bu etkinin dağılmaya başlamasıyla farklı bir kulvara geçiyorsak, tam da halden hale geçiş anlamına gelen durumu yaşıyoruz demektir. Kendi içindeki insanlığı yitirmemiş her bireyi etkileyecek olan olayların etkisiyle kısa süreliğine yüce duygulara sahip insanlar gibi kendimizi hissetmek bizleri yanıltmamalı. Nerede ve kim olduğumuzu belirleyen esas şey, yaşamımıza yön veren başat duygular ve düşüncelerdir. Bazı değerler ilke ve amaç haline gelmiş midir? Yaşam bu amaca göre mi şekillenmektedir? Duygular, tutkular ve güdüler bunun emrinde midir? Cesurca yüzleşilmesi gereken gerçekler bunlardır. Şehitlerin çizgisini zafere taşıyabilmek için zafer çizgisinin militanlarına ihtiyaç varsa, kendi kendimizle hesaplaşarak böylesi kişilikleri yaratabilme uğraşı içinde bulunmak da şehitlerin anısına verilecek doğru yanıtlardan biridir. En güzel yoldaşların kaybı yürekleri sarsmıyorsa, insanlığımızdan çok şey yitirmişiz demektir Çokça tanık olunmuştur, genellikle Türkiyeli devrimci grupların gerçekleştirdiği şehit anmalarında, saygı duruşu esnasında bir şiar haline gelmiş olan “Vaktimiz yok onların matemini tutmaya / akın var güneşe akın, güneşin zaptı yakın” mısraları yüksek sesle okunur. Burada en çarpıcı ve gerçekten de değerli olan ifade, “Vaktimiz yok onların matemini tutmaya” vurgusu oluyor. Doğrudur, yerindedir, değerlidir, talimattır ve görevdir. Yani ölenler, dövüşerek bir amaç için toprağa düşmüşlerdir ve bu şehadetler özgür, eşit, adil ve demokratik bir yaşamın müjdecisidirler. Dolayısıyla aynı amaçla kavgaya tutuşmuş devrimciler, tabancadan fırlamış bir mermi gibi hedeflerine kilitlendikleri için esas hedef bu amaca ulaşmak olmalıdır. Böylesi mücadelelerde şehitler olur ama durmak olmaz. Hedefe varmak o denli kutsaldır ki, şehitlerin matemini bile tutmaya vakit yoktur; matem zafer gününe bırakılmıştır. Zafer gününde de şehitler manevi olarak orada olacağı için en anlamlı anma ve kutlama birlikte, tüm yitirilenlerle iç içe gerçekleştirilecektir. Zaten toprağa düşenler de “Matemimle uğraşmayın, hedefe yürümeye devam edin, eskisinden daha hızlı, daha güçlü yürüyün” demektedirler. İşte bu şiardaki değerli anlamın bu olduğu ifade edilir. Peki ya yaşanan? İçimizde, dışımızda, o örgütte, bu örgütte, fark eder mi? Kendimizi bu değerler karşısında sorumlu hissediyor, amaç ve hedefler konusunda ortaklaştığımızı düşünüyorsak muhasebeyi de buna göre yapmak durumundayız. İyi niyetli olabiliriz, acılarını yüreklerimizde hissedebiliriz, uğruna toprağa düştüğü amaçlarının gerçekleşmesini de canı gönülden isteyebiliriz ama bu yeterli gelmiyor. Hele de yoldaş olduğumuzu düşünüyorsak! Yoldaşlık sorumluluk yükler, görev yükler, hatırlamaktan çok daha fazlasını zorunlu kılar. O nedenle şehitlere yoldaş olabilmek çok kolay değildir. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya, şiarıyla hüzünlenip, heyecanlananlarımızın vakti ne kadar bu amaca göre geçiyor? İster “eski tüfek” olalım, ister yeni. “İyi ama” deyip onlarca, yüzlerce gerekçe sıralanabilir fakat tüm bunların yerine kendimizle yalın ve samimi bir yüzleşmeyi gerçekleştirebilmek belki zor gelebilir ama bir şeyleri değiştirebilme potansiyeli taşıdığından daha devrimci bir tutum olacaktır. “Şehitler ölümsüzdür” deyip, onların ardından biri ölmüş gibi yasa girmek çelişki değil midir? Bedenlerini bir daha göremeyeceğiz, bir daha onlarla fiziken yan yana olamayacağız, bunun özlemini, acısını hep hissedeceğiz; bu doğru ve gayet insani bir duygudur. Onların her birini tek tek çok arayacağız, her birinin bıraktığı boşluğu belki de tüm yaşamımız boyunca hissedeceğiz. Önder Apo’nun Heval Haki’nin şehadetinin ardından döktüğü gözyaşları da bunları anlatıyor zaten. Önderliğin halen şehit arkadaşları özlemle anması, araması, onların yaşarken ölümsüzleşecek denli büyük kişilikleri nedeniyledir. “Kemal sağ olsaydı her şey çok farklı olabilirdi” sözleri kaybın büyüklüğüne yapılan bir atıftır. Hakeza diğer arkadaşlar için de böyle. En güzel yoldaşların kaybı yürekleri sarsmıyorsa, insanlığımızdan çok şey yitirmişiz demektir. Bu sarsıntı neye yol açıyor, yaşama küsüp içe kapanarak yas tutmaya mı, daha büyük ve örgütlü zafer yürüyüşüne mi? İlkini yapanlar şehitlerin ölümünü kabullenirken, ikincisini yaşamının amacı haline getirenler şehitleri ölümsüz kılanlardır. Şehitlerin yol göstermeye devam ettiği belirtiliyorsa, gösterilen istikamette tek hedef vardır. Zafere ulaşmak! Onların gösterdiği yolda yorgunluk, yılgınlık, sistemiçileşme yoktur. Bu istikamette bir güzergâh izleyenler, yanlış yola girip nefesi erkenden tükenenler olabileceği gibi, tercihini bilinçli bir şekilde böyle yapıp vicdan tatmini amacıyla yıl dönümlerinde şehitler için olağan yaşamlarında kısa bir anma parantezi açanlardır. Şehitlerin yoldaşları güzel sözlerle onları anlatmalı ama en az bunun kadar güzel yaşamayı da becererek onları yaşatabilmelidir, “İşte bunlar Hayrilerin, Kemallerin yoldaşlarıdır” dedirtebilmelidir. Halk eski PKK’lileri arıyor deniyorsa ve PKK’lilik adına halk toplantılarında en güzel sözlerle Hayri ve Kemaller anlatılmakla yetinilip yaşanamıyorsa, halk doğal olarak sorar, “İyi de sen kimsin, sen nesin?” yaşamıyla anlattıklarını tekzip etmek sadece kişinin kendisini basitleştirip, değersizleştirmez. Eğer şehit gerçeğinin tanınmadığı bir topluluk söz konusuysa anlattığı şehitleri de o kitle nezdinde tartışmalı hale getirir. “Şartlar değişti, koşullar değişti” diyerek mevcut temsiliyet sorunu sıradanlaştırılamaz. Değişen şartlar ne olursa olsun mütevazı yaşayarak halkla iç içe olmak, sorunlara halkla birlikte çözüm üretmek, adanmış olmak, bir lokma bir hırka anlayışı ile yaşamak değişir mi? Hakiler, Kemaller “benim evim, benim arabam, benim param” diye başlayan hiçbir cümle kurmadılar, öyle yaşamadılar. Bu cümleleri kurabilecekleri yaşamları terk ederek devrimciliğe karar kıldılar. Gerçek takipçileri hala böyle yaşamaya devam ediyor. Şehit gerçekliği en ciddi olunması gereken konuların başında gelmektedir. Ne tek başına duygusallık ve hüzün ne de anlık bir intikam arayışçılığı bu ciddiyetin içini doldurmaya yeter. Önder Apo şehit acısını yüreğinde en fazla duyumsayandır ancak moralinden, üretkenliğinden, yaşam enerjisinden ve başarma inancını milyonlara yaymaktan bir an bile geri durmadı. Her fırsatı bunun için değerlendirdi. Her diyalog, her görüşme, her nefes, her söz mücadeleyi daha da büyütme vesilesi haline getirildi. “Şehitlerin vasiyetine gereken karşılığı verecek şekilde son nefesine kadar yaşayacağım” sözleri ve yaşama yüklediği anlam, ciddiyetin nasıl olması gerektiği açısından da öğreticidir. Önder Apo’nun, özellikle yetmez pratikler karşısında öfkelendiği, kızdığı doğrudur ama tek bir saniye moralsiz olmamıştır, tek bir sözü öylesine söylememiş, varlığıyla, yaşamıyla, davranışıyla, sözleriyle, sevgisiyle, ilgisiyle, giyim kuşamıyla örnek düzeyde yaşamıştır, yaşamaya devam etmektedir. Zaten bu nedenle değil midir ki şehitler son sözlerinde “Önder Apo varsa mücadele yarıda kalmaz” inancını ifade edercesine Önderliğe haykırarak toprağa düşüyorlar. Bu ne kadar gerçekse, bütün yükü Önderliğin sırtına yükleyen yetmez kadro duruşumuz da bir o kadar gerçektir. Şehitler geçmişte kalan bir anı değil, bugünü ve geleceği aydınlatan birer meşale ise buna göre yaşadığını iddia edenlerimizin hem bu aydınlatıcı yolda neleri gördüğünü hem de ne kadar buna göre yaşadığını sürekli bir muhasebe konusu yapması gerekiyor. Sürekli sorgulanması, hatalardan arınma, yeni hedeflerin üzerine daha donanımlı bir yürüyüş demektir. Bunun arayışı ve kesintisiz iradeleşmesi demektir. İşte bu nedenle şehitlerle yürümek devrimci bir yürüyüştür. Bunu başarabildikçe Önderliğin yükünü hafifletme ve şehitlere yoldaş olma çizgisine yakınlaşacağımız açıktır. | ||
© 2021 Serxwebûn |