Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Türk egemenleri en taklitçi sınıftırKanûn 2020
Orhan Kendal Toplumsal olgular, tarihsel gerçekliklerinden kopuk olarak ele alınamazlar. Bir olgunun bugününü anlamak için geçmişini bilmek gerekir. Toplum geçmişini kültür, gelenek, zihniyet ve maneviyat olarak bugüne taşır ve canlı olarak yaşar. Geçmiş, bu anlamda olmuş, bitmiş ve geride kalmış bir olgu olarak görülemez. Bu nedenle tarih şimdidir. Birçok durumda tarihin, geçmişin günümüz üzerindeki etkisi, geçmişin kendisinden daha güçlü olabilmektedir. Her bitki kendi kökü üzerinde şekillenmektedir. Toplumsal olgular, kurumsallıklar da tarihsel geçmişlerinin birikimi üzerinde öz ve biçim kazanırlar. Bu çerçevede Türk egemen sınıflarının bugününe doğru anlam vermek ve gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmek için tarihsel gelişimlerini yakından incelemekte yarar vardır. Orta Asya’dan kabile ve aşiret düzeninde bir toplumsal formda bulunurken göç etmek zorunda kalan bu toplulukların siyasal, askeri ve idari yapıları, içinden geçtikleri uygarlıkları taklit etmekten ibaret olmuştur. Göç ettikleri alanlar uygarlığın daha yüksek aşamalarını yaşamaktadırlar. Bu alanlarda devlet ve iktidar düzenleri önemli bir kurumsallık kazanmıştır. Hiyerarşi ve sınıfsal farklılaşma belirginleşmiştir. Güç yoğunlaşması, iktidarcı odaklarda merkezileşmiş ve kendini toplumdan ayrıştırmış, toplum üzerinde katı bir egemenlik halini almıştır. Türk egemen sınıfları bu gerçeklik içerisinde şekillenmiştir. Türk egemenleri askeri olarak fethetmiş, kültürel, siyasi ve sosyal olarak fethedilmişlerdir Aşiret reisliği temelinde sınırlı bir hiyerarşi ve farklılaşmayı yaşayan Türk egemenlerinin prototipini oluşturan bu kesimler, içinden geçtikleri uygarlıkçı egemen sınıfların durumuna büyük bir gıpta ile bakmış ve onlar gibi olmayı temel amaç haline getirmiştir. Onlar gibi büyük bir güce ulaşmak ve iktidarlarını sağlama almak istemişlerdir. Büyük bir aç gözlülükle imrendikleri bu gücü taklit etmekten başka bir alternatifleri yoktur. Ne dayanabilecekleri bir sınıfları ne de esas alabilecekleri bir sınıfsal tecrübeleri bulunmaktadır. Her şeyi bu uygarlık güçlerinden öğrenecek, onları taklit edecek ve mümkünse yerlerini alacaklardır. Bu onların yaşam gerekçeleri haline gelmiştir. Türk egemen sınıflarının hafızasında bu gerçeklik derin bir iz bırakmıştır. Bu nedenle olacak, gerek içte verdikleri iktidar kavgalarında gerekse de dış güçlere karşı yürüttükleri savaşlarda “ya devlet başa ya da kuzgun leşe” deyimi temel düsturları olmuştur. Ancak bu kesimler hedeflerine ulaşmak için en başta kendi içinde ciddi bir değişim evresinden geçmek durumunda kalmıştır. Çünkü; aşiret düzenileri buna engeldir. Aşiret; ortakçı, komünal bir yaşama yakındır. Hiyerarşi ve iktidarlaşmaya kolay kolay izin vermemektedir. Aşiret hem dar bir toplumsal formdur hem de iktidar ve devletleşme temelindeki kurumlaşmaları sınırlamaktadır. Bu nedenle Türk egemen sınıfları ilk elden bu aşiret bağlardan kurtulmaya bakmıştır. Aşiretin ortakçı yaşam tarzını en büyük engel olarak görmüş ve bunu her yol ve yöntemle aşmayı hedeflemiştir. Türk egemenleri aşiret reisliğinden iktidarcı kurumlaşmaya doğru evrilirken aşiretin geri kalan tüm varlığını serfleştirmeye, devletin kulu ve kendine itaat eden köleler haline getirmeye çalışmıştır. Egemen sınıf topluma bu temelde yabancılaştıkça daha fazla baskıcı olmaya başlamıştır. Çünkü toplum, bu tarzda bir ayrışma ve farklılaşmaya büyük bir direnç göstermiştir. Kendi toplumsal kültür ve yaşam tarzında ısrar etmiştir. Bir azınlığın çıkarına göre değil, kendi hayati çıkarlarına göre yaşamayı ve hareket etmeyi esas almıştır. Toplumun yeni iktidar düzenine gelmemesi Türk egemenlerinde zoru devreye sokmuştur. Baskılarda sınır tanınmamıştır. Önlerine koydukları toplumsal mühendislik projesini hayata geçirmek için ne gerekiyorsa yapmayı göze almaktan çekinmemişlerdir. Buna her türlü katliam da dahildir. Türk egemenleri kadar kendi halkına karşı suç işlemiş ve katliama varan kırımlar yapmış başka bir rejimi tarihte bulmak zordur. Toplum eski düzeninde ısrar ettikçe egemenlerin saldırısına uğramıştır. İktidarını devşirme ordularla pekiştiren Türk egemenleri ayaklanmaları bastırma adı altında yapmadık katliam bırakmamıştır. İrili ufaklı yüzlerce haklı halk ayaklanması özünde eşitlikçi ve kendi yaşamında ısrar eden toplulukların iktidarlaşan, devletleşen egemen sınıfa karşı geliştirdikleri direnişler olmaktadır. Halkını, kültürünü kendi iktidarına her zaman bir tehdit olarak gören Türk egemenleri kadar halkından nefret eden, ona karşı kin ve öfke duyan başka bir güç yoktur. En ufak bir hak talebini isyan olarak gören ve bu isyanların üzerine ordu gönderen, her muhalefeti kan ve katliamla bastıran Türk egemen sınıfı böyle kirli bir tarihe sahiptir. Halkını dağların doruklarına, bozkır ve steplere sürerek örgütlülüğünü dağıtmak istemiş ve böylece hakimiyetini sağlamaya çalışmıştır. Bu yaklaşım günümüze kadar özünden bir şey kaybetmeden devam etmiştir. Bu nedenle gerçek Türklüğün ifadesi olan Türkmen, Yörük, Tahtacı vb ayrıdır, devlet ve iktidara çöreklenen devşirme ve beyaz Türkçülük dediğimiz olgu ayrıdır. Nizam’ül-Mülk Türk egemenlerini devlet ve siyaset konusunda eğitmiştir Türk egemenleri bu şekilde toplumdan ayrışırken yöneldiği ikinci bir hedef olarak da özendikleri uygarlıkçı egemen sınıflar seviyesine çıkmak olmuştur. Bu ‘seviyeye çıkma’ sevdası Türk egemenlerinde hiç eksik olmamıştır. Hep daha güçlüye imrenme, onun gibi güçlü olma isteği, kompleksli bir ruh hali yaratmıştır. Küçüklük kompleksini güç ve iktidarla kapatmak için hep en güçlüyü taklit etme sevdasıyla yanıp tutuşmuştur. Son Türk devletinin en temel hedeflerinden birinin “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” olması bununla bağlantılıdır. Türk egemenleri askeri olarak fethettiklerini iddia ettikleri toplum ve devletlerce kültürel, siyasi ve sosyal olarak fethedilmişlerdir. Kılıç zoruyla aldıkları iktidarı, yerini aldıkları güçlerin zihniyeti ile yönetmek zorunda kalmışlardır. Onların zihniyet ve tarzını devralarak devlet olmuşlardır. İsim ve bayraklar değişse de egemenlik anlayışı neredeyse olduğu gibi devam etmiştir. Selçuklular İran’ı işgal edip egemenlikleri altına aldıklarında yerleşik olan devlet kurumlaşması ve normlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Kendilerine ait böyle bir devlet idare etme tecrübesi olmadığından, İran devletinin güçlü mirası ve birikiminin üzerine konmuş ve onu taklit ederek hayata geçirmişlerdir. Ünlü vezir-i azamları Nizam’ül-Mülk bir İranlı’dır. Yazdığı büyük eseri “Siyasetname” ile Türk egemen sınıfını, devleti nasıl yönetecekleri ve siyaset yapacakları konusunda eğitmiştir. Osmanlı padişahları bütün çürümüşlüğüne rağmen Bizans’ı olduğu gibi taklit etmişlerdir Aynı durum Bizans ile ilişkilerinde de geçerlidir. Bizans imparatorluğu Roma’nın devamı olarak bin yaşında bir devlettir. Devletçi uygarlığın bütün kirine pasına bulaşmıştır. Her türlü hile, saray oyunları, komplo ve iktidar darbeleri ile tanışmıştır. Devletin her aşamasında yozlaşma yaşanmıştır. İstanbul’un işgali böyle bir zamanda gerçekleşmiştir. Çürümüş olan Bizans’ın yeni yetme ve diri Osmanlı karşısında ayakta kalması zordur. Bu nedenle fazla bir direniş gösterilmez. Hatta bazı iddialara göre bir anlaşmayla şehrin kapısı teslim edilmiştir. Osmanlı padişahları bütün çürümüşlüğüne rağmen Bizans’ı olduğu gibi taklit etmekten geri durmamışlardır. Aynı entrika, komplo, hile ve darbeler Osmanlı sarayına taşınmıştır. Selçuklu ve Osmanlı devlet geleneği, siyaset ve yönetim tarzlarıyla İranlı ve Bizanslı olduğu kadar Türk değildir. Bunun en temel nedenlerinden biri kendine güvensizlik ve toplumsal aidiyet bağını kopardıktan sonra içine düşülen boşluktur. Bu boşluk ancak daha güçlüyü taklit etmeyle doldurulmaya çalışılmıştır. Önce bu güçlere yaklaşmış, hizmetine girmiş, paralı askeri, komutanı olmuştur. Ne zamanki ondan güç devşirip palazlanınca hemen yerine geçmiştir. Güç ve iktidar olmanın yolu kılıç zorundan geçtiğini bildiğinden askeri örgütlemeye büyük ağırlık vermiştir. Kılıç zoru içte de, dışa karşı da onu ayakta tutan esas güç olmuştur. Devlet-ordu birliği, “her Türk asker doğar” söylemi bu durumla bağlantılıdır. Aslında her Türk’ü asker ve devletin kapı kulu olarak yetiştirmek Türk halkının değil, egemen sınıfın amacıdır. Özgür toplumsallığından koparılan her Türk, iktidarın kölesi haline getirilmek istenmiş, buna diğer halklardan devşirilenler de eklenmiştir. Bu ideolojik, zihinsel inşa, dinci ve milliyetçi argümanlarla halka da mal edilmeye çalışılmıştır. Bu konuda önemli bir mesafe alındığını da söylemek mümkündür. Türk egemenleri için iktidardan, devletten daha değerli, önemli ve kutsal bir değer yoktur. Bunun için yapmayacağı bir kıyım, kötülük ve başvurmayacağı yol, yöntem yoktur. Babasını, kardeşini, oğlunu da öldürür, halkları katliamdan da geçirir. İktidar için babasını, oğlunu öldürecek kadar ahlaktan ve toplumsal değerlerden kopan bir zihniyet ne yapmaz ki! Bunlar için iki düşman vardır. Biri başta kendi halkları olmak üzere, üzerinde egemenlik kurdukları toplum, diğeri de yerini almak istedikleri dıştaki iktidar güçleridir. Topluma karşı başvurduğu temel yöntem zor olmaktadır. Karşısındaki iktidar, güç getireceğine inandığı bir devlet ise zorla ezmekten asla vazgeçmez. Ancak karşısındaki iktidar güçlü ise huyuna suyuna gitmekten, rengine bürünmekten, yaltaklanmaktan tutalım, ideolojisine girme, askeri olmaya kadar bukalemun gibi içine girmeyeceği bir kılıf kalmamaktadır. Türk egemenlerinin İslam uygarlığıyla karşılaştıklarında yaptıkları da bu olmuştur. İslam halifeliği dönemin hegemonik gücüdür. Onu cepheden karşılamaları ve yerini almaları mümkün değildir. İçine girerek, hizmetine koşarak işe başlarlar. Hemen İslam’ı kabul ederler. Halifenin asker ve komutanları olarak kraldan daha fazla kralcı kesilirler. İslam’ı ideolojik olarak benimsemeleri hiç önemli değildir. Onlar için İslam’ı kabul etmek iktidara, işgal ve yayılmaya giden bu yolda bir araçtır. Bunların kıblesi, dini imanı saltanattır, gerisi teferruattır. Çıkarlarının nereden geçtiğini çok iyi bilirler. Oldukça ilkesiz ve pragmatisttirler. İslam’ın özünü, anlamını bilmeden ve bunu önemsemeden kabul ettikten sonra yüzyıllar boyunca bundan faydalanarak güç ve iktidar olmuşlardır. İslam’ın en vurucu ve yayılmacı gücü olarak bölge halklarına kök söktürmüşlerdir. Ne zaman ki, İslamiyet hegemonik gücünü yitirip yerini kapitalist moderniteye bıraktı, bunlar da elbise değiştirir gibi İslam’ı bir tarafa bırakarak ulus devlet ve milliyetçilik temelinde Avrupa uluslarını taklit etmeye başlamışlardır. Yüz yıllarca İslam’ın akıncılığını yapanlar bu kez kapitalist emperyalist güçlerin jandarmalığını yapmaya soyunmuşlardır. Sosyalizme, halk devrimlerine karşı emperyalist güçlerin ileri bir karakolu haline gelmişlerdir. NATO ve emperyalizm adına Korelerde, Afganistanlarda halkın çocuklarını savaşa sürmekten geri durmamışlardır. Batıyı taklit etme 2. Abdülhamit zamanında başlamıştır İslam’ı bir inanç ve toplumsal sistem olarak özümseme dertleri olmadığı için, içine girmeleri kadar çıkmaları da zor olmamıştır. Din ve ideoloji değiştirmek Türk egemen sınıfı için ihtiyaç duyulduğunda itinayla yapılır. Ülkeye komünizm gerekirse onu da kendileri getireceklerdir. Yeter ki, egemen sınıfın çıkarına olsun. Hazara devletinde Yahudi olmak, Arap halifelerinin gölgesinde Müslüman olmak ya da son yüzyılda olduğu gibi kapitalist olmak hiç sorun değildir. Bu anlamda Türk egemenlerin taklit etmekte sınırları yoktur. Son yüzyılda kimi zaman Hitler Almanya’sı olmak, kimi zaman Japonya olmak, ABD olmak hep hayallerini süslemiştir. Bu amaçlarını gerçekleştirme konusunda çok fırsatçı, hilekar ve kurnaz olmuşlardır. Sömürgeci Türk devletinin gerek kuruluş gerekse gelişim sürecinde egemen sınıfın bu taklitçi karakterini her aşamada görmek mümkündür. Jön Türklerle başlayan, İttihat ve Terakki ile devam eden ve Kemalizm’le sonuçlanan Türk ulus devletinin temelleri böyle atılmıştır. Aslında Batı’yı taklit etme daha 2. Abdülhamit zamanında başlamıştır. Ordudan tutalım polis teşkilatının düzenlenmesine, istihbarat örgütünden tutalım idari kuruluşlara kadar Avrupa taklit edilmektedir. Alman imparatoru Wilhelm İstanbul’a geldiğinde, 2. Abdülhamit’e siyasi polis, casusluk konularında yardımcı olabileceğini belirtir. Bu faaliyetleri düzenlemek üzere konunun uzmanlarını Osmanlılara gönderir. Bu uzmanlardan bir polis şefi 1901’de bir gazeteye, “Çalışmalarım başarılı oldu. Türkler bütün geri kalmış toplumlar gibi üstün bir takip ve izleme kabiliyetine sahiptir” demiştir. Burada bir kez daha bu taklitçilik mahareti takdir edilmektedir! Devletin taklitçi geleneğinde İttihat ve Terakki örgütünün yeri ayrıdır Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Taklit edilen Avrupa olunca hangi Avrupa devletinin olduğu önemli değildir. Bu bazen Almanya, İngiltere olur, bazen Fransa ya da ABD olur. Türk devleti bir ordu ve istihbarat devletidir. Ordu ve istihbarat teşkilatları Avrupa’dan kopya edilmiştir. Nasıl bir zamanlar bu konuda İran veya Bizans taklit edilmişse cumhuriyet döneminde Batı ülkeleri taklit edilmiştir. Orduda Alman etkisi çok belirgin olmuştur. Osmanlı devletinin son dönemlerinde ordusunun başında Otto Liman von Sanders isimli Alman generalinin olması, orduyu bir Alman’ın yönetmesi bunu göstermeye yeterdir. Cumhuriyet döneminde de Alman ordusu model alınmıştır. Osmanlı polis teşkilatı Fransa gizli polis teşkilatının ünlü ismi François Vidocq’un çalışma sistemine göre düzenlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başta ordu ve istihbarat örgütü olmak üzere tüm devlet yapılanması ABD ve NATO’ya uyarlanmıştır. İttihat ve Terakki kadar bu konuda pervasız davrananı azdır. Orta sınıftan gelmeleri, onları sonuna kadar faşizme açık hale getirmiş, milliyetçilik yeni dinleri olduğundan en fanatik bir ırkçılığa yönelmeye kapıyı sonuna kadar açık tutmuş, taklitçi karakterleri onları kraldan daha fazla kralcı kılmıştır. Bu sömürgeci, faşist devletin tarihinde ve bu taklitçi geleneğinde İttihat ve Terakki örgütünün ayrı bir yeri vardır. Enver, Talat ve Cemal paşalar üç kişi değil, bir sınıftır; Türk egemenlerin tarihsel karakterini temsil eden rejimin bunlar şahsında somutluk kazanmasıdır. İçine girdikleri hayalperest ve maceracı politikaları, Ermenileri soykırımdan geçirmeleri, Arap aydınlarını idam sehpalarına götürmeleri, Süryanileri kılıçtan geçirmeleri, Çerkezleri baskınlarla katletmeleri, Pontusları hem katletmeleri hem sürmeleri ve aynı akıbeti Kürtler için düşünmeleri bu gerçekliklerinden bağımsız değildir. Osmanlı devletinin çözülme sürecinde açığa çıkan bir zihniyetin, Türk egemenlerinin tarihsel karakterinin somutluk kazanmasıdır. Osmanlı devletini Birinci Dünya Savaşı’nın içine bir oldu bitti ile atmak başka türlü nasıl izah edilebilir? Öyle gafletle, bilmemezlikle alakalı değildir. Gözü kara bir hırs, bir koyup on alma hesabı, dağılan bir devleti kurtarmak kadar büyük bir imparatorluğa tekrar dönüştürme hayali ile bağlantılıdır. Hesabın tutmaması ayrı bir meseledir. Hitlerin hesabı da tutmamıştır ama bu onun faşist zihniyet ve karakterini değiştirmemektedir. Bunların da başarılı olmamaları, yenilmeleri tarihsel karakterlerini ve insanlık dışı zihniyetlerini ortadan kaldırmamaktadır. Putin’in çar, Erdoğan’ın padişah olma sevdası bilinmektedir Bugün AKP-MHP ittifakı ve Erdoğan-Bahçeli kliği de aynı yolda, onların izinde yürümektedir. İsimler ve maskeler değişse de zihniyet ve karakter aynıdır. Tarih bunların şahsında hem tekerrür etmekte hem de yenilikler eklemektedir. Erdoğan’ın orta sınıftan gelmesi, faşizme kapıları sonuna kadar açık hale getirmiştir. İslam’ın iktidarcı ve kapitalizmle yoğrulan yorumunu da kendinde somutlaştıran bu kişilik, taklit etmede sınır tanımamaktadır. Uzun yıllar Avrupa Birliği’ne girmek için yaltaklanıp durmuştur. Her kesimi bu şekilde oyalamış ve kandırmaya çalışmıştır. Bu sonuç almayınca bu sefer Rusya ve ABD arasında gidip gelmeye başlamıştır. ABD ve NATO’yu Rusya’ya karşı, Rusya’yı da bu güçlere karşı kullanmaya çalışmaktadır. Şantaj, blöf, komplo ve her türlü yöntemi kullanarak güç dengeleri arasındaki çelişkilerden yararlanmayı esas almaktadır. Erdoğan’ın hayallerinden biri Putin gibi olmaktır. Türkiye’yi de Rusya haline getirmektir. Putin’in çar, Erdoğan’ın padişah olma sevdası bilinmektedir. Erdoğan kişiliksiz bir yapıda olmasına rağmen kendini kabadayı gibi lanse etmesi boşuna değildir. Ancak kabadayının da sahtesi bir yere kadar iş görür. Devletlerarası ilişkilerde kabadayılık değil, güç ve çıkar ilişkileri geçerlidir. Sömürgeci Türk devletinin bugün taklit etmeye çalıştığı diğer bir güç de İran’dır. İran köklü bir devlet geleneğine sahiptir ve Ortadoğu’da hegemonya peşinde olan bir güçtür. İran kendini bölge düzeyinde örgütlemiş ve gelecek saldırıları ülke topraklarının dışında karşılamayı esas alan bir politika izlemektedir. Ayrıca içte de istihbarat örgütlenmesine dayanarak iktidarını sağlama almaya çalışmaktadır. Halkın içinde Besic türü paramiliter örgütlenmelerle toplumu denetim ve kontrol altına almaya çalışmaktadır. İran özel savaş yöntemlerini topluma karşı yaygın bir şekilde kullanmaktadır. İran devletinin özel savaş yöntemlerindeki mahareti “Pamuk ipliği ile düşmanını boğmak” sözü ile tanımlanmıştır. Son yıllarda Türk devleti, İran’ın bu politikalarını taklit etmeye çalışmaktadır. AKP-MHP faşist iktidarına kadar Türk devletinin dış politikası devletlerin iç işlerine karışmama ilkesine dayanıyordu. Türk devletinin klasik dış politikası buydu. Ancak son yıllarda bu politika değiştirilmiştir. Başta komşu ülkeler olmak üzere Ortadoğu’da yayılmacı ve hegemonyacı bir dış politika izlenmektedir. Şu veya bu gerekçeyle ülkelerin iç işlerine karışmak ve karıştırmak bir yöntem olarak geliştirilmektedir. Bununla güdülen temel amaç o ülkelerin yeniden düzenlenmesinde başat bir aktör olarak masada yer almak ve pazarlık gücüne sahip olmaktır. Diğer bir neden de iktidarına yönelik olası saldırıları dışarda karşılama ve kendine yönelik tehditleri ülke toprakları dışında boşa çıkarmadır. İran’ın yaptığı politika bu şekilde taklit edilmektedir. Bunun temel yöntemlerinden biri de dış ülkelerde kendine bağımlı örgütlemeler geliştirmektir. İran nasıl Hizbullah, Husiler başta olmak üzere birçok Şii yapıyı stratejik hesapları doğrultusunda kontrol edip yönlendiriyorsa, faşist Erdoğan rejimi de DAİŞ, El Nusra, İhvan-ı Müslimin ve irili ufaklı birçok çete yapıyla benzer ilişkiler geliştirmektedir. Son yıllarda bunu çok etkili bir şekilde kullandığı da görülmektedir. Bu çeteleri Suriye’ye karşı yıllarca kullanmıştır. Şimdi de bu çetelerden binlercesini Libya iç savaşında kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Yine Yemen’deki iç savaşa da bu çetelerin Türk devleti tarafından gönderildiği iddia edilmektedir. Yarın başka bir ülkede de kendi çıkarları doğrultusunda bu güçleri kullanacağı açıktır. Bu çeteleri sadece Ortadoğu’da yaşanan çelişki ve çatışmalarda kullanmakla yetinmemektedir. Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya karşı bir tehdit aracı olarak da kullanmaktadır. Çetelerin başvurduğu terör ile birçok gücü etkisiz hale getirmeye, kendi politikalarına mahkum etmeye çalışmaktadır. Ancak bunları da kapsamak üzere Türk devletinin komşu ülkelerin içindeki gelişmelere bu kadar duyarlı olmasının en önemli nedeni; Kürt halkının özgürleşmesini, özgür bir statüye kavuşmasını engellemeye yönelik politikasıdır. Dört sömürgeci devlet içinde bu görevi birinci dereceden üstlenen faşist Türk devletidir. Sadece kendi sınırları içinde değil, Kürtlerle ilgili nerede bir gelişme varsa, özgürleşme imkanı doğmuşsa ona müdahale etme ve saldırılarla tasfiye etme, Türk devletinin temel stratejisi ve öncelikli hedefi durumuna gelmiştir. Kürt halkının özgürlüğünde ve bir statüye kavuşmasında kendi sonunu gören hastalıklı, ırkçı ve faşist bir zihniyet söz konusudur. Kürt halkına soykırım dayatması bununla bağlantılıdır. Kendine bağlı çeteleri yıllarca Kürt halkına ve onun özgürlük mücadelesine karşı kullanmış ancak bu çeteler Kürt özgürlük güçlerince yenilgiye uğratılınca devlet, tüm gücüyle Kürdistan’ı birçok alanda işgal operasyonlarına girişmekten geri durmamıştır. Bu faşist, soykırımcı saldırılar hızından bir şey kaybetmeden devam etmektedir. Erdoğan, iktidarı kolay terk etmeyecektir Türk devletinin, İran’ı taklit ettiği bir diğer nokta da içeride geliştirdiği paramiliter ve istihbarat örgütlemelerdir. Sömürgeci Türk devleti dışarda DAİŞ, İhvan-ı Müslimin vb çeteleri, strateji ve dış politikasının bir uzantısı ve aracı olarak kullandığı gibi içerde de çete örgütlenmelerine ağırlık vermiştir. Bu iktidar seçim gibi normal yol ve yöntemlerle iktidarı terk etmeyecek, devretmeyecektir. Faşizmin karakteri gereği seçim gibi yasal yollar onu iktidarda tuttuğu sürece bu yöntem devrede tutulur. Ancak seçimle kaybedeceğini anladığında bu yöntemleri rafa kaldırır. Ya seçim sonuçlarını kabul etmeyerek, hileler yaparak ya da seçime gitmeyerek iktidardaki varlığını sürdürmeye çalışacaktır. Bunun için faşist iktidar silahlı ve silahsız milis güçlerine ve çetelere ihtiyaç duymaktadır. AKP faşist iktidarının son yıllarda hızla bu örgütlemelere gittiği bilinmektedir. Kendi denetimindeki polis teşkilatını her gün geliştirmesi yetmiyormuş gibi ‘mahalle bekçileri’ adı altında yeni bir yapılanmaya gitmiştir. Bu bekçiler İran’daki Besiclerin rolünü oynamanın yanı sıra, olası bir muhalefeti bastırmak için de kullanılacaktır. Bunları yasal bir kılıfa büründürmesi sonucu değiştirmez. Kaldı ki, yasal olmayan birçok kontra, çete yapıyı örgütleyerek silahlandırdığı da bir sır değildir. Toplum nezdinde taban kaybettikçe, seçimlerde sonuç alamayacağını gördükçe bu faşist iktidar çete örgütlenmelerine daha fazla ağırlık vermektedir. Bir zamanlar Erbakan, “İktidara geleceğiz ama bu kanlı mı olacak yoksa kansız mı olacak belli değil” demişti. Onun çömezi Erdoğan da iktidarı kaybetmektedir ancak bu kaybediş kanlı mı olacak yoksa kansız mı olacak belli değildir. Faşist Erdoğan’ın kan ve katliamlar pahasına da olsa iktidarı kolay terk etmeyeceği ve kendini böyle bir sona hazırladığı anlaşılmaktadır. Sonuç olarak; bu iktidar ne kadar tedbir alıp, her türlü kirli yol ve yönteme başvursa da tıpkı izinden gittiği İttihat ve Terakki gibi kaybetmekten kurtulamayacaktır. Ömrünü uzatma çabaları sonuç almayacaktır. Ancak bunun kendiliğinden olacağını düşünmemek ve beklememek gerekir. Bu faşist iktidar ne kadar zayıf düşmüş ve akıntıya karşı kürek çekiyor olsa da kendiliğinden yıkılmayacaktır. Toplumsal muhalefet ve demokrasi mücadelesi bu iktidarın sonunu getirecektir. Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiye toplumunun demokrasiden yana olan tüm kesimlerinin ortak mücadelesi bu faşist iktidarı yenilgiye uğratacak, özgürlük ve demokrasi güçlerini zafere taşıyacaktır. | ||
© 2021 Serxwebûn |