Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Türkiye’de devlet gerçeği ve halkların birleşik devrim süreciCotmeh 2020
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan Yoldaşla yaptığımız röportajdır. Serxwebûn: Osmanlı’dan AKP-MHP faşist diktatörlüğüne kadar Türk devletinin karakteri nasıl tanımlanabilir? AKP-MHP iktidarının temelleri nasıl atılmıştır, özelliği nedir? Bugünkü hedef ve yöntemleri nelerdir? Bu yapıyı daha derinlikli tanımak için nereden bakmalı, nasıl ele almalıyız? Duran Kalkan: Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde başarılı olmamız için karşımızdaki AKP-MHP ittifak gerçeğini ya da adına “Cumhur İttifakı” denen oluşum gerçeğini doğru anlamamız ve çözümlememiz büyük önem taşımaktadır. Çünkü; Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci-demokratik güçleri olarak gerçekten de ciddi ve karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Son altı yılda karşımıza AKP-MHP ittifakı diye bir oluşum çıkartılmış ve bu yapı neredeyse Türkiye’de her şeyi ele geçirir hale gelmiş durumdadır. Gerçekten AKP-MHP ittifakı iki partinin kendi arasında ittifak yapması mıdır? Cumhur ittifakı denen yapı sadece bir partiler ittifakı mı olmaktadır? AKP-MHP ittifakı temelinde oluşturulan Tayyip Erdoğan yönetimi gerçekten bir hükümet midir? Yoksa devlet ve iktidar gerçeği haline mi geldi? Bir anda böyle bir ittifak yapısı kim ya da kimler tarafından, nasıl oluşturuldu? İki parti arasındaki ittifak nasıl bu kadar sorunsuz ve etkili bir biçimde yürüyor? Türkiye’de resmi partiler olan AKP’si, CHP’si, İYİ Partisi bile kendi içinde bin bir türlü sorun yaşarken nasıl oluyor da AKP-MHP ittifakı sorunsuz yürüyor? Partiler kendi içinde bu kadar parçalıyken iki parti ittifakı nasıl bu denli bütünlüklü olabiliyor? Bunun arkasında yatan gerçek güç nedir? Bu ittifak nelere dayanmaktadır? Çok dillendirilen yerli ve milli kavramı ne anlama geliyor? Bu temelde oluşturulan ve ‘Türk milliyetçiliği’ denen ideoloji gerçekten ne kadar yerli, ne kadar yabancıdır? Benzeri soruları çok daha fazla sormak ve bu sorular temelinde açıklayıcı ve aydınlatıcı bir düşünce sistemine ulaşmak gerektiği açıktır. AKP-MHP yönetimine karşı ‘mücadele’ diyerek, ‘AKP-MHP faşist bir yönetimdir’ söyleminde bulunarak ya da sadece ‘faşist diktatörlük kurulmuş, bu aşılmalıdır’ diyerek karşımızdaki gücü doğru ve yeterli bir biçimde tanıyamayız ve analiz edemeyiz. Karşımızda olan ve mücadele ettiğimiz gücü doğru ve yeterli bir çözümlemeye kavuşturamazsak o zaman bu güce karşı bütünlüklü, doğru ve yeterli bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürütemeyiz. Mücadelenin teorisini, programını, hedeflerini doğru ve yeterli biçimde oluşturamayız. Doğru bir stratejik anlayışa ulaşamayız. Yaratıcı taktikler, mücadele yol ve yöntemleri geliştiremeyiz. Dolayısıyla da ne kadar cesur ve fedakâr da olsak, ne kadar hamleler düzenleyip seferberlik ilan etsek, ne kadar çok sokakta ve zindanda direnişçi konumda bulunsak da karşımızdaki gücü yenilgiye uğratan ve mücadelede zafer kazanan bir duruma gelemeyiz. Nitekim bu kadar yoğun mücadele edilmesine, seferber olunmasına, zindanlarda, sokakta, dağda, yurtdışında bu denli direnilmesine rağmen dikkat edilirse tüm bunları sonuç alıcı bir stratejik ve taktik mücadelede birleştirmek ve AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratmak öyle kolay mümkün olmamaktadır. Düşmanımızı iyi tanımamız gerekiyor Aslında birçok yandan bakınca gerçekten çok zayıf, çok parçalı, adeta çöküp yıkılmakta olan bir sistem ömrünü uzatmakta, varlığını sürdürmekte, bir türlü yıkılıp yenilgiye uğratılamamaktadır. Bu nedenle doğru mücadele yol ve yöntemleri bulabilmek, yine sonuç alıcı bir tarzla mücadele edebilmek için kesinlikle düşmanımızı iyi tanımamız gerekiyor. Kendisiyle mücadele ettiğimiz ve yenilgiye uğratıp aşmak istediğimiz gücü iyi analiz etmemiz, çözümleyebilmemiz şart oluyor. Çünkü gerçekten ortada karmaşık bir durum var. Son derece yanıltıcı durumlar söz konusu. Örneğin; en despotik, diktatöryal bir sistem kendisini yüz yıldır ‘cumhuriyet’ diye adlandırıyor ve herkese de kabul ettirmeye çalışıyor. Bunun cumhuriyet olmadığını söyleyenler bile, onu cumhuriyet olarak tanımlamak zorunda kalıyorlar. Örneğin; kendi çıkarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen ve kabul etmeyen Tayyip Erdoğan kişiliği ve etrafında oluşan çıkar yapısı kendisini demokratik bir güç olarak ilan edebiliyor. Demokrasi hareketinin içinden geldiğini söyleyebiliyor. Yine örneğin yüzde yüz kapitalist modernite ajanlığı, gladiosu pozisyonunda olan Devlet Bahçeli ve MHP gibi bir güç kendisini Türk milliyetçisi, Türk yurtseveri olarak ilan edip Türkiye’de herkesi buna inandırabiliyor. Kısaca cumhuriyetle alakası olmayan bir rejimin kendini cumhuriyet ilan ettiği, demokratik düşünce ve eylemden yüzde yüz uzakta olan bir kişiliğin, yönetimin uzun süre Türkiye’yi demokratikleştirecek bir güç olarak görüldüğü, kapitalist sistemin ajanı konumunda olan, gladio örgütlenmesini temsil eden bir gücün kendisini Türkçü, milliyetçi, hatta bütün Türklerin sözcüsü olarak ilan ettiği bir ortamla karşı karşıyayız. Deyim yerindeyse ‘at izi ile it izi gerçekten birbirine karışmış’ durumda. Kimin ne olduğu, neyi temsil ettiği, nereden gelip nereye gitmekte olduğu belli değil. Her türlü söz söylenebiliyor. Her an birbirini dışlayan, ret eden kavramlar ile durum izah edilmeye çalışılabiliyor. Kısaca son derece muğlak, karmaşıklaştırılmış, demagojik bir ortam söz konusu. Demagojinin adeta her şeye hâkim olduğu, özel savaşın giderek derinleştirildiği ve toplumun psikolojik savaşla yönetildiği bir gerçeklikle yüz yüzeyiz. Çok açık ki bütün bunları doğru anlamadan, yine doğru çözümleyip yerli yerine oturtmadan, her türlü muğlaklığı, demagojiyi, aldatmayı ortadan kaldırarak, bütün maskeleri düşürerek gerçekleri net bir biçimde açığa çıkartıp olduğu gibi ortaya koymadan ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı doğru ve yeterli bir biçimde tespit edemeyiz. İnsanları, Türkiye ve Kürdistan halklarını, kadınları, gençleri, işçi ve emekçileri de doğrular temelinde eğitmemiz, ikna etmemiz, bilinçlendirip örgütleyerek AKP-MHP faşist diktatörlüğünü yıkacak ve Kürt özgürlüğüne dayalı demokratik bir Türkiye’yi gerçekleştirecek bir sonucu elde etmemiz mümkün olmayacaktır. Bu nedenle düşünce açıklığı ve sistematiği önemlidir. Kendimizi, Türkiye ve Kürdistan toplumlarını tanımak kadar düşman gerçeğini, mücadele ettiğimiz iktidar ve devlet sistemini doğru ve yeterli anlayıp ona karşı sonuç alıcı yol ve yöntemleri geliştirebilmek de çok fazla önemli olmaktadır. AKP-MHP ittifakına karşı mücadelede zayıf bir duruş ve parçalılık var Bugün AKP-MHP faşizmine karşı herkes mücadele ettiğini söylüyor ama bu faşizmi nasıl yıkacaklar? Faşizm kendisini nasıl ayakta tutuyor? Hangi stratejik yaklaşımla AKP-MHP faşist diktatörlüğü yıkılabilir, yenilgiye uğratılabilir, aşılabilir? Bu mücadelenin yol ve yöntemleri neler olmalı? Dikkat edilirse bu sorular farklı cevaplar buluyor; kimisi barış mücadelesinden söz ediyor, kimisi demokratik kitle eylemliliğiyle yetiniyor, kimisi protestolar içinde bulunuyor. Kimisi propaganda-ajitasyonla faşizmin saldırılarını, soykırım, katliam ve terörünü, suçlarını teşhir etmekle, kimisi diplomatik faaliyetler yürütmekle sonuç alacağını sanıyor. Oysa AKP-MHP faşizmi küresel kapitalist sistemin ortaya çıkarttığı en üst düzeydeki bir gladio yönetimi, bütünlük arz eden bir özel savaş sistemi olarak kendisini yaşamın tüm alanlarında örgütlüyor, eğitiyor, donatıyor, silahlandırıyor ve bu temelde topyekûn bir faşist, sömürgeci ve soykırımcı saldırı yürütüyor. Başta Kürt halkı olmak üzere diğer azınlıklara, kadınlara, gençlere, Alevilere, işçi ve emekçilere, toplumun tüm kesimlerine bu faşist-soykırımcı saldırılarını yayıyor. Söz konusu bu saldırılarda hiçbir ayrım yapmıyor. Her türlü silahı kullanıyor, her türlü yönteme başvuruyor. Kendisini başarıya götürecek ne varsa onu uyguluyor. Onun dışında hiçbir hukuki, ahlaki kural dinlemiyor. Her türlü hakareti yapıyor. İnsanları linç ediyor. Ağır katliamlar yapıyor. Sudan bahaneler yaratarak on binleri zindanlara dolduruyor. Ağır baskı ve işkenceler geliştiriyor. İdam cezasının yerini tutan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları veriyor. Hatta idamı geri getirmeyi bile tartışıyor. Taciz-tecavüz, kadın katliamları tam bir soykırım düzeyinde sürdürülüyor. İçerdeki bu faşist baskı ve terör dışa dönük savaş olarak pratikleşiyor. Rojava’yı işgal ediyor, Başûr’u işgal ediyor, Suriye’yi işgal ediyor, Katar’da işgalci bir güç konumunda. Libya’da savaş yürütüp işgal saldırılarında bulunuyor. Kafkasya’da savaş halinde; Azeri-Ermeni savaşını körüklüyor, tahrik ediyor. Doğu Akdeniz’i neredeyse bir savaş alanı haline getirmek istiyor. Şimdi karşımızda bütün bunları son derece planlı ve örgütlü bir biçimde yürüten bir rejim var. Günlük pratikte yaptıkları ortada. Fakat AKP-MHP faşizminin bütün bu yaptıklarına denk bir cevap verilmedi. Devrimci-demokratik hareketin kendisini bu düzeyde planlı, örgütlü ve eylemli kılmadığı çok açık. Devrimci ve demokratik hareket çok dağınık ve parçalı. Öyle ki; herkes birlikten yana görünüyor ama ortaya doğru-dürüst bir birlik çıkmıyor. Oluşturulan birlikler büyümüyor, yeterince ve hızlı bir biçimde pratiğe dönüşmüyor. Herkes kendine göre bir hamle planlıyor. Herkes kendi kulvarından mücadele ediyor ve aslında bütün bunlar gücü parçalıyor. Enerjiyi dağıtıyor. Faşist diktatörlüğe karşı tek bir kanaldan mücadele edilip sonuç alınmasını engelliyor. Aslında AKP-MHP faşizmi bu kadar zulüm, katliam, baskı, soykırım uygularken, aynı zamanda insanları buna karşı bütünlüklü ve ciddi bir mücadeleye yönelmekten de alıkoyuyor. Bu kadar dağınıklık, parçalılık bir de buradan kaynaklanıyor. Öyle bir hava veriliyor ki yıkıldı yıkılacak, gitti gidecek, ömrü bitti, bitecek, deniliyor ve insanlar bu faşist diktatörlük karşısında son derece günübirlik kalıyorlar. Bedeli ne olursa olsun onu göğüsleyerek uzun vadeli plan-program oluşturma, strateji geliştirme, bu temelde gerekli birlikleri, ittifakları oluşturup örgüt ve mücadele yöntemleri bularak topyekûn bir devrimci-demokratik mücadeleyi ortak bir anlayış temelinde geliştiremiyor. Devrimci-demokratik cephede böyle bir sorun var ve bu sorunun altında AKP-MHP faşist diktatörlüğünün doğru ve yeterli anlaşılamaması yatıyor. Bir hükümet midir? Devlet ve iktidar mı oldu? Kimler getirdiler? Bu konularda net olmayan bir durum var. Doğru anlayışın yeterli bir biçimde ortaya çıkartılamaması, bir de sanki benimsenememesi söz konusu. Düşüncedeki bu yetersizlik mücadele hedeflerinde, programında, yol ve yöntemlerinde, tarz ve taktik geliştirmede zayıf kalmayı, parçalı olmayı, geç kalmaları ortaya çıkartıyor. Antifaşist devrimci-demokratik direniş için çok büyük imkânlar, fırsatlar olmasına rağmen bütün bunlar az pratiğe dönüştürülüyor. Büyük ölçüde heba oluyor. Bir geç kalma, erteleme, AKP-MHP ittifakına karşı mücadelede yetersiz kalma, zayıf bir duruş, parçalılık ortaya çıkmış bulunuyor. Bütün bunları aşmak için söylemler var. Günlük tartışmalar yürütülüyor. Girişimler de var fakat dikkat edilirse devrimci hareketlerin ileri düzeyde bir ittifakı, cepheleşmesi gelişemiyor. Halkların Birleşik Devrim Hareketi dört yıldır bir mücadele içerisinde ama kendisini pratikleştirmede de, büyütmede de gerekli adımları yeterince atabilmiş değil. HDP demokratik blok oluşturma iddiasıyla birçok girişimde bulunuyor fakat var olanı devam ettirmekten öteye geçemiyor. Herkes birlik ve ittifaktan yana ama bu pratikte gerçekleşmiyor. Sonuçta söz konusu parçalılık AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratacak bir mücadelenin pratikte ortaya çıkmasını engelliyor. Mücadele yol ve yönteminde, tarz ve taktiklerinde parçalılık ortaya çıkıyor. Kısaca devrimci-demokratik hareket çok parçalı, dar-yüzeysel, ortak hedeften, ortak stratejiden yoksun, dolayısıyla bütünlüklü bir örgütlenme ve mücadele geliştirmekten uzak. Bu da faşist diktatörlüğün ömrünü uzatmasına hizmet ediyor. Faşizme karşı mücadeleyi zayıf ve yetersiz kılıyor. Devrimci-demokratik mücadele için ortaya çıkan fırsatların yeterince değerlendirilmesini engelliyor. Böyle bir durumda ne kadar cesaret ve fedakârlık da olsa, ne kadar direngen davranılsa da, ne denli bedel ödense de bütün bunlar istenen sonucu vermiyor. Bizi amacımıza güçlü bir biçimde götürmüyor. O halde bu durumları aşmamız gerekli. Bu durumları aşmamız için de kendimizi, toplumumuzu doğru ve yeterli tanımak kadar mücadele ettiğimiz düşman gerçeğini de doğru ve yeterli tanımalıyız. AKP-MHP faşizmi hangi güce dayanıyor? Gerçekten AKP-MHP ittifakı nedir, nereden ortaya çıktı, kim veya kimler ortaya çıkardı, Türkiye halklarının, Kürtlerin başına kim bela etti? Bu kadar parçalılık ortamında nasıl bu kadar sorunsuz süren iki parti ittifakı oluştu? Bu ittifak neye dayanıyor? Hangi zihniyeti ve siyaseti esas alıyor? Nasıl bir tarihsel geçmişe dayalı, günümüzde gücünü nereden alıyor? Osmanlı bir hanedanlık yönetimiydi. Kemalizmi ordu var etti. Kemalist cumhuriyet orduya dayalı var olup yaşayan bir sistem oldu. Kemalist yönetim ordunun gücüne dayandı. Peki, bu AKP-MHP faşizmi hangi güce dayanıyor? Ortada ne hanedan var ne doğru-dürüst üretim, maddi imkân var, ne ordu ve devlet bürokrasisi kaldı. Hiç birisini bırakmadılar. Tümüyle istihbarata, tekniğe, çete örgütlülüğüne dayalı bir sistem ortaya çıkartılmış durumda. Bu sistem nasıl bir sistem, kimler çıkarttı, kimlere dayanıyor? Karşımızdaki gücü bu sorular temelinde doğru çözümlediğimiz oranda ona karşı mücadelenin amaçlarını, stratejik-taktik yapılanışını, ittifaklarını, mücadele yol ve yöntemlerini doğru buluruz, etkili uygularız ve başarılı oluruz. Böyle bir düşünce gücü ortaya çıkartmadan, analiz geliştirmeden, ortak düşünce oluşturmadan güçlü bir birlik ve mücadele ortaya çıkartamayacağımız, dolayısıyla ne kadar zayıf olsa da düşmanı yenilgiye uğratamayacağımız açıktır. Bugün AKP-MHP faşizminin son derece zayıf bir konumda olduğunu, imkânlarını tüketmiş olmasıyla çöküş sürecinde olduğunu söylüyoruz ama dikkat edilirse hiçbir güç kendiliğinden çökmüyor, çözülmüyor. Onu çökertecek, çözecek vuruşları yapan bir karşı güce ihtiyaç duyuyor. Bir devlet-iktidar gücü, faşist diktatörlük çözülecekse, çökertilecekse, onu çökertecek vuruşlar yapan devrimci-demokratik mücadeleye ihtiyaç duyuluyor. İşte böyle bir mücadeleyi doğru, derinlikli, yeterli bir anlayış temelinde, özellikle de düşman gerçeğini doğru anlayıp çözümleme temelinde ortaya çıkartabiliriz. Şimdi bunlar temelinde baktığımızda, ister hükümet diyelim, ister devlet diyelim, ister iktidar diyelim bugün AKP-MHP faşist yönetimi olarak ortaya çıkan ve bunların hepsini birlikte temsil eden gücün tarihsel bir oluşum süreci var. Kendiliğinden ortaya çıkmadı. En dar anlamda bu yapılanmanın Türkiye cumhuriyeti denen devlet sisteminin içinde doğduğu ve son şekli olduğu açık bir gerçek. Evet, 29 Ekim 1923’te kuruluşunu ilan etmiş olan Türkiye cumhuriyeti devletinin 97. yıldönümü yaşanıyor. Aslında böyle bir yıldönümü vesilesiyle de Türkiye’deki iktidar ve devlet sorununu yeniden ele almak, çözümlemek, özellikle AKP-MHP ittifakı şahsında devlet ve iktidar gerçeğinin ne anlama geldiğini, nasıl bir gelişme kaydettiğini yeniden değerlendirip ortaya koymak hem gerekli hem de anlamlı oluyor. AKP-MHP ittifakı söz konusu cumhuriyetin 100. yıldönümü için daha farklı hazırlıklar yapıyor. O yıldönümünde yeni bir devlet ve iktidar gücünü ilan etme çabası, hazırlığı içerisindedir. Bizim de bunun alternatifi olan bir güç olarak bu gerçekleri iyi görmemiz, doğru değerlendirmemiz ve kendi alternatifimizi başarıyla geliştirecek bir çabayı ve mücadeleyi mutlaka ortaya çıkartabilmemiz gerekiyor. Şimdi demek ki günümüzde AKP-MHP faşist diktatörlüğü biçiminde ortaya çıkan yapılanışı doğru anlamak için yüz yıldır adına ‘cumhuriyet’ denen sürecin gelişiminin, olaylarının doğru anlaşılması gerekiyor. Adına ‘Türkiye Cumhuriyeti’ denen olayın doğru anlaşılabilmesi için de en azından Osmanlı imparatorluğu denen sistemin doğru anlaşılması gerekiyor. Çünkü Türkiye cumhuriyeti devleti de Osmanlının yıkıntıları üzerinden kuruldu. Evet, Osmanlı imparatorluğu ortadan kalktı, yerine ‘Türkiye Cumhuriyeti’ adıyla bir devlet kuruldu. Birçok değişiklik oldu ama dikkat edilirse bir devlet sistemi devam ediyor. Hükümetler, iktidarlar değişiyor, çeşitli değişiklikler oluyor ama devlet, devlet olarak kalmaya devam ediyor. AKP-MHP, TC ile Osmanlı geleneğini daha güçlü bir birine bağlayan bir yapı geliştirdi Beş bin yıllık Sümer’den başlayan bir devletçi-iktidarcı sistem ortaya çıkmış, dünyanın değişik alanlarına yayılmış, gelişmiş bir sistem olarak bugün varlığını küresel-hegemonik bir yapıya kavuşturmuş bir biçimde sürdürüyor. Bazı yerlerde yıkılıyor, başka güçler tarafından yeniden kuruluyor, bazı yerlerde geriliyor, bazı yerlerde gelişiyor. Biri yıkılıyor, diğeri kuruluyor. Çeşitli adlar takılıyor ama devlet, devlet olarak kalmaya, varlığını sürdürüp hükmünü icra etmeye devam ediyor. Bu bakımdan Osmanlı’nın da böyle bir devletçi geleneğe dayandığı, İstanbul merkezli devletleşmenin beş bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin temel bir yapısı olduğu tartışma götürmeyen bir gerçek. Gerçekten de Osmanlı sistemini kendisinden önceki devlet ve iktidar gelişiminin etkili bir sentezi olarak görmek, öyle basit görmemek lazım. Bir yandan İran-Selçuklu devlet geleneğini, kültürünü kendisine temel almış, bir yandan da Sümer, Mısır’a dayalı ve en son halkası İslam devletleşmesi olan devletçi geleneği kendine dayanak yapıyor ve esas olarak da Bizans devlet sisteminin geleneği üzerine oturuyor. Bizans sistemini yıkarak, onun üzerinde, onun bir devamı biçiminde kendi devlet yapısını kuruyor ki, Bizans’ın da ilkçağın en büyük devletleşmesi olan Roma imparatorluğunun temel bir parçası olduğu biliniyor. O halde 13. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar üç yüz-dört yüz yıl boyunca şekillenme mücadelesi yaşayan ve Osmanlı imparatorluğu adıyla oluşan devletleşmenin bütün bunların bir sentezi olduğu açık bir gerçek. Altı yüz yıl boyunca devam eden hanedanlığının bütün bu hanedanlıklar geleneğini, kültürünü özümsediği, Osmanlı sarayının tüm sarayların kültürlerini kendisinde birleştirerek yeni bir sentez ortaya çıkardığı açık bir gerçek. Avrupa, Asya, Afrika kavşağında altı yüz yıl boyunca hüküm süren bir hanedanlığın ve saray sisteminin ortaya çıkmış olması böyle bir sentezi oluşturmasına bağlıdır. O halde Osmanlı oluşumu deyip geçmemek lazım. Sonunda yıkılmış, aşılmış diye Osmanlı sentezini küçümsememek gerekli. Burada oluşan devlet ve iktidar sistemini, padişahlık düzenini gerçekten doğru anlamak lazım. Birinci Dünya Savaşı denen dört yıllık savaş içinde siyasi ve askeri olarak belli bir parçalanmayı yaşamış olsa da kuşkusuz yüz yıllara yayılan bir süreç içerisinde oluşmuş Osmanlı sisteminin, zihniyetinin, siyasetinin, kültürünün ortadan kalktığı, yok olduğu biçiminde algılanamaz, ifade edilemez. Dolayısıyla da Türkiye cumhuriyeti bu sistemden ayrı bir devletleşme değildir. Her ne kadar Kemalizm böyle bıçakla keser gibi bir yaklaşım geliştirmiş olsa da gerçek öyle değildi. Nitekim AKP-MHP faşizmi Kemalizm’in kendinden önce, Osmanlı sisteminden kendini bıçakla keser gibi koparan anlayışını düzeltti, kurumlaşmalarını değiştirdi. Aslında TC ile Osmanlı’yı daha güçlü bir birine bağlayan bir yapı geliştirdi. Bir tür sentezleme AKP-MHP faşist diktatörlüğü tarafından da ortaya çıkartılıyor. Burada şunu da ifade etmek lazım: Evet Osmanlı üç kıta arasında Ortadoğu’nun devletleşmesi olarak bir bütünlük kazandı ama her zaman bütün dünyayı ele geçirmeyi, iktidar ve devlet sisteminin hepsini kendi egemenliğinde toplamayı hedef aldı. Tıpkı Moğollar gibi, Cengiz Han gibi Avrupa’ya yürüyüp bütün devletçi sistemi denetim altına almayı önüne hedef koydu. Bunun için öncelikle Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya yürüdü. İktidar ve devlet sisteminin ortaya çıktığı alanları kendisine temel yaptı. Irak’ı, Mısır’ı, Hicaz’ı aldı. İslam’ın kılıcını kuşandı. İdeolojisini esas aldı. Bu temelde Hristiyan âlemi yok ederek Roma’yı ele geçirmeyi, dünyanın tek devleti olmayı hedefleyen bir yönelim içerisine girdi. Bunu biliyoruz. Fakat Avrupa’da gelişen kapitalist sistem, Avrupa devletleşmesinin kapitalist moderniteye evrilmesi bunu durdurdu. Eğer Avrupa öyle bir aşamaya geçmeseydi Osmanlı’nın bu hedefi karşısında duramayabilirdi. Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yayıldığı gibi Osmanlı bütün Avrupa’ya da yayılabilirdi. Diğer yandan İran’a da, Asya’ya da öyle uzanabilirdi. Fakat bu hedeflerini gerçekleştiremedi. Kapitalist gelişme bunun önünü kesti. Ama şunu bilmemiz lazım: Yani burada her zaman dünyayı ele geçirmek ve tek devlet olmak isteyen bir anlayış, ruh vardı. Demek ki İstanbul merkezli devletleşmede dünyanın tümünü ele geçirme hedefi öngörülmüştü. Bu Osmanlı sisteminde de bir anlayış olarak varlık gösterdi. Kendini yerli sanan Türk milliyetçiliği Avrupa’nın fikir ürünüdür Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa kapitalizmi karşısında ilerleyemediği gibi gerilemekten ve Avrupa kapitalizminin çeşitli operasyonlarına da maruz kalmaktan kendini kurtaramadı. İlkçağın bütün devlet sistemlerini sentezleyerek oluşan Osmanlı imparatorluğu kapitalizm çağı karşısında gerilemeye, operasyonlar yemeye, iktidar ve devlet sisteminin yeni modernitesi olan kapitalizm tarafından değişim ve dönüşüme uğratılmaya başlatılmıştı. İlk operasyon 18’inci ve 19’uncu yüz yıllarda yaşandı. Tanzimat’tan Meşrutiyete, Jön Türklerden İttihat ve Terakki yönetimine kadar gerçekleşen bu operasyonlar 20. yüz yılın ilk çeyreğinde Birinci Dünya Savaşı içerisinde, Türkiye’de yeni bir zihniyet ve siyaset ortaya çıkardı. Esas olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin fikirlerinde ve yönetim tarzında bu durum yaşandı. Panislamizm ile imparatorluğu ayakta tutamayan, dışa bağımlı, devlet fideliğinde yetişen Türk aydınlaşması bu sefer Birinci Dünya Savaşı içerisinde ve İttihat-Terakki yönetimi altında Pantürkizme, yani Turancılığa yöneldi. Türk milliyetçiliği denen ve günümüzdeki ağır hasta yapısıyla Anadolu’yu, Mezopotamya’yı, Ortadoğu ve bütün dünyayı tehdit eden tam bir ırkçı, şoven soykırımcılık olarak ortaya çıkan zihniyet ve siyaset yapısı, işte böyle bir süreç içerisinde ve esas olarak da Birinci Dünya Savaşı’nın çelişki ve çatışmaları ortamında şekillendi. Yüzde yüz Avrupa modernitesinin fikir ürünü olmasına, yani yabancı ve dış kaynaklı olmasına rağmen kendisini yerli sayan, dışa karşı mücadele ettiğini sanan, sözde kapitalizme, emperyalist saldırıya karşı duran, ona karşı hep savaş yürüten bir düşünce olarak kendisini tanımladı. Bu denli bir yapısal çelişkiyi kendi içerisinde taşıdı. Bu çerçevede de ırkçı-şoven yapıdan soykırımcılığa kadar ilerledi. Kapitalist emperyalizmin Osmanlı topraklarını paylaşma ve Osmanlı’yı yutma yönelimi karşısında sahte bir emperyalizm karşıtlığı olduğu kadar esas olarak halklar karşıtı, kültürler karşıtı olma özelliğini taşıdı. Avrupa kapitalist saldırıları karşısında varlık gösteremeyince, Anadolu’da, Mezopotamya’da halkların, kültürlerin yok edilmesi, soykırıma dayalı olarak ordu ve devlet egemenliği altında bir Türk ulusu yaratma anlayışına yöneldi. Bunun Almanya ile ittifak halinde, İngiltere, Fransa ve Rusya’yla savaşılan bir ortamda oluştuğunu biliyoruz. Söz konusu Türk milliyetçiliği böyle bir çelişki ve çatışma ortamında, bu çelişki ve çatışmaların etkisi altında oluştu. Irkçı-şoven-soykırımcı-savaşçı karakterini buradan aldı. Bunu İttihat ve Terakki’nin paşaları, örneğin Enver paşa bütün Türklüğü birleştirme hayali biçiminde uygulamak istedi. Mustafa Kemal ise Enver paşanın yenilgisi ardından İttihat ve Terakki’nin pantürkist yaklaşımının bir hayal olduğunu görerek Misak-ı Milli biçiminde tanıdıkları TC sınırları içerisinde söz konusu Türk uluslaşmasını gerçekleştirmeyi hedefledi. Kısaca günümüzde de devam eden Türk milliyetçiliğinin hangi ortamda ve nasıl bir çelişki ve çatışma içinde doğup şekillendiğini iyi anlamamız gerekiyor. Evet, Jön Türkler hareketiyle, İttihat ve Terakki Cemiyetiyle şekillendi ama bunlara yön veren, bunları koşullandıran kesinlikle kapitalist modernitenin hegemonik saldırısıydı. Birinci Dünya Savaşı içerisindeki çelişkili ve çatışmalı durumdu. Yani Türk milliyetçiliğinin kendisinin de iddia ettiği gibi bu ideoloji yerli-milli değildi, Anadolu’nun ve Ortadoğu’nun koşullarından kaynaklanmadı, dış saldırıya, emperyalizme karşı savaş içinde oluşmadı. Tam tersine emperyalist çelişki ve çatışma içerisinde bazı kapitalist güçlerle işbirliği yaparak, bazılarıyla da savaşarak ortaya çıktı. Aslında kapitalist modernitenin küresel hegemonik bir güç haline gelirken, bunun şekillendiği bir alan olan Ortadoğu’da, onun hâkimi konumunda bulunan Osmanlı’da böyle bir ırkçı-şoven-soykırımcı Türk milliyetçiliği zihniyeti ve siyasetini de ortaya çıkardı. Bu zihniyet ve siyaset Osmanlı’nın ürünü olduğu kadar, iktidar ve devlet sisteminin, onun kapitalist modernite düzeninin de bir ürünüydü. Kapitalist modernitenin küresel-hegemonik yapı kazanmasının ortaya çıkardığı zihniyet ve siyasetti. Bu gerçeği iyi anlamak gerekli. Yani Türk milliyetçiliği denen son derece ırkçı-şoven-faşist-soykırımcı karakterde olan bu zihniyet ve siyasetin, tamamen kapitalist modernite sisteminin küresel hegemonik hale gelirken yaşadığı çelişki ve çatışma ortamının bir gereği ve çıkarlarının bir ifadesi olarak ortaya çıkartılmış bir zihniyet ve siyaset olduğunu bilmemiz gerekir. TC, Osmanlı’nın reformdan geçirilmiş yeni bir versiyonu olarak şekillenmiştir Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya, daha özgün olarak Türkiye’ye dönük ikinci operasyonu Kemalist hareket olarak değerlendirilebilir. Kemalist hareket zaten bunu inkâr etmemektedir. Aslında Osmanlı hanedanlığına karşı kendisini kapitalist modernite devrimi olarak da tanımlamaktan geri durmamaktadır. Birinci Dünya Savaşı içeresinde yenilen, parçalanan Osmanlı’nın külleri, yıkıntıları üzerinden sınırlı bir silahlı çatışmaya dayalı olarak Kemalist harekete ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ adıyla yeni bir devlet kurdurmayı küresel-hegemonik kapitalist modernite sistemi kabul etmiştir. İdeolojik olarak İttihat ve Terakki’de şekillenen Türk milliyetçiliğini, İttihat ve Terakki’nin yeni bir versiyonundan başka bir şey olmayan Kemalist hareket de kabul etmiştir. Irkçı-şoven-soykırımcı özelliklerini olduğu gibi almıştır. Anadolu ve Mezopotamya’da ‘Türkiye Cumhuriyeti’ adıyla Ermeni, Asuri, Rum, Kürt soykırımları üzerinden bir devlet kurmayı ve bu devletin egemenliği altında Türk ulusu yaratmayı öngörmüştür. Aradaki fark, Enver paşanın Pantürkist, Turancı, yani Orta Asya’daki bütün Türklüğü birleştirme yaklaşımını hayali bularak TC sınırları olarak oluşturduğu yeni siyasi sınırlar içerisinde bu milliyetçiliği uygulama ve ona dayalı bir ulus devlet sistemi yaratmayı öngörmüş olmasıdır. Bu nedenle Enver hayalci, Mustafa Kemal ise gerçekçi bulunmuştur. Somut koşullara göre hareket eden kişi olarak değerlendirilmiştir. Tabii bu milliyetçilik bütün dillerin, milletlerin Orta Asya Türklüğünden yayıldığı gibi bir hedefi savunamayınca bu sefer devletçi uygarlığın başlangıcına dönmüş, ona alternatif olarak da bu sefer Mustafa Kemal ‘Güneş Dil Teorisi’ adı altında Sümer’den başlayan devletçi sistemi, Türklüğün başlangıcı saymış, dolayısıyla bütün devlet yayılımını Türklüğün yayılımı olarak tanımlamıştır. Nasıl ki TC sınırları içerisinde devlet gücüyle bir ‘Türk ulusu’ yaratılıyorsa aslında Sümer’den doğup dünyaya yayılan bütün devletleri Türklüğün yayılımı, Türklükten doğup başkalaşan yapılanmalar gibi, çocukların bile inanmayacağı bir safsatayı yeni bir tarih tezi olarak geliştirmiştir. Kemalist devletin esas tanımlaması iktidar ve devlet sisteminde kendini göstermiştir. Osmanlı’nın mutlakiyetçi ve meşrutiyetçi yapısı ardından kendini ona alternatif olarak gördüğü ve tanımladığı için alternatif bir sistem biçiminde kendisinin Cumhuriyet olduğunu söylemiş ve 29 Ekim 1923 tarihinde ilan etmiştir. Türkiye cumhuriyeti devleti Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde bu biçimde kurulmuştur. Aslında Osmanlı’nın reformdan geçirilmiş, operasyon yemiş yeni bir versiyonu olarak şekillenmiştir. Adına cumhuriyet dense de esas olarak cumhuriyet ile her hangi bir bağı olmamıştır. Ordunun kurduğu bir devlettir. Ordunun yönetim, komuta gücü olarak Mustafa Kemal paşanın diktatörlüğü biçiminde şekillenmiştir. Her ne kadar bu cumhuriyet deneyimi için bir meclis öngörülse, sözde seçimlerle yönetimler belirleniyor olsa da, aslında Osmanlı’nın son dönemindeki meşrutiyet sistemini bile aşamamıştır. Evet, bir meclis, sözde oradan çıkan, oradan seçilen cumhurbaşkanlığı, hükümet ve benzeri şeyler olmuştur ama bunlar devlet diye tanımlanan ordunun izni ve yönlendirmesi temelinde gerçekleşmiştir. Yani Osmanlı’daki hanedanlığın yerini Türkiye cumhuriyetinde ordu almıştır. Nasıl ki hanedanı padişah yönetici olarak temsil ediyorsa, Türkiye cumhuriyetinde de orduyu, üst komutanın cumhurbaşkanı yapılması temelinde sözde seçimle gelmiş cumhurbaşkanı temsil etmiştir. Kemalist hareket kendisini İttihat ve Terakki’den ayırmak için epeyce çaba harcamıştır. Farklı yanlar bulmaya çalışmıştır. Ayrı bir tarih tezi, ayrı bir devlet anlayışı ve yapılanması geliştirmeye çalışmıştır. Kuşkusuz olduğu gibi Osmanlı sisteminin bir devamı olduğu söylenemez. Fakat ne kadar değişiklik yaratmaya çalışsa da işin özünde fazla bir değişiklik olmamıştır. Neden? Birincisi; yönetim ne kadar değişse de devlet sistemi temel hükümlerini olduğu gibi icra ettirmiş, toplum üzerinde egemen bir baskı ve sömürü çetesi olarak örgütlü yapısını devam ettirmiştir. İkincisi; çeşitli tarih tezi ve benzeri biçimlerde ideolojik olarak İttihat ve Terakki’den ayrılmaya çalışsa da aslında Mustafa Kemal’in ve CHP’nin esas aldığı Türk milliyetçiliği de özünde İttihat ve Terakki milliyetçiliğinden çok farklı değildir. Neden? Çünkü; faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyeti ve siyaseti kendisine esas almıştır. Bunu da Ermeni, Asuri-Süryani ve esas olarak da Kürt düşmanlığında, Kürt soykırımcılığında ortaya koymuştur. Diğer bakımlardan ne kadar değişiklik yapmaya çalışırsa çalışsın bu soykırımcı zihniyet ve siyaset esas alındıkça işin özünde ideolojik duruşta çok ciddi bir değişiklik, farklılık olmamıştır. Kapitalist modernite sisteminin Türkiye’deki devlet yapısına dönük üçüncü operasyonu; 27 Mayıs 1960’tan itibaren gerçekleştirilen askeri darbelerdir. Bunları NATO darbeleri olarak tanımlamak en doğrusudur. Her ne kadar 27 Mayıs 1960 tümüyle böyle ifade edilemese de, yine de esas yanın NATO ilişkileri olduğu tartışmasızdır. Bu yön 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinde çok daha belirgin ve başattır. İlk iki operasyonla tamamen denetim altına alınan Türkiye’deki devlet ve iktidar yapısı söz konusu NATO darbeleriyle tamamen bir gladio devleti haline getirilmek istenmiştir. 12 Mart darbesi ile bu yönlü belli adımlar atılmışsa da tam sonuca gidilemeyince sonuç alıcı adım 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesiyle atılmıştır. Gerilla direnişi 12 Eylül ile hedeflenen gladio devletinin başarısına fırsat vermemiştir Kenan Evren cuntasının 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’de oluşturduğu yeni devlet, tamamen NATO gladiosunun ölçü ve özelliklerine göre bir devlet yapısını şekillendirmeyi ifade etmiştir. Zaten buna yön veren ideoloji olarak Türk milliyetçiliği, kapitalist sistemin küresel hegemonik güç haline geldiği Birinci Dünya Savaşı içerisinde İttihat ve Terakki Cemiyeti eliyle ortaya çıkartılmıştır. Yeni devlet yapılanması, Kemalist hareketin ‘cumhuriyet’ adıyla örgütlediği devlet yapısında belli kurumlara kavuşturulmuştur. Kenan Evren cuntası ise tüm bunları yeniden bir yapılanmaya tabi tutarak Türkiye’de tamamen NATO gladiosunun ihtiyaçlarına hizmet edecek bir devlet yapılanmasını oluşturmayı öngörmüştür. İdeolojisiyle, siyasetiyle, kurumlarıyla, gelenek ve işleyişleriyle tamamen NATO’nun Türkiye ve Ortadoğu’daki çıkarlarını temsil eden bir ön karakolu biçiminde şekillendirilmeye çalışılmıştır. İyi biliyoruz ki, NATO’nun 12 Eylül darbesi temelinde gerçekleştirmek istediği bu gladio yapılanması, PKK öncülüğünde Kürdistan’da geliştirilen gerilla savaşı ve halk direnişiyle ciddi bir darbe yemiş, karşıtlık bulmuş, öngördüğü ve istediği başarıyı tam olarak elde edememiştir. Her ne kadar Türk milliyetçiliği her düzeyde hâkim kılınmaya, Türkiye’deki devlet sistemi en üstten en altta kadar gladio yapısına göre yeniden yapılandırılmaya çalışılsa da, yine Kürdistan’daki özgürlük direnişine karşı 1987 Temmuzu’ndan itibaren olağanüstü hal ilanı ve olağanüstü hal valiliği çerçevesinde bir özel savaş yönetimiyle karşılanmaya çalışılmışsa da, bütün bunlar NATO gladiosunun 12 Eylül darbesiyle Türk devletleşmesinde ulaşmak istediği düzeyi ortaya çıkartamamıştır. Kürt gerillasının ve halkının mücadelesi, seksenli yıllardaki o amansız gerilla direnişi, doksanlı yıllarda Kürt Ulusal Diriliş Devrimi temelinde gelişen halk serhildanları söz konusu özel savaş sistemini ciddi biçimde darbeleyip parçaladığı gibi Türkiye’de de 12 Eylül darbesiyle hedeflenen gladio devletinin başarıyla oluşmasına fırsat vermemiştir. Bu durum karşısında zorlanan ve Kürt sorunu denen soykırımcı zihniyet ve siyasetini sürdürmekte ciddi bir sıkıntı içerisine giren kapitalist modernite sistemi, ortaya çıkan bu durumu da kendi lehine dönüştürmek üzere Uluslararası Komplo olarak tanımlanan yeni bir saldırıyı 9 Ekim 1998 tarihinden itibaren uygulamaya koymuştur. Bunu da kapitalist modernite sisteminin Türkiye’deki siyasete, devlet yapılanmasına dönük son operasyonel saldırısı olarak tanımlayabiliriz. Aslında böyle bir Uluslararası Komplo saldırısıyla NATO darbelerinin gerçekleştirmek istediği gladio devleti önünde engel oluşturan Kürt Özgürlük Direnişi ve Özgürlük Önderliği bertaraf edilmek ve böylece Kürt soykırımını gerçekleştiren bir gladio devletini Türkiye’de egemen kılmak istemiştir. Komplonun temel amacı, askeri darbelerin öngördüğü faşist-askeri diktatörlükleri, yani NATO gladio devletini hayata geçirmek, onun önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Böylece aslında Uluslararası Komplo sadece hareketimize karşı bir saldırı olmamış, gladio devletini Türkiye’de tesis etmeyi amaçlayan bir saldırı olmuştur. Bir devlet sistemi kurmayı öngörmüştür. Denebilir ki Türkiye’de Uluslararası Komplo yeni bir devlet yapılanması oluşturmuştur. Dikkat edelim komplonun başlangıcında komployu yönetmekle görevlendirilen Bülent Ecevit zayıf kalınca yanına bu işi başarıyla yürütmesi için Devlet Bahçeli yönetimindeki MHP verilmiştir. Söz konusu koalisyon hükümeti Uluslararası Komplo’yu başarıyla yürütemeyip İmralı direnişi karşısında yenik düşünce bu sefer Ecevit koalisyonu düşürülmüş, yerine Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP, Uluslararası Komplo’yu başarmak üzere görevlendirilmiştir. Ancak ne zaman ki AKP de bu görevini başarıyla yürütemez, Önder Apo ve PKK direnişi karşısında yenik düşer, başarısızlığa uğrar hale gelince AKP’nin yerine görevlendirilecek yeni bir siyasi elit olmadığı için, daha doğrusu ‘Fettullahçılar’ olarak tanımlanan hareket, Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimini yıkıp yeni bir yönetim olarak Türkiye’de görevlendirilemeyince bu sefer komplo, AKP ile devam ettirilip başarmak üzere tıpkı Ecevit’e yardımcı vermesi gibi Tayyip Erdoğan AKP’sine de yeniden Devlet Bahçeli başkanlığındaki MHP yardımcı olarak verilmiştir. AKP-MHP faşist diktatörlüğünü sadece bir hükümet ya da siyasi yönetim olarak görmemek gerekir Aslında, Türkiye’deki ideoloji ve siyaset gerçeğini, Türk milliyetçiliğini, devlet yapısını MHP’ye bakarak anlamak ve anlam vermek gerekiyor. MHP, İttihat ve Terakki Turancılığını da, Kemalist milliyetçiliği de, NATO gladiosunun sahte Türkçülüğünü de kendi kişiliğinde somutlaştıran ve en iyi temsil eden bir ajan kurum niteliğindedir. Nitekim 1950’lerin ortasında Türkiye’den NATO’nun gladio eğitimine ilk götürülen subaylardan birisi MHP’nin kurucusu olan Alpaslan Türkeş’tir. Alpaslan Türkeş’in bir gladio elemanı olarak Türkiye’de görevlendirildiği, 27 Mayıs darbesinde bu temelde rol oynadığı, ardından da parti kurdurtularak 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde rol oynayan bir konumda tutulduğu bilinmektedir. 12 Eylül darbesi için “fikirlerimiz iktidarda biz hapisteyiz” diyebilmiştir. Hapiste olmayı fikirlerinin iktidarda olması karşılığında bir lütuf gibi görecek kadar NATO gladio sistemine bağlı kalmıştır. Ardından yerine geçen Devlet Bahçeli’nin de ister 1990’lı yıllarda Kürt gerillasına ve halkına dönük yürütülen topyekûn özel savaş saldırılarında MHP’nin kullanılmasında olsun, isterse Uluslararası Komplo’nun esas görevli yürütücüsü konumunda olması itibariyle NATO’nun istek ve ihtiyaçlarına göre hareket eden bir siyasi güç konumunda bulunduğu açıkça ortaya çıkmıştır. İstediği kadar kendisini Türkçü, pantürkist, milliyetçi saysın, yerli ve milli ilan etsin, kesinlikle millilikle, yerlilikle, Türklükle bir alakası yoktur. 18 ve 19. yüzyıldan beri gelen 20. yüzyılın ikinci yarısında ise Türkiye’de tümüyle egemen kılınan kapitalist modernite sisteminin Türkiye’deki en temel ajanı, savunucusu, temsilcisi olduğu, her şeyiyle o sistemin Türkiye’deki ajanlığını yaptığı açık bir gerçektir. Şimdi 2015 yılından itibaren ortaya çıkan, kendini ‘Cumhuriyet İttifakı’ olarak tanımlayan ve başkanlık sistemi temelinde Türkiye’de yeni bir faşist diktatörlük örgütlemeye çalışan söz konusu AKP-MHP ittifakını işte böyle anlamak gerekir. Bu ne AKP’nin, ne de kendi başına MHP’nin bir marifeti değildir. Tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Son beş yıldır yürütülen siyasetin bir gereği olarak da yalnız başına ortaya çıkmamıştır. Aslında ciddi bir tarihsel dayanağının olduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir. Günümüz AKP-MHP ittifakında Osmanlı ilkçağ devlet sisteminin üst düzey bir sentezi olan Osmanlı devlet yapısını, ona dönük Jön Türkler ve İttihat-Terakki’den başlamak üzere gelişen kapitalist modernite operasyonlarının sonucu olduğunu bilmemiz gerekiyor. AKP-MHP ittifakının temelinde Osmanlı devlet geleneği vardır. Tanzimat’tan Meşrutiyet’e, Jön Türklerden İttihat-Terakki’ye kadar gelen kapitalist modernite operasyonu vardır. Yine Kemalist cumhuriyet operasyonu ve en son 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle 9 Ekim 1998 Uluslararası Komplosu operasyonlarının bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu tarihsel geçmişe dayanmaktadır. Aslında birbirine karşıtmış ve birbiriyle çelişip mücadele ediyormuş gibi gelişen bu tarihsel süreçleri yeni bir tarih tezinde sentezleyerek tamamen beş bin yıllık iktidar ve devlet sisteminin, onun son beş yüz yıllık kapitalist modernite döneminin Türkiye’deki uzantısı olduğu, bir bütün bu sistemi günümüzde ayakta tutmaya çalışan NATO gladioculuğunun Türkiye’deki bir acentası, bürosu konumunda bulunduğunu bilmemiz gerekiyor. Yoksa öyle kendi başına bir güç değildir. İktidar ve devlet sisteminden, kapitalist modernite düzeninden, NATO’dan kopuk bir güç değildir. Kuşkusuz Türkiye coğrafyası, toplumsal yapısı, jeopolitiği üzerinde şekillenmektedir. Oranın gücünü, ilişki ve çelişkilerini değerlendirmekte, ona göre yapılanmaktadır. Fakat yön verici gücün iktidar ve devlet sistemi, kapitalist modernite düzeni ve NATO gladioculuğu olduğu tartışma götürmeyen bir gerçektir. Dahası AKP-MHP faşist diktatörlüğünü sadece bir hükümet ya da siyasi yönetim olarak görmemek gerekir. Evet, AKP 2002 Kasımı’nda her ne kadar ABD ve NATO tarafından Uluslararası Komplo’yu yönetmek üzere görevlendirilmiş olsa da Türkiye’deki siyasi yapı gereği iktidar ve devlet olmakta zorlanmıştır. Ancak ne zaman ki Kürt Özgürlük Hareketi orduya vurduğu darbeleri siyaset üzerindeki vesayetini yok edecek düzeye vardırdı, işte o zaman AKP-ABD ittifakı bundan yararlanarak ‘Ergenekon’ denen ordu yapılanmasını geriletmiş, onun siyaset üzerindeki egemenliğini ortadan kaldırmıştır. Böylece aslında Kemalist cumhuriyet bir biçimde tasfiye edilerek ve MHP de eklenerek söz konusu AKP-MHP faşist diktatörlüğü ortaya çıkartılmıştır. Serxwebûn: Tarihsel temellerini ve güncel özelliklerini tanımladığınız faşist diktatörlüğe karşı mücadelenin temel dayanakları nelerdir? Devrimci mücadelenin çıkış koşulları ve gelişim seyri nasıl olmuştur? Duran Kalkan: Kuşkusuz günümüzde AKP-MHP faşizmi, temsil edilen iktidar ve devlet sisteminin bir tarihsel ve küresel dayanağı olduğu gibi onun alternatifi konumunda olan özgürlük ve demokrasi hareketinin de bir tarihsel geçmişi ve küresel boyutu söz konusudur. Dönüp tarihe bakarsak Osmanlı devlet yapısının iki yönlü bir saldırı altında şekillendiğini görürüz. Birincisi; İslam’ın kılıcı olarak Hristiyan topluma dönük bir saldırı, Hristiyan toplumların egemenliği altındaki alanları, imkânları ele geçirmek için fetih savaşları, ikincisi ise; kendi egemenliği altında tuttuğu topraklarda yaşayan çeşitli kabile, kavim, aşiret, boy ve benzeri biçimlerde kendini ortaya koyan topluluklara dönük saldırıları olmuştur. Kuruluşundan önce üç yüz yıllık Osmanlı’yı oluşturma savaşının tek boyutlu olmadığı, kesinlikle böyle iki boyutlu bir savaşla gerçekleştiği tartışma götürmez bir gerçektir. Bir yandan Hristiyan toplumları ezerek, teslim alarak, Hristiyan siyasi güçleri, devlet yapılanmalarını yenilgiye uğratarak yeni topraklar fethettiği gibi diğer yandan da demokratik yapıda özgür, komünal biçimde yaşayan çeşitli halk topluluklarını sürekli baskı ve egemenlik altına alarak, onların imkânlarına da el koyarak, onları kendisine bağlayarak egemenlik sistemini yerelde derinleştirdiği görülmektedir. Bu da Osmanlı devletini sadece Hristiyan devletlere karşı, Müslüman olmayan devlet yapılarına karşı savaşan bir güç değil, aslında demokratik topluluklara karşı savaşan bir güç haline de getirmiştir. İktidar ve devlet sisteminin özgür toplulukları yok ederek tamamen devlet himayesinde bir tebaa yaratma mücadelesi içinde olduğu bir gerçektir. Bu da özgür toplulukların, farklı halk kesimlerinin, kabile, aşiret, boy topluluklarının söz konusu devlet egemenliğine karşı sürekli bir direnişinin, isyanının yaşanmasına yol açmıştır. Yani bugün AKP-MHP faşist diktatörlüğü biçiminde somutlaşmış iktidar ve devlet yapısının toplumsal alternatifi ya da demokratik alternatifi neye dayanmaktadır, demokratik alternatifinin tarihsel dayanakları nedir diye sorulduğunda bunun cevabını tarihin özgür topluluklarında; klan, kabile, aşiret, kavim, boy biçimindeki demokratik topluluk diyebileceğimiz kesimlerin varlığında aramamız gerekiyor. Türklerde buna ‘boy’ deniyor, Kürtlerde ‘kabile-aşiret’ gerçeği var. Araplar aşiret toplulukları olarak ortaya çıkıyorlar. Ermeniler ve Asuri-Süryanilerde farklı isimlerle kendilerini ortaya koyuyorlar ama şunu biliyoruz: Sümer’den itibaren başlayan devletler daha ortaya çıkmadan bu topluluklar vardı. Klanlar, kabileler, aşiretler, boylar vardılar. Özgür topluluklar olarak yaşıyorlardı. Demokratik bir yönetime sahiptiler. Bu Arabistan’da da, Kürdistan’da da, Anadolu’da da vardı. Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya göçlerle gelen Türkmenlerde de vardı. Türkmenler de Ortadoğu ve Anadolu’ya boylar halinde geldiler. Türkmen boyları tıpkı Kürt ya da Arap aşiretleri gibi demokratik topluluk yapısına sahiptiler. Her ne kadar bir üst sınıf boy beyliği biçiminde kendini geliştirmek istiyorduysa da, aslında toplumsallık böyle bir beylik sisteminin iktidar ve devlet gücü haline gelmesine kolay kolay izin vermiyordu. Yüz yıllarca Türkmenler böyle demokratik topluluklar biçiminde yaşadılar. Ortadoğu’nun birçok alanını dolaştılar. Anadolu’ya böyle bir boy sistemi içerisinde gittiler. Aslında bunlar günümüzde AKP-MHP faşist diktatörlüğünün alternatifi olabilecek demokratik toplumun tarihsel dayanakları ve temelleridirler. Önce Selçuklu, bir taraftan İslam, bir taraftan Bizans devletleşmesinin saldırıları karşısında bu toplulukların hep kendilerini yaşatmaya çalıştıkları, devlet egemenlikleriyle bir tür ilişki ve çatışma içerisinde kendi demokratik toplum varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir. Aynı durum Osmanlı devletleşmesi karşısında daha güçlü ve yaygın bir biçimde yaşanmıştır. Ne zamanki söz konusu devlet yapılanmasını kendisinde somutlaştırarak, sentezleyerek yeni bir saray, hanedan olarak Osmanlı devletleşmesi şekillenip Anadolu, Mezopotamya, Arabistan’a doğru yayılmak istedi, o zaman söz konusu demokratik topluluklar da bunun karşısında varlıklarını sürdürmek istemişlerdir. Devletten gelen baskı-sömürü-hâkimiyet yönelimine karşı mücadele etmişler, direnmişler, savaşmışlardır. Denebilir ki; aslında Osmanlı devleti Hristiyan devlet yapısını yıkmış, İstanbul’u, Balkanlar’ı ele geçirmiş, bir devlet yapısı olarak Arabistan’a, Kuzey Afrika’ya kadar yayılabilmiş ama tabandaki bu söz konusu aşiret, kabile, boy biçimindeki demokratik toplulukları tümden yok edememiştir. Çoğu yerde onlarla uzlaşmak, ittifak yapmak durumunda kalmıştır. Örneğin; Kürdistan’ı, Arabistan’ı Osmanlı sarayı adına fetheden Yavuz Selim’in Kürt beyleriyle ittifakı bilinmektedir. Aslında Arabistan fethi denen şeyin çok büyük bir kısmı da Arap aşiretleriyle ilişki, ittifak yapma temelinde gerçekleşmiştir. Kısaca; bir yanda Osmanlı hanedanının, sarayının temsil ettiği devletleşme ve devlet topluluğu var olurken, diğer yanda da Anadolu’da, Kürdistan’da, Arabistan’da demokratik toplum varlığını sürdürmüştür. Devlet+demokrasi diye ifade edilen gerçeklik, tarihsel geçmiş içerisinde bu biçimde yaşanmıştır. Kemalist hareketin ikiyüzlülüğü Osmanlı saray entrikalarından geri değildir Osmanlı devletinin bu demokratik toplulukları; kabile, aşiret, boy yapılarını daraltma, daha çok baskı, sömürü altına almadaki her yönelimine karşı bu topluluklar çeşitli düzeylerde direnmişlerdir. Hiçbir zaman Osmanlı merkezi otoritesi söz konusu halk toplulukları üzerinde tam bir hâkimiyet ve denetim kuramamıştır. Saray kendi egemenliğini çeşitli devletlerden çok tebaası altında gördüğü demokratik toplulukların isyanının yıkacağından korkmuştur. Bu durum Osmanlı merkezi yönetiminin Avrupa kapitalizmi karşısında gerilemeye başlaması ardından çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştır. Batıdan Avrupa kapitalizminin baskısı ve merkezi Osmanlı yönetimini daraltması geliştikçe, merkezi Osmanlı yönetimi de halk toplulukları olan aşiretler, kabileler, boylar üzerindeki baskı ve sömürüsünü arttırmaya, yerelde gelişen otoritelerin askeri ve ekonomik gücünü ele geçirerek kendi zayıflığını gidermeye yönelmiştir. Kürdistan’a da, Arabistan’a da, diğer alanlara da bu temelde merkezi Osmanlı yönetiminin egemenliğini pekiştirme yönelimlerinin geliştiğini biliyoruz. Bu durumlar Arabistan’da çeşitli isyanlara yol açarken 1806’dan itibaren Kürdistan’da da önemli Kürt aşiret ve beylik direnişlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. 19. yüz yıl boydan boya bu biçimde yaşanmıştır. Batıda daralan, sıkışan, gerileyen merkezi Osmanlı yönetimi daha çok asker ve vergi için kendisini doğuya; Kürt, Arap, Ermeni toplulukları üzerinde baskı ve sömürüyü arttırmaya yöneltmiş; bu alanlardaki aşiret, kabile, beylik toplulukları da söz konusu devlet yönelimine karşı hep direniş içerisinde olmuşlardır. Söz konusu direnişler de günümüzde AKP-MHP faşist diktatörlüğünün alternatifi olan demokratik sistemin tarihsel dayanakları konumundadırlar. Bu çelişkili ve çatışmalı durum Türkiye cumhuriyeti adıyla Kemalist hareket tarafından kuruluşu gerçekleştirilen devletin kuruluş döneminde de benzer bir biçimde yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı ve öncesindeki durumlar daha çok savaş ve çatışma konumunu arz ederken, Birinci Dünya Savaşı ardından cumhuriyetin kuruluş ve şekillenişi de tıpkı Osmanlı düzeninin kuruluş sürecine benzemiştir. Bir yandan kendisini sözde dıştan gelen kapitalist işgale karşı direnerek var ediyor görünse de işin bu yanı daha zayıftır. Esas olan yan ise Anadolu ve Mezopotamya’da demokratik zihniyet ve siyaset olarak ortaya çıkan, demokratik topluluk olarak varlık gösteren güçlerin denetim altına alınması mücadelesinde yaşanmıştır. Yani Türkiye cumhuriyeti devletinin kuruluşu resmi tarihin ifade ettiği gibi öyle hep dış güçlerin saldırısı ve onlarla yaşanan savaş temelinde ve böyle bir savaş içerisinde olmamıştır. Zaten Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı imparatorluğu dünyanın kapitalist devletler arasında bölüşülmesi, kapitalizmin küresel hegemonik güç haline gelmesi savaşına aktif katılan bir güçtü. Yani savaşın bir tarafıydı. O durum Birinci Dünya Savaşı sonunda da kısmen devam etmiştir. Yunanistan’ın, Fransa’nın askeri hareketleri biçiminde, onlara karşı kısmi bir mücadele özellikle de başta Kürtler olmak üzere yerel aşiretlerin, toplulukların direnişleri biçiminde ortaya çıkmıştır. Kemalist hareketin ve cumhuriyet kuruluşunun yaptığı aslında dıştan gelen işgalci saldırılara karşı bu yerel güçlerin direnişlerinin sonuçlarını ele geçirmek, dahası demokratik nitelikteki bu yerel direniş odaklarını ezmek ve dağıtmak olmuştur. Bu konuda 1920’den 1940’a kadar yaşanan olaylar bilinmektedir. Ege’de Yunan işgaline karşı esas direnişi sürdüren Çerkez Ethem ve arkadaşları ve benzeri topluluklar Kemalist hareket tarafından ezilip, etkisiz kılınmaya çalışıldığı gibi doğuda da Fransa ve benzeri güçlerin işgal hareketlerine karşı direnen Kürt aşiretleri, beyleri, beylikleri ezilerek denetim altına alınmıştır. Dahası burada ikiyüzlü, sahte bir davranış da gösterilmiştir. Aslında Kemalist hareketin söz konusu ikiyüzlülüğü Osmanlı saray entrikalarından geri değildir. ‘Osmanlı’da oyun çok’ deyimini kat kat aştırtacak bir oyun ve hileyle ortaya çıkmıştır. Çerkez Ethem hileyle etkisiz kılınmıştır. Mustafa Suphi ve arkadaşları hileyle Karadeniz’de boğdurulmuşlardır. Kürt aşiretleri ve beylikleri hileyle ezilip, imha edilmişlerdir. Önce ‘Kürtlerin ve Türklerin ortak yurdu, ortak devleti’ diye cumhuriyet ilan edilmiş, Kürt beylerinin, aşiretlerinin aktif desteği alınmış, daha sonra ayakları yere basıp bir askeri güç haline geldikten sonra devletin sadece Türk milletine ait olduğu söylemiş, ‘tek dil, tek bayrak, tek devlet’ ifadesi ile Türkçülüğün egemenliğini ilan ederek Kürtleri dışlamış, buna karşı hoşnutsuzluk duyan Kürtlere ise ‘Vay bizim cumhuriyetin otoritesini dinlemiyor, cumhuriyetle çelişiyor, cumhuriyete isyan ediyor’ diyerek en vahşi biçimlerde saldırmış, ezip katletmişlerdir. Kürdistan’da aslında en son 1937-38 Dersim pratiğinde görüldüğü gibi açık bir soykırım uygulamışlardır. Birinci Dünya Savaşı içerisinde başlatılan Ermeni soykırımı, savaşın ardından Asuri-Süryani, Rum soykırımı olarak sürmüş, esas olarak da Kürt soykırımı olarak pratikleşmiştir. Cumhuriyet bu biçimde İttihat ve Terakki’nin soykırımcı zihniyet ve siyasetini olduğu gibi esas almıştır. Soykırımcı bir zihniyet ve siyasetle şekillenmiştir. Türkiye cumhuriyetinin zihniyet ve siyaset şekillenmesi böyledir. Aslında bütün dillere, kültürlere, halk topluluklarına karşıdırlar. Ermeni, Asuri-Süryani-Rum katliamlarını yapmışlardır. Fakat bunların hepsi en büyük halk topluluğu olarak Kürtlere dönük soykırımda ve Kürt düşmanlığında somutlaşmıştır. Türkiye cumhuriyeti devleti Kürt düşmanı ve Kürt soykırımcısı bir devlet olarak şekillenmiş, Kürt düşmanlığı ve soykırımcılığı altında bütün dillere, kültürlere, halk topluluklarına karşı soykırım yapmıştır. Bütün ezilen kesimlere dönük baskı ve sömürü uygulamışlardır. En önemlisi de kadın üzerindeki baskıyı, köleleştirmeyi kat kat arttırarak devam ettirmiş olmalarıdır. Bu sayede soykırımlardan arta kalan toplumu kontrol altında tutmayı hedeflemişlerdir. Bu çerçevede her ne kadar resmi tarih ‘dış güçlerle işbirliği yapıyorlardı, haindiler, işbirlikçiydiler’ dese de aslında ‘dış güç’ dedikleri güçlerle ilişki içinde olan, işbirliği yapan, onlarla anlaşan Kemalist hareketin ve TC’nin kendisi olmuştur. Türkiye’de, Anadolu’da ve Mezopotamya’daki özgürlüğü, demokrasiyi temsil eden topluluklar ezilmişlerdir. Fakat bu saldırılara karşı önemli bir mücadele yaşanmıştır, ciddi direnişler ortaya çıkmıştır. Bütün bu direnişlerin hepsinin günümüzde AKP-MHP faşist diktatörlüğünün alternatifi olan Kürt özgürlüğüne dayalı Demokratik Türkiye’nin temel dayanakları olduğunu bilmemiz gerekir. Darbeler ve devrimci direnişler Türkiye’nin nereye evrileceğine yönelik çatışmalardır Söz konusu durumun NATO gladiosu askeri darbeleri biçimindeki müdahalelerine karşı da yaşandığını biliyoruz. Özellikle Türkiye cephesinde 12 Mart 1971 darbesine karşı Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde THKP-C, THKO ve TKPML-TİKKO örgütlülüğüne dayalı olarak radikal bir silahlı direniş tutumu kısa süreli de olsa oldukça etkili bir biçimde gelişmiştir. Buna paralel olarak işçi ve emekçilerin, aydınların, sanatçıların, Kürtlerin, değişik demokratik güçlerin faşist saldırılar karşısında da önemli duruşları, direnişleri yaşanmıştır. Aslında 1970 başını Türkiye açısından bir dönemeç olarak değerlendirmek hatalı değildir. Şöyle ki; belirttiğimiz çerçevede kurulan, kendine has özellikleri olan Kemalist cumhuriyet, NATO ilişkileri temelinde 1970 başında bir dönemece gelmiştir. Yani Türkiye nereye gidecek sorusu açıkça sorulur olmuştur. NATO gladiosunun faşist-askeri saldırıları temelinde faşist-oligarşik bir diktatörlük haline mi gelecek yoksa demokratik bir cumhuriyet olarak mı kendini şekillendirip deva edecekti? İşte gündeme gelen ve açıkça sorulan soru budur. NATO gladiosunun yönlendirdiği 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri Türkiye’nin faşist-oligarşik bir diktatörlük haline getirilmesini öngörürken, Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde gelişen devrimci-demokratik direniş de Türkiye’nin bir demokratik cumhuriyete evrilmesini, demokratik devrim yaşamasını, cumhuriyetin demokratikleşmesini öngören bir siyasi dönüşümün yaşanmasını hedeflemiştir. Böylece “Türkiye nereye gidecek?” sorusuna cevap arayan sert bir çatışma yaşanmıştır. Mahir, Deniz ve İbrahimlerin katledilmesi, böyle bir çatışmalı durumda faşist-askeri güçlerin ne kadar katliamcı ve saldırgan olduklarını, bunun karşısında demokratik cumhuriyet isteyen devrimci güçlerin de nasıl büyük bir örgütlülüğü, direnişçiliği esas almaları gerektiğini ortaya koymuştur. 20. yüz yılın ilk çeyreği ardından, son çeyreğine de girerken 1970’lerin başında Türkiye böyle bir iç çatışma durumu yaşamıştır. Her ne kadar 12 Mart darbesi karşısında ‘Demokratik Türkiye’ isteyen devrimci güçler, faşist özel savaşçı güçlerin saldırısı karşısında ezilmiş, yenilgi yaşamış olsalar da aslında 1970’ten itibaren içine girilen ‘Türkiye nereye gidecek’ sorusuna cevap aranan süreç tamamlanmamıştır. Türkiye cephesinde Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin katledilmesiyle devrimci-demokratik hareket belli bir zayıflama, ezilme, gerileme yaşasa da başlayan devrimci-demokratik direniş 1970’li yıllarda Türkiye’de ve Kürdistan’da sürmüş, 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi karşısında ise PKK öncülüğünde, Önder Apo’nun düşünceleri temelinde 12 Eylül faşist-askeri darbesine karşı daha planlı ve örgütlü bir demokratik direniş gelişmiştir. Kısaca, devrimci mücadele Türkiye’de gerilerken Kürdistan’da yükselişe geçmiştir. Faşist-oligarşik diktatörlük arayışlarına karşı Demokratik Cumhuriyet mücadelesi Türkiye’den Kürdistan’a kaymış, demokratik direnişin rengi değişmiş, Kürtleşmiştir. Mahir, Deniz, İbrahimlerin başlattığı direniş Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde Kürdistan’da Ulusal Özgürlük Direnişi haline gelerek 12 Eylül 1980 darbesine karşı gerilla ve halk direnişi temelinde devam etmiştir. Böylece Önder Apo 12 Mart 1971 darbesine karşı yürütülen mücadeleden gerekli dersleri çıkartarak hem devrimci-demokratik direnişin Kürdistan kolunu güçlü bir biçimde oluşturmuş, yeni bir direnme cephesi olarak Kürdistan’ı açmış hem de 12 Eylül faşist-askeri darbesine karşı gerilla ve halk temelinde Demokratik Türkiye Özgür Kürdistan direnişinde sonuna kadar kararlı, cesur ve ısrarlı davranmıştır. Hiç kuşkusuz nasıl ki AKP-MHP faşist diktatörlüğünün yakın dönemdeki tarihsel dayanakları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri-faşist darbeleri oluyorsa, AKP-MHP faşist diktatörlüğünün alternatifi olan Kürt özgürlüğüne dayalı demokratik Türkiye alternatifinin tarihsel dayanakları da 12 Mart ve 12 Eylül darbesine karşı Türkiye ve Kürdistan’da gelişen devrimci-demokratik direnişlerdir. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya öncülüğünde gelişen direnişlerdir. Önder Abdullah Öcalan öncülüğünde gelişen Kürt özgürlük direnişidir. Bu direnişlerin ortaya çıkardığı düşünsel, örgütsel ve pratik tecrübe, birikim bugün demokratik alternatifin gücünü oluşturmaktadır. 12 Eylül faşist-askeri darbesi temelinde Türkiye’de şekillendirilmek istenen gladio devletine karşı Önder Apo öncülüğündeki PKK, gerilla direnişi her ne kadar Kürdistan’da söz konusu saldırının ayaklarını kırmış, egemenliğini sarsmış, NATO’nun Türkiye’de şekillendirmek istediği devlet sistemini yıkımla yüz yüze getirmişse de, Türkiye’de benzer bir durumun olmaması sonucu 1990’ların başında ortaya çıkan elverişli zemin demokrasiyi zafere taşımada, gladio saldırılarını yenilgiye uğratmada yeterli olmamıştır. Bu durum Kürt Özgürlük Hareketi’ni NATO gladiosunun saldırıları karşısında yalnız bırakmıştır. Nitekim bunun sonucunda NATO gladiosu tarafından 9 Ekim 1998 Uluslararası Komplo saldırısı uygulamaya konmuştur. Önder Apo’nun 2002-2003 sürecinde geliştirdiği paradigma değişimi tarihseldir Tamamen Önder Abdullah Öcalan’ın imhasını ve bu temelde PKK’nin tasfiyesini hedefleyen söz konusu komplocu saldırı Önder Apo’nun dikkatli, duyarlı davranışı, düşmanını iyi tanıyan ve boşa çıkartmayı bilen tarzıyla etkisiz kılınmış, Komplo’nun hem 9 Ekim’deki imha planı hem de 15 Şubat 1999’daki idam planı boşa çıkartılmıştır. Ardından söz konusu Komplo, İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi içerisinde çürütme politikasıyla Önder Apo’nun ideolojik-siyasi imhası öngörülmüş, buna karşı da Önder Apo’nun savunmalarda ortaya koyduğu dâhiyane çözümlemeler ve gelişmeler İmralı mücadelesinde de komplocu güçlerin kaybetmesini, Önder Apo’nun ve Kürt özgürlük direnişinin başarı kazanmasını ortaya çıkartmıştır. Bu temelde 1999-2002 yılları arasında Bülent Ecevit başbakanlığındaki üçlü koalisyon hükümeti başarısız kılınmış, ardından 2002 Kasımı’nda ABD tarafından Komplo’yu başarıya götürmek üzere Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının oluşturduğu AKP görevlendirilmiştir. AKP’nin dinci-ümmetçi propagandası ve provokatör-tasfiyeci dayatmaları ile sonuç alınmak istenmişse de, Önder Apo paradigma değişimi temelinde Kürt sorununun Demokratik Özerkliğe dayalı, Demokratik Konfederalizm çözümünü düşünsel ve programsal düzeyde geliştirerek başarısız kılmış, yenilgiye uğratmıştır. Önder Apo’nun 2002-2003 sürecinde geliştirdiği paradigma değişimi gerçekten tarihseldir. Başta Kürt sorunu olmak üzere bütün sorunların devlet+demokrasi formülü içerisinde, Demokratik Özyönetime dayalı Demokratik Konfederalizm projesiyle çözümünü öngörmüştür. Nasıl ki Demokratik Ortadoğu Özgür Kürdistan çözümüyle Ecevit’in bireysel haklara dayalı sahte çözüm yaklaşımı başarısız kılınmışsa, Demokratik Özerkliğe dayalı Demokratik Konfederalizm çözümüyle de AKP’nin büyük bir ikiyüzlülükle kullandığı İslam ümmeti aldatmacası boşa çıkartılıp, başarısız kılınmıştır. Böyle bir durum karşısında önce ABD ve NATO güçleri AKP’yi Türkiye’de tümüyle iktidar haline getiren bir çabanın içine girmişlerdir. Fettullahçı hareketle birleştirerek ordu ve Ergenekon çizgisi karşısında güçlü ve etkili hale getirmişlerdir. Ardından bu da başarılı olmaya yetmeyince bu sefer AKP-MHP ittifakını ortaya çıkartmışlardır. Devlet Bahçeli’nin bir yandan 1999’da, 2000’de Ecevit’le ittifak halindeyken birden bire 2015’te Tayyip Erdoğan’la ittifak kurar hale gelmesi kuşkusuz bir tesadüf değildir. Tamamen bağlı olduğu merkezin yönlendirmesi temelinde olmaktadır. Uluslararası Komplo’yu AKP eliyle başarıya götürme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. 2003-2005 döneminde AKP projesi de Komplo’yu başarıya götüremeyip yenilince ABD başka alternatif bir güç bulamamış, dolayısıyla AKP’yi önce Fettullahçılarla ittifak temelinde bir araya getirerek Komplo’yu başarıya götürmek istemiş, fakat AKP-Fettullahçı çatışması gelişip de AKP’yi aşamayınca bu sefer MHP ile ittifak kurdurup Uluslararası Komplo’yu başarıya götürmek istemiştir. ABD ve NATO’nun 9 Ekim 1998’de başlayan komplosuna karşı her gün, her an yürütülen mücadele, tarihin en büyük, en onurlu, en anlamlı özgürlük ve demokrasi mücadelesidir. 15 Şubat 1999’dan sonra İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi’ne karşı başta İmralı Direnişi olmak üzere Kürdistan, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında gelişen direnişler tarihin en anlamlı ve en onurlu varlık ve özgürlük direnişleridir. İdama karşı mücadele de böyledir. İmralı çürütme politikasına karşı mücadele de böyledir. AKP’nin ‘İslam ümmeti’ oyununa karşı mücadele de böyledir. AKP-Fettullah ittifakının saldırılarına karşı başta İmralı olmak üzere, Kürdistan ve Türkiye’nin her alanında yürütülen mücadele de böyledir. Nitekim tarihin en kuralsız, ahlaksız, acımasız ve en ağır saldırısı olan AKP-MHP faşist soykırımcı saldırganlığına karşı son 6 yıldır İmralı’da, Kürdistan ve Türkiye’de, dünyanın dört bir yanında yürütülen mücadele de böyle bir mücadeledir. Dikkat edilirse Uluslararası Komplo’nun Önder Apo’yu imha ve PKK’yi tasfiye planı geçen 22 yıl içerisinde boşa çıkartılmış, başarısız kılınmıştır. Ama İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi de göstermektedir ki, Uluslararası Komplo tümden yenilgiye uğratılamamış, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü sağlanamamış, dolayısıyla Kürt özgürlüğü yaratılamamıştır. Bu da Türkiye’nin demokratikleşmemesi anlamına gelmektedir. Kısaca 1970’ten başlayan Türkiye nereye gidecek mücadelesi günümüzde de İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi’ne ve Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne odaklanmış bir mücadele olarak devam etmektedir. Serxwebûn: AKP-MHP faşizminin mevcut durumunu ve geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu faşist yapı nasıl aşılabilir? Duran Kalkan: İlk iki soruya cevap olarak yaptığımız değerlendirmeler açık bir biçimde ortaya çıkardı ki ne AKP-MHP faşist diktatörlüğü açısından ne de devrimci demokratik mücadele açısından içinde bulunduğumuz durum tarihsel ve küresel boyutlardan kopuk olarak, dar ve yüzeysel biçimde ele alınamaz. Her iki karşıtlığın da çok derin bir tarihsel dayanağı, bölgesel ve küresel boyutu vardır. Açıkça görülüyor ki, bu topraklar iktidar ve devletleşmeye de imkân ve fırsat sunan özelliklere de sahiptir; aynı zamanda özgürlüğe ve demokrasiye de, demokratik toplumsallığa da sonuna kadar imkân ve fırsat sunan özelliklere sahiptirler. Nitekim toplumsallaşmanın, dolayısıyla demokrasinin ilk geliştiği, şekillendiği başat olarak tarihsel gelişim sağladığı toprak parçaları yerkürede Anadolu, Mezopotamya merkezli Ortadoğu coğrafyasıdır. Tabii ilk devletleşmenin de burada ortaya çıktığını ve bütün dünyanın dört bir yanına bu zeminden yayıldığını biliyoruz. Bundan dolayı iktidar ve devlet sorununu, demokratik toplum olmayı, yönetim gerçeğini, toplumsallaşma ve yönetim sorunlarını bu zeminde dar ve yüzeysel ele almamak, tarihi derinlik ve küresel boyut kapsamında ciddi biçimde yaklaşıp değerlendirmek kesinlikle gereklidir. Böyle yaklaşamayanlar başta hata yapmış olurlar. Dolayısıyla da sorunları ortaya doğru koyamaz ve gerçekleşebilir doğru çözüm yolları bulamazlar. Bunun sonucunda da pratikleşemezler. Cesaret ve fedakârlık gösterseler de boşa gider. Pratikleşme çabaları sonuç vermez. Başarılı sonuç alan, zafer kazanan bir pratiğin sahibi olamazlar. Bu nedenle her boyutta ciddi ve derinlikli bir yaklaşım, özellikle yönetim sorununu çözme noktasında gereklidir. ‘Kamu yönetimini biz sağlıyoruz’ yalanı altında toplum üzerinde ağır bir baskı ve sömürü kuran devlet çetesine mi tarih evet diyecek; bu coğrafyada toplumlar üzerinde kanserleşmiş durumda olan ulus devlet modeliyle toplumu ve bireyi bitirme noktasına gelen iktidar ve devlet sistemi hala devam mı edecek, yoksa bunlar aşılarak gerçekten özgür toplum ve demokratik yönetim düzeyi mevcut gelişmişlik koşullarında yeniden ortaya çıkacak ve insanlık tarihinin en güzel ve en anlamlı dönemini mi yaşayacak? İşte önümüzdeki soru budur. Sorun buradaki halklar, Ortadoğu bölgesi, şu hükümet, şu devlet ve parti sorunu olmaktan öteye tarihseldir, küreseldir. Tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Aslında insanlığın geleceğinin nasıl olacağı sorusuna cevap arama düzeyindedir. Böyle bir çerçeveden baktığımızda günümüzde AKP-MHP faşist diktatörlüğü olarak somutlaşan kurumsal siyasi yapıyı, AKP-MHP’nin durumuna, tarihsel geçmişlerine, iç sorunlarına bakarak hafife almamak gerekiyor. AKP-MHP’yi ve Türkiye’yi yöneten derin, küresel güçler var AKP ve MHP gerçekten de çok eski partiler değillerdir. Ne kadar parti olup olmadıkları da tartışma götürür. İç çelişkileri çok fazladır. Birçokları bu duruma bakarak yönetemezlik durumunun yaşandığını ifade etmektedir. Gerçekten de derin bir çelişki ve çözülüş durumu vardır. Ama durum bir boyutu ile böyleyken her şey bu biçimde ortaya konabilir de denemez. Bundan öte AKP-MHP’nin görünen güncel durumunu da aşan bir tarihsel-küresel gerçekliği ifade ettiklerini, güçlü dayanaklara sahip olduklarını da bilmemiz gerekir. Ancak zayıf ve güçlü yanlarını doğru ve yeterli biçimde ortaya koyarsak karşımızdaki olguyu tam tanımlamış ve dolayısıyla ona karşı nelerin nasıl yapılması gerektiği sorularına yeterli cevap vermiş oluruz. Bu çerçeveden baktığımızda günümüzde AKP-MHP faşizmi şeklinde ortaya çıkan siyasi yapının, güçlü bir tarihsel temelinin bulunduğunu görmemiz, bilmemiz gerekiyor. İşte bu temel 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine dayanıyor, cumhuriyete dayanıyor, İttihat ve Terakki’ye, Osmanlı’ya dayanıyor; Osmanlı’nın da İran, Sümer, Mısır, İslam, Roma ve Bizans devlet geleneğinin 13-16. yüzyıllar arasında şekillenen yeni ve son sentezi olduğunu ifade ettik. Osmanlı sistemi tekil bir sistem değil. Altı yüz yılı aşkın bir sürece yayılması da bunu net bir biçimde gösteriyor. Bu durum Osmanlı hanedanının gücünden gelmiyor. Böyle bir sentez olma özelliğinden geliyor. Kısaca bugünkü AKP-MHP faşizminin devlet ve iktidar gerçeğini, saray ve hanedan gerçeğini temsil eden bir tarihsel dayanağı var. Bu tarihsel dayanaktan kopuk ele almamak lazım. Görünen yanlarına bakarak değerlendirmemek gerekli. Asla bu tarihten koparmamak şart. Bu konuda yanılmamalıyız. Diğer yandan ikinci olarak, yukarıda yaptığımız değerlendirmeler ortaya çıkardı ki, bu iktidar ve devlet sistemine yönelik son 200-300 yıldır dünyada gelişen kapitalist modernite sisteminin çok yönlü ve çok aşamalı bir operasyonel saldırısı yaşanıyor. Bunun Tanzimat’tan Meşrutiyete, Jön Türkler ve İttihat-Terakki’ye kadar geldiğini ifade ettik. Bunun Kemalist versiyonu üzerinde kısaca görüş belirttik. Özellikle 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde ifadesini bulan NATO-Gladio müdahalesini ortaya koyduk ve en son söz konusu faşist ittifakı ve diktatörlüğü 9 Ekim 1998’de başlayan ABD öncülüğünde küresel kapitalist sistemin, NATO güçlerinin yürüttüğü Uluslararası Komplo saldırısı ile bağını ortaya koyduk. Bütün bunlar birer gerçek. Şunu ifade etmek istiyoruz: AKP-MHP yönetimi gibi görünen sistem sadece AKP-MHP’ye ait değildir. Sadece TC’ye de ait değildir. Mevcut sistemin, küresel kapitalist modernite sisteminin, dolayısıyla iktidar ve devlet sisteminin bir parçası, bir şubesi olduğu çok açıktır. Bu temelde NATO ile bağı var, NATO ve Avrupa sisteminin bir parçasıdır. NATO-Gladio’sunun yoğun saldırılarına maruz kalmış, operasyonlarını yaşamış ve ele geçirilmiş bir yapılanmadır. Dolayısıyla AKP-MHP faşizmi bir Gladio sistemidir. Bunu net olarak ortaya koymamız gerekiyor. Uluslararası Komplo yönetimidir. O da NATO-Gladio’sunun bir yönetimidir. Bu düzeyde küresel dayanakları var. Küresel iktidar ve devlet sisteminin kapitalist modernite düzenine, onun kurumlarına, sermayesine, siyasetine ve ideolojisine dayanıyor. Onlar tarafından yönetiliyor. Onlar tarafından ayakta tutuluyor. Dikkat edelim, 2016’da AKP’nin yerine Fethullahçıları koymak istediler. Tayip Erdoğan’a ufak bir operasyon çekmeyi öngördüler. Yerine Fethullahçı hareketi koyacaklardı. Fakat başaramadılar. Başaramayınca hemen çelişki ve çatışmayı derinleştirmekten uzak durdular. Tekrar Tayyip Erdoğan’la, AKP ile uzlaşma yolunu seçtiler ve hemen MHP’yi devreye koydular, koltuk değneği yaptılar. Fethullahçı darbenin ortaya çıkardığı olumsuzlukları MHP desteği ile gidererek sistemi fazla yara almadan, karşıtları olan demokratik devrimci güçler yararlanmadan ayakta tutmak, düzlüğe çıkarmak istediler. Bu nedenle Türkiye’yi AKP-MHP yalnız başına yönetmiyor. AKP-MHP’yi, onların seçilmiş yönetimleri yönetmiyor. AKP-MHP’yi ve Türkiye’yi de yöneten derin güçler var, küresel güçler var. Sistem, iktidar ve devlet sisteminin, kapitalist modernitenin Gladio’su var. Gladio denen güç için küresel, süper yönetim gücü denebilir ve günümüzde küresel düzeyde etkinliğini sürdürüyor. Bunu en açık biçimde Türkiye’de görüyoruz. Üçüncü olarak şunu da ifade etmemiz gerekli; böyle tarihi bir temele ve güçlü bir küresel boyuta dayanıyor olmasına rağmen günümüzde AKP-MHP biçiminde ortaya çıkan yönetim gerçekten de zayıftır. Bu gözle görülebilecek kadar açık bir gerçekliktir. Zaten bazıları sadece görünene bakıyorlar, “Çöktü, çözülüyor, o halde çök diyelim de çöksün” der gibi bir yaklaşım içerisindeler. Gerçekten de dar ve yüzeysel bakış, sadece görüntü ile ele alma bu biçimde kendini gösteriyor. Fakat gerçekliğin bu biçimde olmadığını, tarihsel ve küresel boyutlarının derin olduğunu ortaya koyduk. Buna rağmen neden görüntü böyle ortaya çıkıyor, sadece görüntü mü böyle? Bunu da yakın dönemin yaşanan mücadeleleri ile çözümlemek gerekiyor. Kemalist cumhuriyet çok zayıf temellerde doğdu Avrupa kapitalist modernitesinin baskıları altında gerekli değişim ve dönüşümü sistem çıkarları doğrultusunda yapamayan Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı içerisinde yenilip yıkıldığını, parçalandığını biliyoruz. Bu gerçekten de çok önemli bir sentez olan ve beş yüz, altı yüz yıla dayanan güçlü ve sağlam Osmanlı sisteminin parçalanması anlamına geliyordu. Çok önemli ve ciddi bir durumdu. Bu kadar yüzyıla yayılmış bir sistemin parçalanması önemliydi. O parçalanmanın yıkıntıları üzerinde Kemalist cumhuriyet çok zayıf temellerde doğdu. Daha doğuş yapamadan İttihatçılarla uzlaştı. Hemen Osmanlıyı yıkan devletlerle, sistemle uzlaştı. Tayip Erdoğan bile o aşırı uzlaşmacı yaklaşımı eleştiriyor. Neden Kemalist hareket söz konusu uzlaşmaları yapmak durumunda kaldı? Zayıf olduğu için. Bunun anlaşılmayan bir yanı yoktur. Eğer söz konusu uzlaşmaları yapamasaydı varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği tartışma konusuydu. Elbette şimdi buradan bakıp da varlığını sürdürmüş olan bir devlete ya da yönetime geçmişte niye öyle uzlaşmalar yaptın demek kolaydır. Ama bu yaklaşımın siyaset gerçekliği ile ne kadar bağı var, tartışma götürür. Çok fazla bir bağı yoktur. Neden? Çünkü; o zamanın koşulları farklıydı. O koşullarda ancak o tür uzlaşmalar yaparak ayakta kalabildi. Bir tarafla uzlaştı ki, kendisi için tehlike gördüğü yanları da ezebilsin. İşte, Ege’den Karadeniz’e, Kürdistan’ın dört bir yanında ortaya çıkan, demokrasi isteyen direnişleri ezebilmesi için söz konusu uzlaşmaları yapması zorunluydu. Eğer onları yapamasaydı, demokratik direnişler başarılı olacak, Kemalist diktatörlük şekillenemeyecekti, ömrünü uzatamayacaktı. Kemalist cumhuriyetin oldukça zayıf temellerde ortaya çıktığını ifade etmek istiyoruz, bu bir gerçek. Şekilleniş döneminde de iç iktidar çelişki ve çatışmaları çoktu. Aslında en zayıf kanat Kemalist kanattı. Ordu içerisinde, iktidar grupları içerisinde farklı eğilim ve gruplaşmalar çok daha güçlüydüler. Bu da iç çelişki ve çatışma içerisinde kendini şekillendirmesine yol açtı. Söz konusu zayıflığı devam ettirdi. Özellikle Kürdistan’da özgürlük isteyen direnişlerin devamının 1940’lara, 50’lere kadar yayılması, bunun daha sonraki süreçlerde Kürdistan’ın diğer parçalarında da devam etmesi, Kürt inkârı ve imhasını öngören zihniyet ve siyaset üzerinde şekillenen TC devlet yapılanmasını her zaman tehdit etti. Korku, panik içerisinde tuttu. Her an Kürt direnişi olur, Kürtler özgürlük için ayağa kalkar da yıkılırım, korkusunu, kaygısını yaşar bir vaziyette oldu. Fakat bütün bunlara rağmen bir yandan kendi bazı çıkarları için ortaya çıkan Sovyet desteği, diğer yandan İngiltere, Almanya, ABD biçiminde somutlaşan Batı sisteminin desteği belli bir kurumlaşma ortaya çıkardı. İkinci Dünya Savaşı’nda da bu kurumlaşma gerçekten ciddi politik oyunlar yaparak kendisini sürdürmeyi başardı. Yenilgi alan Hitler’den yana olmasına rağmen, ideolojik ve siyasi olarak Hitler’e yakın, onunla ilişki ve ittifak halinde bulunmasına rağmen Hitler faşizminin yenilgisinden benzer bir yenilgi alarak çıkmadı. Politik oyun yaparak kendisini Hitler karşıtı cephede yer bulur konuma getirebildi. Bunlar Mustafa Kemal ve İsmet İnönü yönetiminin etkinlikleriydi. Kendisini bu şekilde Hitler karşıtı cephenin bir parçası haline getirdi ama bu beraberinde, Türkiye’de iktidar değişikliğini gerektirdi. CHP hükümeti Bayar-Menderes öncülüğünün oluşturduğu Demokrat Parti’ye yönetimi bırakmak zorunda kaldı. Kurulan cumhuriyetin şekillenmesinde bazı değişiklikleri Demokrat Parti yönetimi ortaya çıkardı. Bunları garantiye bağlamak, süreklilik kazanır ve yıkılmaz hale getirmek için cumhuriyet sisteminin kurucusu olan ve temel dayanağı konumunda bulunan ordunun sistem tarafından güvenceye alınması gerekti. Bu temelde 1950’lerin başında NATO’ya giriş gerçekleşti. Cumhuriyeti ordu, orduyu da NATO güvenceye alarak, böylece zayıf konumda olan cumhuriyetin yaşatılması, yıkılmaktan kurtarılması, güçlendirilmesi sağlanmak istendi. Aslında NATO ilişkisi temelinde ABD ve müttefikleri, iktidar ve devlet sisteminin Ortadoğu’daki temel bir karakolu haline getirecek müdahaleleri yapmaya yöneldiler. İşte 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri bu amaçla gerçekleşti. Ordu yönetimindeki devleti güçlendirip güvenceye almak, ona dayanarak Sovyetler Birliği’ne karşı sistemi korumak ve enerji yatakları olan Ortadoğu’da sistemin çıkarlarını sürdürmek istiyorlardı. Önemli gelişmeler de sağladılar. 12 Mart darbesi belli bir direnişle karşılaşsa da onu kırmayı başardılar. Arkasından 12 Eylül darbesi ile tam sonuç almak istiyorlardı ki ona da PKK müdahalesi karşı durdu. Kemalist devleti Gladio devletine dönüştürmek isterken Özgürlük Hareketiyle karşılaştılar Aslında NATO sistemi Gladio müdahaleleriyle 12 Eylül darbesi temelinde Türkiye’de tam sonuç almayı hesapladığı bir anda, hiç de kendi hesaplarında olmayan bir çıkışla, PKK çıkışıyla, Kürt Özgürlük Mücadelesiyle karşı karşıya geldiler. Bu, zayıf durumda olan cumhuriyeti NATO ilişkileri temelinde Gladio sistemi içerisinde güçlendirip sağlamlaştırmak isterken ciddi bir sorunla karşı karşıya gelmesini ifade etti. Önder Apo öncülüğünde PKK gerillası her türlü zor koşullara rağmen NATO’nun ikinci ordusu denen Türk ordusuna karşı kahramanca bir mücadele yürüttü. Her türlü zorluğu yendi, engeli aştı. İran-Irak Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi-askeri pratik koşullara da dayanarak Bakurê Kurdistan’da TC devletine ve Türk ordusuna karşı Özgür Kürdistan’ı, Demokratik Türkiye’yi temsil eden bir gerilla üstlenmesi ve mevzilenmesini ortaya çıkardı. Bu oldukça önemli bir gelişmeydi. Tam da adı cumhuriyet olan ama özünde cumhuriyetin gerçek özelliklerini taşımayan Kemalist devlet sistemini Gladio müdahalesiyle yeni bir Gladio devletine dönüştürüp ‘sonuç aldık’ hesabı yapılırken, böyle bir Kürt Özgürlük Hareketi ve gerilla direnişi ile karşılaşmış olmaları mevcut devlet sistemini ciddi bir biçimde sarstı, zorladı. Bunu yok etmek için TC devletine ve ordusuna her türlü desteği verdiler; askeri, siyasi, ekonomik, istihbari-teknik destek verdiler. Dünyanın her tarafında PKK’yi terör örgütü ilan ederek etkisiz kılmak, TC’yi Gladio müdahalesi temelinde başarılı hale getirmek için yoğun çaba harcadılar. Fakat, tüm bu destekler 12 Eylül devletini ayakta tutmaya yetmedi. Bunun üzerine biraz da Ortadoğu’daki gelişmelere bağlı olarak, Üçüncü Dünya Savaşı’nın geldiği aşama göz önünde bulundurularak Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmak için Irak’a daha kapsamlı bir müdahale yapabilmek amacıyla öncelikle Önder Apo’nun, PKK’nin, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin etkisizleştirilmesi gerekiyordu. Zaten Ortadoğu’ya müdahalenin birinci aşamasında, 1990 başında Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin yönetimi daraltılmış, Bağdat etrafında kuşatılmış, Filistin ve Kürdistan devrimleri ise kuşatmaya alınmış, sınırlandırılmışlardı. Özellikle Başûrê Kurdistan, NATO’nun Çekiç Güç operasyonuyla PKK’ye kapatılıp PKK Bakurê Kurdistan’da sınırlandırılmak istenmişti. Ortadoğu’ya kapitalist-emperyalist müdahalenin ikinci adımı olan 1990 sonunda Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmayı hedefleyen müdahale ise Önder Apo’yu hedefleyen Uluslararası Komplo ile başlatıldı. Önder Apo ve PKK mevcut mücadeleyi yürütürken ABD ve müttefikleri Saddam Hüseyin’i yıkma gücünü gösteremediler. Eğer öyle bir durum olursa PKK Başûrê Kurdistan’a ve bütün Irak’a yayılabilir, Irak ve Suriye üzerinden Arap alemine yayılarak Kürt-Arap ittifakını oluşturup Kürt sorununu yaratan Birinci Dünya Savaşı’nda, Ortadoğu’daki statüyü oluşturan sisteme karşı Ortadoğu’da halkların kardeşliğine dayalı demokratik bir devrim ve sistem gelişebilir diye korktular. Bunu önlemek için önce Kürt Özgürlük Hareketi’ni etkisizleştirmeyi, Hareketin Önderliğini ve öncü parti olarak PKK’yi tasfiye etmek istediler. Bu onlar açısından zorunluydu. Böylece 9 Ekim 1998’de Uluslararası Komplo diye siyaset tarihine geçen saldırıyı başlattılar. Önder Apo’yu imha etmeyi ve PKK’yi tasfiye etmeyi hedefliyorlardı. Önder Apo’nun imhası için bir günlük planlama yapmışlardı. PKK’nin tasfiyesi için 6 aylık ömür biçiyorlardı. Fakat bütün bunlara karşı Önder Apo direndi, bütün eksiklik ve hatalarına rağmen PKK direndi, Kürt halkı PKK ve Önder Apo’yla birlikte oldu. Uluslararası Komplo’nun Önder Apo’yu imha ve PKK’yi tasfiye hedefi 22 yıl geçmiş olmasına rağmen boşa çıkartıldı, başarısız kılındı. Bütün bunları niçin böyle ifade etme gereği duyuyoruz? AKP-MHP faşizmine bakınca, neden böyle zayıf görüldüğünün anlaşılması için bunları izah ediyoruz. İşte bu nedenle AKP-MHP faşizmi bu denli zayıf kaldı. Çökme ve çözülüş sürecini yaşıyor. Dayandığı temellerin tarihsel ve küresel boyutlarının o kadar güçlü olmasına rağmen günümüzde AKP-MHP faşizmi ve onun temsil ettiği iktidar ve devlet sistemi son derece zayıf bulunuyor. Osmanlı’nın çözülüşü var, cumhuriyetin zayıflığı var, Gladio saldırılarına karşı 12 Mart darbesi karşısındaki direniş var, 12 Eylül karşısındaki direniş var, Uluslararası Komplo’ya karşı direniş var. Bütün bu zayıflığı bu direnişler yarattı. Kendisini ayakta tutabilmek için bir yandan Gladio saldırıları, 12 Eylül ve en sonunda Tayip Erdoğan yönetimi cumhuriyetin birçok kural ve kurumunu da ortadan kaldırdı, iktidar olup ayakta kalabilmek için yenilmiş olan ordunun vesayetinden kurtulmak istedi. Var olanları yıkıp yenisini kurmaya çalıştı fakat henüz yenisini de kuramamış durumdalar. AKP-MHP faşist diktatörlüğü bir hükümet olmaktan çıkarak bir devlet haline gelmek istiyor Dikkat edilirse bir yandan Türkiye’deki devrimci-demokratik hareket ve özellikle de Kürdistan Özgürlük Hareketi bu Kürt düşmanı, halk düşmanı, kadın düşmanı, faşist-sömürgeci-soykırımcı iktidar ve devlet sistemini yoğun bir mücadele ile darbeledi, parçaladı, zayıflattı. Diğer yandan ayakta kalmak amacıyla AKP de yenilerini inşa edebilmek için eski birçok şeyi aşmak, değiştirmek zorunda kaldı. Her iki taraftan gelen darbeler, var olan sistemi de iyice parçaladı. Şimdi AKP-MHP faşizmi bunu aşmak ve kendini kurumlaştırmak istiyor. Fakat bunu henüz başarabilmiş değil. Bu nedenle zayıf görülüyor. Evet, devrimci-demokratik mücadele tarafından, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi tarafından darbelenerek zayıf hale getirilmiştir. Ama bir yandan da küresel ve tarihsel dayanakları vardır. Bunları görmemiz lazım. Diğer yanıyla söz konusu zayıflıkları aşabilmek için yoğun bir küresel destek ile de AKP-MHP ittifakı temelinde iktidarcı-devletçi sistem bir Gladio yapılanması olarak Türkiye’deki derin devlet sistemini yenilemeye, yeniden yapılandırmaya yoğun olarak çalışmaktadır. Bu gerçekliği de görmemiz lazım. Ayrıca söz konusu zayıflığın küresel iktidar ve devlet sistemi tarafından, yine AKP-MHP yönetimi tarafından bilindiğini, onun aşılması için yoğun bir çaba içerisinde olunduğunu bilmemiz gerekli. Bu konuda AKP-MHP ittifakı birkaç yıllıktır. Fakat AKP-MHP ittifakının ideolojik, siyasi, tarihsel, kültürel yaklaşımları bakımından son 7-8 yıldır yapılanlara bakılırsa bu ittifakın önceden ciddi hazırlıklarının yapılmış olduğu görülür. AKP-MHP ittifakı bir yandan söz konusu ittifak ile çok yoğun bir yeniden inşa faaliyeti sürdürüyor, ifade ettikleri cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi temelinde yeni bir sistem oluşturmaya çalışıyor. Diğer yandan sanki önceki yıllarda öyle bir ittifakın temeli atılmış, zemini hazırlanmış gibi bir durum da gözüküyor. Çünkü; yapılmış olan birçok şey AKP-MHP ittifakının zeminini hazırlamak için yapılmış gibi görünüyor. Nitekim onların sonucunda AKP-MHP ittifakı da bir anda hiç sarsıntı yaşamayan bir ittifak biçiminde ortaya çıkmış bulunuyor. Bu temelde şunları söylemek gerekli: Mevcut durumuyla AKP hükümettir, MHP destekliyor. Ama bir partiler ittifakı var. Yasaları da değiştirdiler. AKP-MHP ‘Cumhur İttifakı’ olarak bir araya geldi. Sanki bir hükümet, bir faşist yönetim gibi gözüküyor. Fakat öyle değerlendirmek yanlıştır. Evet başta bir hükümet olarak başladılar. Başlangıçta kendilerini bir faşist yönetim ittifakı olarak gösterdiler. Ama gerçeğin böyle olmadığı, AKP-MHP ittifakının bir iktidar ve devlet ittifakı olduğu tarihsel olarak ifade ettiğimiz devlet gerçeğine ve küresel iktidar ve devlet sisteminin ihtiyaç ve çıkarlarına göre AKP-MHP ittifakının yeni bir devlet şekillendirmeye çalıştığı açık bir gerçektir. Bunu net bir biçimde görmemiz lazım. Bunu sadece AKP-MHP partileri de yapmıyor. Aslında Türkiye’deki devlet kalıntıları, çeşitli kurumlaşmalar da yapıyor. Hatta bunlara karşıt muhalefet olduğunu söyleyen Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP yapıyor. Sözde MHP’den ayrıldığını söyleyen İyi Parti yapıyor. Diğer sistem içi muhalefet partileri yapıyor. HDP dışındaki bütün partiler böyle bir faşist yeniden yapılanmaya, bir Gladio diktatörlüğünün oluşmasına hizmet ediyorlar. Aynı zihniyet ve siyasetin içinde bulunuyorlar. Böyle bir yapılanmayı en güçlü bir biçimde NATO sistemi, ABD ve Birleşmiş Milletler destekliyor. AKP-MHP faşizminin başta Kürdistan olmak üzere Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Ortadoğu’da, Avrupa’da, Amerika’da işlediği insanlık suçlarına, ihraç ettiği terör gruplarının yarattığı suçlara herhangi bir ses çıkartmıyorlar. Hep müsamaha gösteriliyor, tolerans tanınıyor. Dikkat edilirse bu diktatörlüğü ayakta tutuyorlar. Diğer yandan ise kendileri ile çelişmediği sürece ihtiyaç duyduğu her türlü imkân ve fırsatı veriyorlar. Küresel kapitalist sistemden Türkiye’nin iktidar ve devlet güçlerine kadar bütün iktidarcı ve çıkarcı güçler, kendi çıkarlarını, geleceklerini büyük ölçüde AKP-MHP faşizminin kurumlaşmasında görüyorlar. CHP, İyi Partimuhalefeti gerçekten değiştirmek mi istiyor, yoksa muhalefet edenleri azaltmak, toplumu yanıltmak mı istiyor, bu tartışma götürür. Şimdiye kadar ikincisi daha çok etkili oldu. Dikkat edilirse demokratik bir muhalefet bloku oluşturmayı engellediler. HDP ile diğer demokratik güçler ile bir muhalefet bloku, demokrasi bloku olmak yerine, AKP-MHP faşizminin sıkıştığı her yerde onu desteklemeyi kendi yararlarına buldular. Evet, ABD, Avrupa, Rusya, Ortadoğu’nun çeşitli devletleri ile çelişkileri var ama bunlar büyük ölçüde çıkar çelişkileridir. Söz konusu sistem içerisinde bu çelişkiler doğaldır. Bu ekonomik ve politik çıkar elde etmek için yürütülen bir mücadele anlamına geliyor. O çelişkileri görmek, değerlendirmeye çalışmak lazım ama ona bakarak iktidarcı ve devletçi sistemin, onun çeşitli kurumlarının AKP-MHP devletine karşı çıktıkları sonucuna varmamak gerekli. Hatta dikkat edelim; en çok karşıt görünen, en çok darbe yemiş olan Fethullahçılar bile yalnız başlarına kalmalarına rağmen kimse ile ittifak yapmıyorlar. Durmadan yakınıyorlar, sadece kendilerine zarar verilmemesini istiyorlar. Öyle AKP-MHP’nin oluşturmak istedikleri sisteme karşı çıkan ve onu engellemek için gereken her türlü politik tutuma giren bir yaklaşımları söz konusu değil. Şimdi bütün bunlara dayalı olarak AKP-MHP faşist diktatörlüğü, imkân ve fırsatları azami derecede değerlendirmeye çalışıp kendini bir devlet sistemi olarak kurumlaştırmak istiyor. Bir hükümet, dolayısıyla bir yönetim olmaktan çıkarak bir devlet haline gelmek istiyor. Böyle bir planlaması var. Bu temelde çalışmaları da var. Evet, eski devletin birçok kurumunu yıktılar ama faşist-sömürgeci-soykırımcı zihniyet ve siyaset temelinde kendi devlet ve iktidarlarını kurumlaştırmak için de yoğun bir çaba içinde oldukları tartışma götürmeyen bir gerçek. Bu anlamda planlı, çok yönlü çalışıyorlar. Dört başı mamur bir Gladio özel savaş sistemini inşa etmek istiyorlar. Böyle bir inşanın yoğun çabası içerisindeler. Tam bir Gladio devleti, özel savaş devleti, Kürt düşmanlığı, kadın düşmanlığı, halk düşmanlığı, demokrasi düşmanlığı temelinde inşa etmeye çalışıyorlar. Bunu her boyutta ele alıyorlar. Böyle bir inşanın ideolojik boyutu var, tarihsel boyutu var, kültürel boyutu var, ekonomik, siyasi, askeri, güvenlik boyutu var. Yani yaşamın tüm alanlarında planlı faşist diktatörlük için inşa çalışması yürütüyorlar. Bu gerçekliği görmemiz lazım. Bunun için yeni bir tarih tezi oluşturuyorlar. Türk tarihi içerisindeki çelişkileri ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Yani ne tam İttihat ve Terakki’nin, MHP’nin eski Turancılığını ne de Mustafa Kemal’in Sümer’e dayalı devletçiliğini tam alıyorlar. Osmanlı-cumhuriyet kopukluğunu ortadan kaldırmayı öngörerek hepsini uzlaştıran, Orta Asya’dan gelmiş Selçuklu’dan Osmanlı’ya dayanan İslam’ı rehber edinmiş bir devletçi tarih tezini oluşturmaya çalışıyorlar. Bu yeni bir tarih tezi çalışmasıdır. Buna dayanarak yeni bir yaşam felsefesi, yeni bir ideolojik çerçeve, yeni bir güvenlik anlayışı, yaşam tarzı oluşturmaya çalışıyorlar. Bu çerçevede edebiyatı, sanatı, sağlığı, ekonomiyi, eğitimi, askerliği kullanıyorlar. Özellikle basını, propaganda araçlarını, psikolojik savaşı en ileri düzeyde kullanıyorlar. Kitaplar yazıyorlar. Diziler, filmler ortaya çıkarıyorlar. Ekonomik kaynaklar oluşturuyorlar. Yani insan çok rahat bir şekilde çok yönlü ve planlı bir çaba içerisinde olduklarını ifade edebilir. Bu gerçeğin kesinlikle görülmesi lazım. Bu temelde kendilerine göre yeni bir tarih anlayışı, yeni bir zihniyet, yeni bir ideoloji, yeni bir siyasi yapılanma, kültür, ahlak yaratmak istiyorlar. Bunu da AKP-MHP faşist ittifakı temelinde esas olarak Türkiye’nin faşist Gladiocu ilk ve tek partisi olan MHP’nin anlayış ve ölçüleri temelinde gerçekleştiriyorlar. Dolayısıyla faşist duygu, düşünceyi, zihniyet, siyaset ve ideolojiyi üretip topluma yedirmeye, bu temelde ırkçı, şoven, milliyetçi, savaşçı, Kürt düşmanı, halk düşmanı, demokrasi düşmanı bir insan ve toplum yaratmak istiyorlar. Türk ulus devletini bu biçimde yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar. Böyle çok yönlü ve planlı bir çabanın var olduğu açıktır. Ortaya çıkan sonuçlar bunu gösteriyor. Bu çaba sadece bir Tayyip Erdoğan-Devlet Bahçeli marifeti değil. AKP-MHP çabası da değil. Onları çok aşan birçok çevrenin içinde olduğu bir çaba. Aslında Tayip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’ye, AKP ve MHP’ye bu çerçevede bir rol oynatıyorlar. Bunu böyle görmek lazım. Onlar da kendilerine biçilmiş bu rolü başarıyla oynamak için büyük bir gayret içindeler. Açık olan gerçeklik bu. Örgütlü ve planlı bir mücadele olmazsa sistem kendini ayakta tutabilir Şimdi bütün bunlardan çıkaracağımız sonuçlar nedir diye sorulursa, şunları söyleyebiliriz: Birincisi; kuşkusuz böyle her yönüyle kurumlaşmış bir faşist diktatörlük henüz inşa edilememiştir. Zayıf, parçalı bir durumu yaşıyor. Çöküş ve çözülüş emareleri güçlü. Bu nedenle eğer böyle bir faşist diktatörlüğe karşı güçlü bir mücadele planlı, programlı, yaratıcı yöntemlerle geliştirilebilirse bu faşist diktatörlük aşılabilir. Aşılmaz, yenilmez, tarih sahnesinden kaldırılmaz değildir. Kesinlikle kaldırılabilir. Bu gerçeği görmek gerekiyor. İkincisi; AKP-MHP faşist diktatörlüğünün aşılması, öyle kolay, mücadelesiz, kendiliğinden gerçekleşebilecek bir durum da değildir. Ne kadar zayıf da olsa eğer onu yıkacak, aşacak, örgütlü ve planlı bir mücadele olmazsa ömrünü uzatacak, kendini ayakta tutacak güce ve etkenlere sahiptir. Bu yönlü tarihsel, küresel dayanakları, iç örgütlülükleri mevcut. Yani Gladio ayakta tutuyor, sistem ayakta tutuyor. Kürt sorunundan dolayı Kürt sorununu ortaya çıkartan bütün güçler nihayetinde TC’den yanadırlar, onu yöneten AKP-MHP’den yanadırlar. Kürtlere karşı çıkıyorlar. Kürt sorununun çözümü küresel sistemi değiştiriyor. Kendi varlıklarını bu sistemde bulmuşlar. Sistemin değişimini istemiyorlar. Ondan zarar göreceklerinden korkuyorlar. Dolayısıyla bu sistemi ayakta tutmak için Kürt özgürlüğüne karşı çıkıyor, Kürt soykırımından yana oluyorlar. Bu nedenle de Kürt soykırımını en vahşi yöntemlerle yürüten AKP-MHP diktatörlüğüne en son çare olarak destek veriyorlar. Bu gerçekleri görmemiz lazım. Bu nedenle buradan aldığı güçle AKP-MHP faşizmi kendini güçlendirmeye, yapılandırmaya çalışıyor. Harıl harıl böyle bir planlı çalışma içerisindedir. O halde örgütlü ve planlı bir mücadele olmazsa sistem kendini ayakta tutabilir. Her hâlükârda yıkılır, aşılır dememek lazım. Bazı çevreler öyle ezbere konuşuyorlar, ‘AKP-MHP faşizmi er geç yıkılır’ diyorlar. Bu biraz hamaset edebiyatı gibi bir şeydir. Nasıl yıkılacak, ne zaman yıkılacak, neyle yıkılacak? Bunları ortaya koymamız lazım. Diğeri kendini kandırmaktan, dolayısıyla faşizmin değirmenine su taşımaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Yanılmamak lazım. Evet, AKP-MHP faşist diktatörlüğünün yıkılacağını öngörmek gerekli ama nasıl yıkılabileceğini de sorup, iyi değerlendirip onun gerektirdiği tutumu, davranışı, çabayı göstermek lazım. Yoksa, öyle bir çaba göstermeden, dahası nasıl yıkılacağını değerlendirmeden, ‘er geç yıkılacak’ demek son derece düz, olgucu, düz ilerlemeci bir mantıktır. Pozitivist, kaba materyalist, düz ilerlemeci zihniyetin, anlayışın bir sonucudur. ‘Her şey yıkılıyor, bu da yıkılır’ demek hiçbir şey dememektir. Yıkılabilir ama ne zaman, nasıl yıkılır, belli bile değil. Kuşkusuz hiçbir şey baki kalmaz ama buradan kalkarak AKP-MHP faşizmi yıkılacak demek hiçbir anlam ve değer ifade etmiyor. Böyle düz, ezbere yaklaşımlardan uzak durmak gerekli. Bütün bunlar temelinde ele aldığımızda AKP-MHP faşizminin yıkılabileceğini ama onun için doğru, çok yönlü, yaratıcı, devrimci-demokratik bir mücadeleyi başarıyla yürütmek gerektiğini tespit etmemiz lazım. Faşizme anladığı dille cevap vermek gerekiyor Hiç kuşkusuz böyle bir faşist diktatörlük altında kalınamaz. Hiçbir gerekçe böyle bir diktatörlüğün varlığına boyun eğmeyi, yaşamasına izin vermeyi kabul etmez, kaldırmaz. Dolayısıyla bedeli ne olursa olsun, hangi zorlukları içerirse içersin mutlaka bu faşist diktatörlükten kurtulmak, onu aşmak gerekiyor. Hiçbir mücadele zorluğu, yaratacağı acı ve kayıp, faşist diktatörlüğün ortaya çıkardığı baskı, zulüm, katliam, işgal ve sömürüden daha ağır olamaz. Bu nedenle her şeyi göze almak ve mutlaka küresel kapitalist sistemin, iktidarcı-devletçi düzenin en zayıf halkası olan AKP-MHP faşist diktatörlüğünü yıkıp baskı ve sömürü düzenini bu halkadan kırarak insanlık için özgür ve demokratik yaşamın önünün mutlaka açılabilmesi gereklidir. Bu tarihin en anlamlı görevidir. İkincisi; AKP-MHP faşizmi kendisini bir özel savaş sistemi olarak, Gladio devleti olarak yeniden inşa etmeye çalışıyor. Henüz bunu yapamamış. Bundan yararlanmak, dolayısıyla AKP-MHP faşizmine karşı mücadeleyi sonraya ertelememek, bunu günümüzde en ileri düzeyde yürütmek gerekli. Üçüncüsü; dört başı mamur bir özel savaş sistemi kuruluyor. Faşist diktatörlük tüm alanlarda, bütün yöntemlerle, her türlü imkânı seferber ederek saldırıyor. Topyekûn, faşist, soykırımcı özel savaş saldırısı yürütüyor. O halde AKP-MHP faşizmine karşı mücadeleyi de topyekûn devrimci-demokratik direniş olarak ele almak, yaşamın bütün boyutlarında yürütmek gerekiyor. Yani hiçbir mücadeleyi dışlatamamak lazım. ‘Şu mücadele yöntemini uygularım, bunu uygulamam’ dememek gerekli. Faşizme karşı bazı mücadele yöntemlerini uygulayanları doğru bulup bazılarını yanlış bulmamak gerekli. Bütün anti-faşist yol ve yöntemleri doğru bulmak, kabul etmek, geliştirilmesini istemek, bu temelde bir anti-faşist demokrasi mücadelesinden yana olmak, bir demokrasi programı, demokratik birlik anlayışı ve demokratik mücadele çizgisi oluşturmak, herkesi, her yerde anti-faşist demokrasi mücadelesine çekmek, çağırmak, sevk etmek, seferber etmek lazım. Dördüncüsü; böyle bir mücadelenin stratejisini doğru kurmak lazım. AKP-MHP bir hükümet değildir. Dolayısıyla bu hükümeti yıkalım yenisini kuralım denemez. O halde bir seçimle değişmesi zordur. AKP-MHP faşizmi artık seçimle gitmez. O bir hükümet değil ki seçimle gitsin! O artık bir devlet, iktidardır. Dolayısıyla seçimle gitme devri aşılmıştır. Kendini seçim stratejisiyle başarıya götürme anlayışından uzak durmak lazım. AKP-MHP faşizmi seçim yapar. Kenan Evren de seçim yaptı, Saddam Hüseyin de seçim yapıyordu. Hitler de seçimle iktidara geldi. Fakat onlar demokratik, adil seçim değildir. Dolayısıyla faşist iktidar seçimle de düşmez. Her türlü hileyi yapar. Hükümet değişikliği ile AKP-MHP’den kurtulmak mümkün değildir. Onun için sadece seçimle, seçim stratejisiyle AKP-MHP’den kurtulunacağını söylemek doğru değildir. Diğer yandan, yüzeysel mücadele yöntemleriyle de olmaz. Yalnız başına diplomasi, propaganda, yürüyüş, açıklamalarla AKP-MHP faşizminden kurtulmak mümkün değil. Kuşkusuz onlar etkilemiyor değil ama yıkıcı darbeler vuramıyor, vuramaz da! Çünkü; karşı taraf çok yönlü mücadele ediyor. Ekonomi, sanat, siyaset, kültür, silah, terörü de etkili mücadele yöntemleri olarak kullanıyor. Kesinlikle faşizme anladığı dille cevap vermek gerekiyor. Kentlerde gelişecek bir savaş olmadan AKP-MHP faşizmini yenmek mümkün değildir Diğer yandan, ‘Faşizm savaş çıkartıyor, biz barış istiyoruz’ diyerek, barış programları ortaya çıkartarak da AKP-MHP faşizmi yıkılamaz. Belki biraz teşhir edilebilir ama sadece o kadar. Oradan öteye gidilemez. Evet, sen barış istersin ama AKP-MHP yönetimi de savaş istiyor ve savaş ilan ediyor. Ne yapacaksın? Karşı taraf, düşmanın, sana savaş ilan ederken ‘ben savaşmıyorum, barış istiyorum’ diyerek onun savaşını durdurabilir misin? Öyle demek sonunda teslim olmaya götürür. Yenilmeyi, ezilmeyi ortaya çıkartır. O halde barış istemek bir propaganda olarak iyidir. Ama bir strateji ve taktik olarak kesinlikle iyi değildir. Başarı getirmez. Yalnız başına herhangi bir sonuç vermez. Barışı istemek değil, kazanmak, elde etmek gerekir. Onu kazanabilmek için de karşı tarafın savaşını durdurabilmek gerekir. Düşmanın savaşını durdurabilmek için düşmanı savaş yapamaz hale getirmek, düşmanın savaşçılığını yenebilmek, düşmanın savaşına karşı, barış için devrimci savaşı, özgürlük savaşını yürüterek, barışı-özgürlüğü mücadele ile, savaş ile kazanmak gerekli. Bu temelde bir anlayış düzeltmesine kesinlikle ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan çıkan sonuç; tabii topyekûn bir devrimci-demokratik direniş, anti-faşist demokrasi mücadelesi olmalı. Her türlü yol ve yöntem kullanılmalı ama bunların merkezinde de faşist teröre karşı devrimci şiddet olmalı. Faşizmin imha eden, ezen, katleden yaklaşımlarına karşı, devrimci savaş, Devrimci Halk Savaşı Stratejisi temelinde mücadele, devrimci direniş, devrimci-demokratik, silahlı mücadele kesinlikle uygulanmalı. Bir bütünlük halinde dağda, ovada, şehirde faşist saldırganlığı kıracak, faşizmi anladığı dille karşılayacak bir temelde silahlı direniş yürütülmeden sadece diğer mücadele yöntemleriyle sonuç alınamaz. Dahası, faşizm sürekli saldırı halinde. Şiddetle saldırıyor. Vuruyor, katlediyor, savaş yapıyor, linç ediyor, hakaret ediyor, zindana koyuyor, çürütüyor, zehirliyor, tecavüz ediyor. Yani her türlü hakaretten, onur kırmadan, duygusal, ruhsal saldırıdan fiziki imhaya kadar her türlü yöntemi uyguluyor. O halde öyle bir saldırganlığa karşı onu boşa çıkartacak, saldırganlığı durduracak, saldırganlığı kıracak bir direnişçilik her düzeyde gerekli. Bu da ancak Devrimci Halk Savaşı ile olur. Devrimci özsavunma savaşı ile olur. Topyekûn anti-faşist direniş ile olur. Özellikle kentlerde gelişecek bir savaş olmadan, faşist saldırganlık devrimci savaş ile kırılmadan AKP-MHP faşizmini yenmek mümkün değildir. O halde topyekûn direniş olmalı, her türlü mücadele yöntemi kullanılmalı fakat temel mücadele devrimci silahlı direniş olmalı. Devrimci Halk Savaşı Stratejisi ile mücadele edilmeli. Faşist saldırganlık devrimci direnişle kırılmalı. Temel mücadele devrimci-silahlı mücadeledir; temel örgütlenme, çaba böyle bir mücadeleyi geliştirmeli. Ancak bunun etrafında diğer mücadele yöntemleri; demokratik mücadeleler, açıklama, açlık grevleri, demokratik kitle eylemleri, propaganda-ajitasyon etkili olabilir, sonuç verebilir. Bir kazanım yaratabilir. Bu konuda da net olmak lazım. Barış ancak böyle bir mücadele ile kazanılabilir. Demek ki barış için de savaşmak gerekiyor. Barışı, faşist saldırganlığı kıran, yenilgiye uğratan bir devrimci direniş ile elde etmeye, kazanmaya ihtiyaç var. Sadece istemekle elde etmek mümkün değil. O halde AKP-MHP faşizminin nasıl aşılabileceği bu biçimde nettir. Faşizm yıkılabilir, aşılabilir ama onun yol ve yöntemini doğru bulmakla olur. AKP-MHP faşist diktatörlüğünü bir devrim meselesi olarak ele alıp Türkiye’de Demokratik Halk Devrimi, Kürdistan’da Demokratik Özerkliği ifade eden özgürlük devrimi temelinde yürütmekle olur. Bu devrimleri Birleşik Devrim Hareketi olarak ele alıp, yürütmekle gerçekleşebilir. İşte Halkların Birleşik Devrimci Hareketi bu anlayış temelinde ortaya çıktı. Oldukça önemliydi, anlamlıydı. Kesinlikle birleşik devrim gerekiyor, çok yönlü mücadele, silahlı devrimci direniş gerekiyor. Serxwebûn: KCK’nin ilan etmiş olduğu hamle de düşünüldüğünde, AKP-MHP faşizmine karşı toplumsal mücadelenin yol ve yöntemleri neler olabilir, nasıl daha sonuç alıcı hale getirilebilir? Duran Kalkan: Aslında AKP-MHP faşizminin ne olduğunu ve nasıl yenilip aşılacağını önceki soruda ortaya koyduk. Fakat ortada belli ölçüde bir karışıklık var. Bu biraz da tarihsel gelişme sonucunda oldu. Gerilla, uzun bir süre 12 Eylül faşizmine karşı Kürdistan’da savaş yürüttü. Kürdistan’da faşist diktatörlük sarsıldı, etkinliği kırıldı. Ulusal Diriliş Devrimi gerçekleşti. Demokratik Ulus oluşumu ortaya çıktı. Demokratik siyasetin önü açıldı. Son otuz yıldır da bu temelde yeni bir mücadele yöntemi olarak demokratik siyasi mücadele ortaya çıktı. Gerillanın yanında halk serhildanları ortaya çıktı. Devrimci demokratik mücadele, özgürlük mücadelesi çok boyutlu bir mücadele haline geldi. Şimdi ortaya çıkan bütün bu gelişmelerle Kürdistanı özgürleştirme ve Türkiye’yi demokratikleştirme yönünde Önder Apo ve PKK tarafından kalıcı sonuçlar elde etmek için önemli bir çaba yürütüldü. Önder Apo, 1993 Mart’ında ilk ateşkesi bu temelde ve bu amaçla ilan etti. 90’lı yıllar boyunca bunun mücadelesini yürüttü. Aslında Avrupa’ya gitmeyi öngörmesi de böyle bir demokratik siyasi çözümü gerçekleştirebilmek içindi. Fakat Avrupa inisiyatif almadı. ABD ve küresel kapitalist sistem, Kürt sorununun çözümünü yani Kürdistan’ın özgürlüğünü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini reddetti. Uluslararası Komplo’yu derinleştirerek sürdürdü ve 15 Şubat Komplosu’nu ortaya çıkardı. Önder Apo, Kürt halkı, PKK, dostlarımız ile birlikte 15 Şubat Komplosu’na, İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi’ne karşı da önemli bir mücadeleyi etkili bir biçimde yürütmeye çalıştık. ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarı etrafında büyük bir fedai direniş yürütüldü. Komplo, Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturularak başarısız kılındı. Böyle bir durum önemli bir kitlesel gelişmeye yol açtı. Kürdistan’da demokratik siyaseti güçlendirdi. Özgürlük Hareketi’ni en geniş kitlelere ulaştırdı. Türkiye’de demokratik toplum oluşmaya, demokratikleşme umutları gelişmeye başladı. Böyle bir ortamda Önder Apo Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü için yoğun bir çaba harcadı. İstedi ki kan dökülmeden, daha fazla karşıtlık, düşmanlık gelişmeden çözüm olsun. Bunun için demokratik siyasete önem verdi. Her türlü siyasi çözüm açılımını geliştirdi. Projeler ortaya çıkardı. PKK ve Kürt halkı, yine demokratik kamuoyu da bu çabaları büyük ölçüde destekledi. Öyle bir eğilim ortaya çıktı ki, hem demokratik siyaset güçlendi, siyasi çözüm zemini güçlü hale geldi hem de sanki böyle bir çözüm olacakmış gibi bir umut oluştu. AKP oyunları ve hileleri de bu durumu uzun süre canlı tuttu. Daha sonra açığa çıktı ki ‘Çöktürme Eylem Planı’ temelinde bir imha ve katliam hazırlığı yapılıyormuş. Aslında bu tutumlar, bu hazırlıklar için gösteriliyormuş. Nihayetinde 24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren AKP, ABD ve MHP ile ittifak yaparak, sözde ‘DAİŞ’e karşı koalisyon oluşturduk ve mücadele ediyoruz’ adı altında PKK’ye karşı topyekûn imha ve tasfiye saldırısını başlattı. Kuşkusuz bu daha önceki saldırılardan çok daha ileriydi, tam bir faşist-soykırımcı-katliamcı saldırıydı. Hiçbir ahlaki-hukuki kural dinlemedi. Her hedefe saldırdı. İçte böyle bir katliam-soykırım yürüttüğü gibi saldırıyı Başûr’a, Rojava’ya, Ortadoğu’nun diğer alanlarına da taşıdı. Böylece kendisini içte katliam ve soykırım, dışta ise işgal ve savaş rejimi haline getirdi. Demokratik siyaset sanki faşizmi yıkmanın öncüsü olacakmış gibi algılandı Bu durum bir çelişki arz etti. Uzun süre demokratik siyasi çözüm olacak diye beklerken, böyle bir güç ortaya çıkmışken, bu değerlendirilmeyip, buna bir anda böyle topyekûn bir faşist-soykırımcı saldırı dayatılınca birçok çevre bunu anlayamadı. Bu durum zamanında anlaşılamadı. Dolayısıyla AKP-MHP faşizminin böyle topyekûn saldırısına karşı topyekûn devrimci-demokratik direnişi geliştirecek bir düşünsel çözümleme, kararlaşma, stratejik planlama ve pratik uygulama içerisine yeterli düzeyde girilemedi. Saldırıların olduğu yer direnişe geçti, olmadığı yer ise demokratik siyasi çözüm beklentisi içerisinde oldu. Hep İmralı kapıları açılacak ve İmralı’dan çözüm olacak beklentisine düşüldü. AKP-MHP faşizmi topyekûn saldırı halindeyken bu saldırıyı topyekûn devrimci-demokratik direnişle kırarak, faşizmi yıkıp Kürdistan’ı özgür Türkiye’yi demokratik yapacağız, İmralı İşkence ve Tecrit Sistemi’ni yıkıp, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlayacağız, diye bir mücadele yerine, birçok çevre, ağırlıklı olarak sürekli bir biçimde, ‘Bu saldırılar bitecek, yeniden çözüm süreci olacak, İmralı kapıları açılacak’ beklentisinde oldu. Böylece, topyekûn faşist-soykırımcı saldırıya karşı, topyekûn Devrimci Halk Savaşı direnişi içerisine girilemedi. Demokratik siyasi mücadeleye fazla rol atfedildi. Demokratik siyaset sanki faşizmi yıkmanın öncüsü olacakmış gibi algılandı. Demokratik siyaset de kendisine böyle bir rol temelinde yaklaştı. Kuşkusuz bütün bunlar yanlıştı. Biraz da ifade ettiğimiz tarihsel gelişme sonucunda bunlar açığa çıktı. Hareket olarak yeni gelişmeyi, 24 Temmuz 2015 topyekûn faşist-soykırımcı saldırısını doğru anlama ve yeterli tutum geliştirmede yetersiz kaldık. Bütün devrimci-demokratik güçler olarak yetersiz kaldık. Evet, saldırılar karşısında direniş içerisine girdik ama bunu bir stratejik planlamaya, örgütlenmeye kavuşturamadık. Herkesi ortak anlayışa çekemedik. Böyle topyekûn bir direnişin güçlü öncülüğünü yapacak silahlı direnişi etkili bir biçimde geliştiremedik. Kısaca nerede saldırı varsa orada direnmekle yetinildi. Cizîr’den Sûr’a, şehirlerde de etkili direnişler oldu. Efrîn’den Serêkaniyê’ye, Rojava’da da büyük direnişler oldu. Heftanîn’den Xakûrkê’ye, Medya Savunma Alanları’nda da büyük direnişler oldu. Dağda da gerilla büyük direndi. Halk direndi. Demokratik siyaset mücadele etti. Fakat şunu ifade etmek gerekiyor; devrimci şiddet, gerilla dağda kaldı. Dağ-ova-şehir savaş bütünlüğüne ulaşılamadı. Topyekûn faşist-soykırımcı saldırıya karşı Devrimci Halk Savaşı temelinde bütün mücadeleler yürütülemedi, demokratik siyasete çok fazla rol biçen, umut bağlayan bir konumda kalındı. Bunu aşmak için toplumsal eylemlilik düzeyinde, gerilla düzeyinde çeşitli hamleler oldu. Bunlar da parça parça gelişti. Bir stratejik bütünlüğe ulaşmadı. Halk işbirlikçiden, katilden, tecavüzcüden hesap soran konuma gelmelidir Bu noktada KCK’nin 12 Eylül’de ilan ettiği ‘Tecride, Faşizme, İşgale Son; Özgürlüğü Sağlama Zamanı’ Hamlesi bütün bu parçalılığı, tek yanlılığı ortadan kaldırmayı hedefleyen, direnişi bütünleştiren, doğru çizgiye çeken, devrimci savaşı da, halk direnişini de, demokratik siyasi mücadeleyi de, serhildanı da yerli yerince yürütmeyi öngören bir direniş hamlesi oluyor. Aslında bir yanıyla faşist-soykırımcı saldırganlığa karşı, faşizmi yıkma, tecridi kırma, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü sağlama direnişi oluyor. Ama diğer yönüyle bu konudaki eksiklikleri giderme, hataları düzeltme, AKP-MHP faşizmine karşı topyekûn Devrimci Halk Savaşı Stratejisi temelinde mücadele etme, direnişi doğru bir stratejik çizgiye çekip, yol-yönteme kavuşturmayı ifade ediyor. Bunu net belirtebiliriz. Böyle bir düzeltmenin her zeminde pratikte gelişmesi gerekiyor. Peki, nedir böyle bir düzeltme? Daha önce belirttiğimiz, önceki sorularda ifade ettiğimiz yanılgılardan kurtulmak lazım. Evet, her zeminde ve her yöntemle mücadele etmek gerekli ama temel mücadelenin anti-faşist direniş olduğu, devrimci silahlı direniş olduğu gerçeğini unutmamak lazım. ‘Barış, savaşılarak kazanılır’ anlayışından da hareket ederek, barışı kazanmak için bile devrimci savaşı mutlaka örgütleyip yürütmek gerekiyor. Bu temelde AKP-MHP faşist diktatörlüğünü yıkacak mücadelenin temelinde devrimci-silahlı direniş, Devrimci Halk Savaşı mücadelesi vardır. En genel planda özsavunma savaşı vardır. Bunu herkes yapmalıdır. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere bütün toplum anti-faşist devrimci direnişin içine girmelidir. Faşist imha, linç, saldırıya, şiddete karşı devrimci mücadeleyi, devrimci şiddeti kendi çapında geliştirmelidir. Devrimci-silahlı direnişi sadece dağdaki gerillaya bırakmamak lazım. Dağda, ovada ve şehirde yapmak gerekli. Yaşamın her alanında geliştirilmelidir. Şehirde, mahallede, okulda her genç yapabilir. Her çalışan işçi yapabilir. Kadınlar böyle örgütlenebilir. Mesela, linç ediyor, linç edene sen de aynı şekilde mukavemet edeceksin. Tecavüz ediliyor, tecavüzcüden hesap soracaksın. Hep diyorlar “AKP-MHP’nin adaleti neden yargılamıyor, adalet yok mu?” Hangi adalet aranıyor? Faşizmde adalet mi olur?! Eğer devrimci-demokratik güçsen sen kendini yargılama gücü haline getireceksin. Adaleti kendin sağlayacaksın. Ortada o kadar gerici-faşist, halk düşmanı, katil, serseri, tecavüzcü var. Fakat bunlara kimse bir şey demiyor. Herkes birbirinden bekliyor. Dahası bunlara karşı AKP-MHP’den mücadele edilmesi isteniyor. Halbuki AKP-MHP faşizmi bunları planlı ve örgütlü olarak yapıyor. Kendi yaptığını yargılar mı? Kendi işlediği suça ceza verir mi? Vermeyeceği çok açık. O halde suçu işleyen AKP-MHP faşizmidir, yargılayan halk olacak. Kadınlar olacak, gençler olacak, devrimci-demokratik güçler olacak. Herkes kendinde yargılama yetkisini görecek. Suçluyu değerlendirecek, kararlaştıracak, cezasını verecek. Böyle bir ceza verme gücünü göstermek gerekli. Bu bakımdan bir defa anti-faşist devrimci direnişi herkes görev bilmeli. Özellikle kentlerde, yaşamın her alanında böyle bir direniş uygulanabilmeli. Herkes kendini sorumlu görebilmeli. Bunun için çok profesyonel olmaya, öyle çok eğitim görmüş olmaya gerek yok. Az bir eğitimle de her türlü işbirlikçiden, hainden, ajandan, katilden, tecavüzcüden hesap sorulabilir. Halk, devrimci-demokratik güçler, kadın ve gençlik hareketleri kendini yargılayan, hesap soran konuma getirmeliler. Pasif, edilgen, başkasından bekleyen konumda olmamalılar. Anti-faşistler mücadeleci olmalı, atak olmalı, vurucu olmalılar Kısaca şunları söyleyebiliriz; anti-faşist devrimci-demokratik mücadeleyi ‘Ben şunu istiyorum, bunu istiyorum’ üslubundan kurtarmak lazım. İstemek değil yapmak lazım. Gerçekleştirmek gerekli. Hiç kimse o istekleri karşılamaz. İkinci olarak, söz konusu mücadeleyi sadece açıklama yapan ve yürüyüş yapan eylemlerden de kurtarmak gerekiyor. Şimdi anti-faşist mücadele denince hemen demokratik siyasetin öncülüğü akla geliyor. Bu yanlış. Böyle bir mücadelenin, demokratik devrim mücadelesinin, özgürlük devrimi mücadelesinin öncüsü demokratik siyaset değildir, devrimci-demokratik güçlerdir. Devrimci örgütlerdir. Devrimci ittifaklardır. Halkların Birleşik Devrim Hareketi buna aday oldu. Kendisini geliştirmeli, daha da büyütmeli. Böyle bir mücadelenin tek biçimi açıklama yapmak, bildiri yayınlamak, halka çağrı yapmak, en fazla yürüyüş, miting yapmak olamaz. Bunlar en geri ve en pasif yöntemlerdir. Şimdi bunlar en etkili yöntemler olarak görülüyor, yanlış. Bunları aşmak gerekiyor. Kuşkusuz bunlar da yürütülmeli ama daha ötesini yapabilenler yapabildikleri mücadeleleri yapabilmeliler, görevlerine sahip çıkmalılar. Faşizme karşı etkili bir mücadele yürütme gücünde iken öyle yapmayıp da geri, pasif durumda olunmamalı. Ondan sonra da tanrıdan inayet beklercesine ‘Şunu istiyorum, şunu bekliyorum, şuraya çağırıyorum’ demekle bir şey elde edilemez. Bundan kurtulmak lazım. Şimdi gerçekten zayıf bırakan yan bu oluyor. Esas olan mücadele görülemiyor, sahip çıkılamıyor. Öyle bir yönelim yok. Dikkat edelim, AKP-MHP bu kadar çete örgütledi, sokağa bu kadar hâkimler, bu kadar saldırganlar, kendi etkinliklerini, egemenliklerini korumak için hiç göz açtırmıyorlar, bu kadar yalan söylüyorlar, hiçbir suç yokken tutup hapse tıkıyorlar. Helikopterden atıp katlediyorlar. Faşist bu kadar saldırgan olacak ama anti-faşist sadece ‘istiyorum’ diyecek, açıklama yapacak ya da sadece yürüyüş yapacak. Bu yetmez, böyle olmaz. Anti-faşistler de mücadeleci olmalı, atak olmalı, vurucu olmalılar. Doğru eylem biçimlerini tespit etmeliler. O sana bir vuruyorsa en az sen de bir vur. Hatta mümkünse iki vur. Devrimcilik, demokratlık pasifizm değildir, mücadeleyi gerektiriyor. Sadece söz söyleme demokratlık değildir. Önder Apo, “Demokrasinin dili eylemdir” dedi. Yani demokratik mücadele, faşist diktatörlüğü yıkma mücadelesi oluyor. Faşizme anladığı dille cevap verme mücadelesi oluyor. Faşist özel savaş bütün yöntemleri kullanıyor. Ekonomik mücadele yürütüyor, siyasi mücadele yürütüyor; askeri, kültürü, sanatı, propagandayı kullanıyor. Bunun karşısında biz de çok etkili bir propaganda yapmalıyız. Asla psikolojik savaşın etkisinde kalmayan, devrimci direnişi yayan, faşizmi teşhir eden bir propaganda olmalı. Etkili bir sanatsal mücadele geliştirmeliyiz. Ekonomimizi mücadelenin gereklerine göre, savaşan halk gerçekliğinin, Devrimci Halk Savaşı’nın gereklerine göre örgütlemeliyiz. Kısaca savaş ekonomisini ortaya çıkartmalıyız. Bir savaş var. Sömürgeci-soykırımcı sistem bizi yok etmek istiyor. Savaştan da öte imha altındayız. Yok edilmek isteniyoruz. Bize bir mezar bile verilmek istenmiyor. O halde böyle bir imhayı kırmak, varlık ve özgürlük mücadelesi yürütmek öyle pasif yöntemlerle, reformist tarzla; açıklama yaparak, ‘barış istiyorum’ demekle olmaz. Devrimci direniş olursa demokratik kitle eylemlerinin, barış istemlerinin bir anlamı olur. Ama devrimci-silahlı direniş olmazsa, her alanda faşizmden hesap soran eylemler gelişmezse bu tür isteklerin bir anlamı olmaz. Kaldı ki onlara faşizm izin de vermez zaten. Nitekim dikkat edilirse vermiyor, önünü kesiyor, darbe vuruyor, tutukluyor, ondan sonra hep yakınma, şikâyet ortaya çıkıyor, geri çekilme yaşanıyor, pasifize olunuyor. Bunlar yanlış. Bunlara fırsat vermeyecek bir mücadele yol-yöntemi içinde olmak gerekli. Bu durumda kuşkusuz işin başına anti-faşist direnişi alacağız. Faşistlerden hesap soracağız. Faşist saldırganlığı kıracağız. Biz de faşizmin anladığı dilden mücadele edeceğiz. Silahtan, devrimci direnişten korkmayacağız. Bu kadar korkan, geri çeken böyle bir durum nereden ortaya çıktı? Biz bir parti hareketiyiz, Devrimci Halk Savaşı yürütüyoruz. Hareket ve halk olarak 15 Ağustos 1984’ten beri savaşıyoruz. Bu halkın içerisinde olan herkes bu savaşa dâhildir. Sanki savaş yokmuş gibi hareket etmek yanlıştır. Birkaç yıl ateşkes yaşanmışsa bu savaşın ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Kendimizi yanıltmamız lazım. O halde savaş gerçeğini kabul edeceğiz. Savaşabilen güçler, faşizme karşı devrimci-demokratik mücadeleyi, direnişi, savaşı geliştirecekler. Şehirde, ovada, kırda yapacaklar. Ama hiçbir faşist saldırganlık, suç karşılıksız kalmayacak. Hepsinin hesabı da sorulacak. Bunu yapabilmeliyiz. Biz yeni hamle ile bunları yapmayı öngörüyoruz. Bizden olan, yurtseverim, demokratım, devrimciyim diyen, AKP-MHP faşizminden kurtulmak ve Demokratik Türkiye, Özgür Kürdistan yaratmak istiyorum diyen, Kürdistan’da olur Türkiye’de olur, Türk olur, Kürt olur, Arap olur, Çerkez olur, Ermeni olur, kim olursa olsun, hangi milletten, dinden olursa olsun, bu AKP-MHP faşizmine karşı Devrimci Halk Savaşı Stratejisi temelinde direnmesi lazım. Elindeki fırsatları, imkânları böyle bir direnişte kullanması gerekli. Devrimci Halk Savaşı’nın gereklerini hayata geçirelim. Bunun için, başta özsavunmayı geliştirelim. Herkes özsavunmasını geliştirsin. Yani örgütlü olsun, bilinçli olsun, donanımlı olsun. Birisi saldıracaksa uyanık olsun, fırsat vermesin. Saldırgandan hesap sorsun. Herkes hesap sorucu olmalı, kimse kimseden beklememeli. Özsavunma demek, herkesin kendi güvenliğini sağlaması, kendi savunmasını yapması demektir. Kadınlar katlediliyorlar, o halde katledilmeyecek bir savunma tedbiri geliştirecekler. Örgütlenmelerini ona göre yapacaklar, donanımlarını ona göre yapacaklar, eğitimlerini, bilinçlenmelerini ona göre yapacaklar. Kürtler linç ediliyorlar, o halde linç edilmeyecekler. Ortalıkta, yalnız başlarına, sanki hiç düşmanları yokmuş gibi dolaşmayacaklar. Böyle bir yaşam yok. Bu yaşam nerden ortaya çıktı? Kim çıkardı? Bu yanlış. Sanki hiç düşman yokmuş, hiç mücadele yokmuş, her şey güllük gülistanlıkmış, tam bir özgürlük var, istediğimiz gibi yaşayalım diye herkes, her tarafa hiçbir tedbir almadan gidiyor, yaşıyor, ondan sonra da dövülüyor, linç ediliyor, tokat yiyor, ‘vay tokat yedim, vay buram kırıldı, vay bana hakaret edildi’, deyip yakınılıp duruluyor. Bu yakınma ve şikâyet kültürü kölenin kültürüdür, kölenin dilidir. Özgür insan, mücadeleci insan bu dili kullanmaz. Böyle bir duruma düşmez. Tedbirlerini alır, aşar onları. O halde kölelikten kurtulalım. Özgür bir duruşun, yaşamın gereklerine ulaşalım. Bunun için de gerekli tedbirleri alalım. Mücadeleyi her alanda şiddetlendireceğiz Düşünün, binlerce, on binlerce genç var. Kadın var. Toplum milyonlarcadır. Devlet, faşist çeteler bir avuçtur. Bu kadar çok, milyonlarca olan insanlar kendi savunmalarını yapsalar, faşist saldırganlıktan hesap soracak pozisyonda olsalar faşizm adım bile atamaz. Böyle bir ortamda AKP-MHP faşizmi kuşkusuz hiçbir şey yapamaz. Ama mücadele edilmezse her şey yapılır. Yani AKP-MHP faşizmi kendiliğinden yenilmez ve yıkılmaz. Ancak onu yenebilecek, yıkabilecek bir mücadele yürütülürse bu gerçekleşebilir. İşte böyle bir mücadeleyi yürütmek lazım. Bunu herkes sahiplenmeli. Başkasından beklememeli. Başkasına bırakmamalı. Özellikle gençliğe çağrı yapıyorum, Bakurê Kurdistan’ın her alanında bulunan gençler aktif olmalılar. Mücadele deyince bir yanılgı oldu. Açıklama mı, miting mi yapacaksın, buna da AKP-MHP faşizmi izin vermiyor; o halde faşizme karşı mücadele edilemezmiş gibi bir hava çıkıyor. Miting yapamazsan, sen de bir faşisti cezalandırabilirsin. Bir tecavüzcüden hesap sorabilirsin. İki kişi bir araya gelip her türlü hesap sorma eylemini yapabilir. Bunlar en büyük eylemlerdir. Şimdi bu kadar işbirlikçi, sömürücü, hain, ajan ortalıkta dolaşıyor, halka zulüm ediyor, kimse bu zalimlerden hesap sormuyor. Böyle gençlik olmaz! Böyle özgür-demokratik toplum ve yaşam olmaz! O bakımdan mücadelenin birinci ayağı kuşkusuz anti-faşist devrimci direnişi geliştirmektir. Faşist saldırganlıktan hesap sormaktır. Rojava’nın görevi işgale karşı devrimci savaşı geliştirip işgali kıracak bir savaşı yürütmektir. Devrimi koruyacak savaş yürütmek, devrimi yaymaktır. İşgal edilen toprakları kurtaracak. Başûr, işgal saldırılarına karşı savaşmak üzere seferber olacak. Sadece biz bu hamleyi kabul ediyoruz, amaçlarını benimsiyoruz, işte işgal olmasın, faşizm yıkılsın, demokrasi gelsin demekle olmaz. Faşizmi sen yıkacaksın. Demokrasiyi sen kuracaksın. Demokrasi, özgürlük, başarı ancak öyle gelir. Şimdi mevcut durumda görev ve sorumluluk üstlenmemek var. Hep başkasından istemek ve beklemek var. Bu da bir küçük burjuva bireyciliği, hayalciliğidir. Yaşamak istiyorum hayali gibi bir şey. İstiyorsun ama yaşamak için mücadele etmek lazım. Bu öyle kolay değil. Yaşam hazır değil. Aslanın ağzında. O halde mücadele ederek yaşamı kazanman lazım. Yaşamı kazanacak bir mücadele içinde olmak gerekli. Bu nedenle bir defa böyle bir direnişçiliği gösterebilmemiz gerekli. “Tecride, Faşizme, İşgale Son; Özgürlüğü Kazanma Zamanı” Hamlesi’nin düzeltici yanlarından bir tanesi budur. Temel olarak direniş esas olacak. Faşizme anladığı dil ile cevap vereceğiz. Devrimci savaşı geliştireceğiz. Faşist teröre, saldırganlığa, suça karşı hesap sorucu, yargılayıcı olacağız. Özgürlüğün ve demokrasinin adaleti işleyecek. Faşist katillerden hesap soran olacak. Bunu sadece gerilladan beklemeden, herkes kendi görev ve sorumluluğunu hissedecek, elindeki imkânı, fırsatı birleştirerek olduğu yerde, hiçbir yerden emir beklemeden böyle bir eylem içinde olacak. Yani mücadeleyi her alanda şiddetlendireceğiz. Kitle şiddeti kullanacağız. Örneğin; on bin kişi bir araya gelemezsek, on kişi kafa kafaya verip faşistlerin bir alanını tahrip edeceğiz, bir imkânını yok edeceğiz. Bu da bir eylemdir, değerli bir eylemdir. Ve yapılabilir. Bu konuda yaratıcı olmaya, çok yönlü olmaya ihtiyaç var. Evet, hiçbir mücadele yol-yöntemini reddetmemeliyiz. Eğer faşizmden hesap soracak, anti-faşist mücadeleyi geliştirecek gücümüz, imkânımız varsa önce onu kullanmalıyız, onu tercih etmeliyiz. Kimse kimseden beklememeli. Ya da birçok mücadeleyi birlikte kullanabilmeliyiz. Anti-faşist direniş içinde de olabiliriz, sanat, propaganda faaliyetleri de yürütebiliriz. Biraz daha fazla yaratıcı, çok yönlü, örgütlü olabilmek gerekli. Demokratlık ve yurtseverlik, içinde bulunduğumuz dönemde bizden bunu istiyor. Şimdi hareket olarak da bizim kendimizi böyle bir öncülük haline getirme çabamız var. İşte söz konusu hamleye ulaşmak bunu ifade etti. Parti örgütlülüğümüzün bulunduğu her yerde kesinlikle buna göre mücadele edecek. Parti öncülüğü bu rolü oynayacak. Yani öncü savaşacak. Devrim için savaşmayana sosyalist denmez, partili denmez. Parti öncüsü olunmaz. Özgürlük için savaşmayan özgürlüğü hak bile edemez. Hazır özgürlük isteyemeyiz, bekleyemeyiz. Faşizm durduk yerde yıkılsın diyemeyiz. Biz mücadele edeceğiz, biz yıkacağız. Parti öncülüğü her yerde bunun gereklerini yerine getirecek. Özsavunma direnişini her yerde geliştireceğiz. Kadın ve gençlik öncülüğü özsavunma temelinde örgütlenecek, mücadele edecek. Yoksa faşizm başka bir yaşama ve mücadeleye izin vermiyor. Eğer faşizmi yıkalım, aşalım diyorsak o halde bizim de her alandaki eğitimimizi, örgütlenmemizi, mücadelemizi faşizmi yıkma temelinde yürütmemiz gerekiyor. İşte böyle bir düzeltmeye ve hamleyi doğru anlayıp başarıyla uygulamaya ihtiyaç var. Aslında 10 Ekim ‘Önder Apo ’ya özgürlük eylemleri’ ile birlikte böyle bir sürece de girdik. Hareket ve halk olarak mücadeleyi daha çok zenginleştirmek, çeşitlendirmek, daha farklı, yaratıcı mücadele yöntemleri kullanmak, en önemlisi de faşizmden hesap soran, faşizmi yargılayan ve devrimci adaleti uygulayan bir devrimci direnişçiliği her alanda geliştirme sürecine girdik. Bunu hareket olarak yapacağız. Dostlarımızla, Halkların Birleşik Devrim Hareketi olarak yapacağız. Bizim hamlemiz bu temeldedir. Gerilla karargâhımız buna başarıyla öncülük edeceğini belirtti. Bunu dağda yapacak, şehirde yapacak. Gençlik her yerde böyle bir mücadelenin öncüsü olacak. Hiç kimseden emir beklemeden, öyle kendisini de pasifize etmeden bilinçlenip, örgütlenerek faşist katillerden hesap soran bir mücadeleyi geliştirecek. Demokratik siyaset, halk direnişimiz işte böyle bir devrimci mücadelenin etrafında anlam kazanacak. Yani devrimci direniş her alanda gelişirse demokratik siyasetin önü açılır. Demokratik siyasi mücadele anlam kazanır. Demokratik siyasi çözüm projeleri değer bulur. Demokratik siyaset ön açamaz. Demokratik siyasetin önünü devrimci mücadele açar. Devrimci mücadele, faşizmden hesap soran mücadele demokratik siyasetin önünü açar, demokratik siyaset de çözüm üretir. Biz her alanda böyle aktif, etkili, faşizmden hesap soran bir mücadeleyi geliştirirsek işte o zaman AKP-MHP faşizmi daralır, yıkılır. İşte o zaman İmralı tecridi kırılır, kapılar açılır, Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü gündeme gelir. Önder Apo’nun fiziki özgürlüğü için mücadele daha çok gelişir. Biz bu temelde yaklaşıyoruz. Bütün parti militanlarımızı, sempatizanlarımızı, bütün yurtsever-demokratik güçleri, Türkiye’deki devrimci-demokratik dostlarımızı içinde bulunduğumuz sürecin mücadele gerçekliğini böyle anlamaya, başlattığımız özgürlük hamlesini çok yönlü mücadele ile yürüterek faşizmi yıkıp özgürlüğü kazanmaya çağırıyoruz. | ||
© 2021 Serxwebûn |