Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Hamle ile komplo ve işbirlikçiliği yenelim, Özgürlüğü SağlayalımCotmeh 2020
Cemil Bayık Ortadoğu merkezli Üçüncü Dünya Savaşı sürerken en fazla tartışma yürütülen konulardan biri Türkiye’nin yürüttüğü politikalardır. Eğer Üçüncü Dünya Savaşı Ortadoğu merkezli sürüyorsa kuşkusuz Türkiye’nin tartışılması doğaldır. Türkiye, Ortadoğu’da bulunan bir ülke olduğu gibi, yüz yıllarca Ortadoğu’ya tümüyle hakim olmuş bir devlet geleneğine sahiptir. Osmanlı imparatorluğu Avrupa’nın içlerine kadar ulaşmış olsa da esas olarak bir Ortadoğu imparatorluğuydu. Bu yönüyle Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı’nın Türkiye’yi etkilemesi anlaşılır bir durumdur. Türkiye bu savaş sürecinde üç temel etkenden dolayı sürekli gündeme gelmektedir. Bunun en önemli etkeni kuşkusuz şu anda Ortadoğu’daki tüm gericiliğin merkezinin Türkiye olmasıdır. Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve kültürel yapısı Ortadoğu’daki gelişmeleri çok fazlasıyla olumsuz etkilemektedir. Ortadoğu’nun iç dinamikleri temelinde gelişmesi ve toplumsal karakterine uygun demokratik bir siyasal sisteme kavuşması önündeki en temel engel Türk devletidir. Türk devleti, Osmanlı imparatorluğu zamanından kalma gelenekler, alışkanlıklar sonucu Ortadoğu’ya şu veya bu biçimde müdahil olmaktadır. Müdahalelerde bulunarak Ortadoğu’daki gelişmelerin kendi kontrolü dışına çıkmasının önüne geçmek istemektedir. Türkiye’nin bu yönlü bir politika izlemesi Ortadoğu’daki gelişmeleri etkilemektedir. Dolayısıyla Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendirirken Türkiye’yi ele almadan değerlendirmek yanlış olur. Kuşkusuz İran da benzer bir role sahiptir. Çünkü İran, daha Osmanlı imparatorluğu ortada yokken; iki bin yıldır bu coğrafyada etkilidir. Kesintisiz devlet geleneğini sürdüren en temel güç İran’dır. Onun da yarattığı alışkanlıklar, kültür, politika ve dengeler var. Bu yönüyle İran’ın politikaları da Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından ilgilendirmektedir. Ancak mevcut durumda Türk devletinin politikaları daha fazla etkilemektedir. Mevcut durumda Türk devleti, Ortadoğu’daki sorunların en temel kaynaklarındandır. Ortadoğu’daki sorunların çözümsüz kalmasında belirleyici rol oynamaktadır. Ortadoğu’da halkların kardeşliğine dayalı demokratik bir sistemin gelişmesinin önünde en temel engel Türk devletidir. Bunda coğrafi konumu da önemli bir rol oynamaktadır. Osmanlı zihniyeti, Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında kendini tekrar dışa vurmuştur İkinci temel etken ise; Türkiye bir imparatorluk gücüydü ve Birinci Dünya Savaşı’nda dağılmıştı. Savaş sonunda şimdiki Türkiye sınırlarına sıkıştı. Aradan yüz yıl geçti. Yüz yıl aslında dünya tarihi ve ülkelerin tarihi açısından çok uzun bir süre değildir. Bu yönüyle Türk devlet anlayışında Osmanlı gibi büyük bir devlet olma, birçok yeri işgal edip hakim olma anlayışı köklü düzeyde vardır. Türkiye yönetici elitinde Osmanlı’dan kalma kültür temelinde büyük devlet olma arzusu, isteği vardır. Fırsatını bulduğunda başka toprakları da işgal etmek ve büyük devlet olmak isteyen bir zihniyete sahiptir. Bu yönüyle Türk devleti Üçüncü Dünya Savaşı’nı kendisi için fırsat olarak görmektedir. ‘Acaba Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında devletlerarası çelişkilerden yararlanarak, bölgede bir güç, bölgenin tarihini bilen bir güç olarak fırsatları değerlendirip sınırlarımı genişletip, siyasal etkinliğimi artırabilir miyim’ yaklaşımıyla Ortadoğu’da süren bu savaşın içine girmiştir. Libya’da kriz patlak verirken ilk başlarda ‘Libya bizi ne ilgilendirir, Libya’da bizim ne işimiz var’ diyen Tayyip Erdoğan-AKP iktidarı, çok kısa bir süre sonra Türkiye’yi Libya’ya müdahale üssü haline getirmiştir. İzmir’deki NATO üssü Libya’ya karşı kullanılmıştır. Suriye’de de iç karışıklıklar ortaya çıktığında Suriye’de kısa sürede rejim değişimi olacağını, mevcut iktidarın yıkılacağını sanarak hemen Suriye iç savaşına müdahil olmuştur. Hatta öğle namazını Şam’da, Emevi Camii’nde kılma gibi söylemlerle Suriye’yi bir gün içinde işgal etme hayalleri içinde olduklarını dile getirmişlerdir. Öte yandan Suriye’de rejim yıkılır da Kürtler yararlanır kaygısıyla bu müdahaleyi erkenden yapmışlardır. Müdahaleyi erkenden yapmasının birinci nedeni; Suriye’nin çabuk yıkılacağını düşünüp eskiden beri ilişkide olduğu İhvan-ı Müslimîn’le Suriye politikasında etkin olmak, ikincisi ise; Suriye rejimi yıkılırken Kürtlerin kazanım elde etmesini engellemekti. Türk devleti bu nedenle Ortadoğu savaşına müdahil olmuştur. Böylelikle Osmanlı imparatorluğu döneminde oluşan zihniyet ve anlayış kendisini Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında yeniden dışa vurmuştur. Üçüncü temel etken ise; Türk devletinin Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek istemesidir. Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında Türk devleti Kürtlerin tüm parçalarda örgütlü siyasi ve askeri güç haline geldiğini, bu durumun da Türk devletinin temel politikası olan Kürtleri soykırıma uğratıp Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme politikasını sekteye uğratıp tamamen başarısız kalacağını düşünerek bu savaşın içine girmiştir. Aslında birinci ve ikinci etkende saydığımız tüm nedenler esas olarak da Kürtleri soykırıma uğratma politikasını sürdürmek içindir. Çünkü; bu politikayı başarıya ulaştırmadan, Kürtleri soykırıma uğratmadan birinci ve ikinci etkendeki amaçlarını, düşüncülerini ve politikalarını hayata geçirmeleri mümkün değildir. Bu yönüyle Osmanlı imparatorluğu geleneğini sürdürmek, o arzularını gerçekleştirmek için Üçüncü Dünya Savaşı koşullarından yararlanıp Kürtleri soykırıma uğratmayı amaçlamışlardır. Bu yönüyle Türk devletini ve politikalarını değerlendirirken bu en temel etken gözden uzak tutmamalıdır. Türk devletinin bütün politikalarının Kürt soykırımını tamamlamaya endeksli olduğunu görmek gerekiyor. Bütün adımlarını da bu temelde attığını görmek, buna göre politika belirlemek ve tutum ortaya koymak çok önemlidir. Türk devletinin Kürtleri soykırıma uğratıp Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirme politikası anlaşılmazsa, bu politikanın Türk devletinin tüm söylemlerini, ilişkilerini, tutumlarını belirlediği görülmezse izlediği diğer politikaları anlamak mümkün değildir. Çünkü; izlediği tüm diğer politikalar da Kürtlere karşı yürüttüğü bu savaşı başarıya ulaştırma ekseninde ortaya çıkmaktadır. Libya politikasını da, Doğu Akdeniz politikasını da, Kafkasya politikasını da en başta Kürt soykırımını tamamlama stratejisine hizmet etme temelinde yürüttüğünü görmek gerekmektedir. Böyle bakıldığında o zaman Libya’da, Ortadoğu’da ve Kafkasya’da yarattığı krizler daha anlaşılır hale gelir. Türk devleti bütün politikalarını Kürt düşmanlığı üzerinden yürütmektedir Türk devleti, yarattığı krizlerden sonra her zaman Kürt sorununu gündeme getirir. Kürt soykırımı konusunda tavizler alarak, bazı avantajlar elde ederek başka alanlarda taviz verme politikası yürütmektedir. Verdikleri tüm tavizlerin arkasında Kürt karşıtlığı, Kürtleri soykırıma uğratma amacı vardır. Bu yönüyle diğer devletler de Türk devletini kendi politikaları konusunda kullanmak isterken, Türk devletinin bu zaafından yararlanmakta, bunu Kürtler konusunda taviz vererek gerçekleştirmektedirler. Hem Türk devleti açısından hem de Türk devletiyle ilişkili olan devletler açısından böyle bir kirli ilişki vardır. Tamamen Kürtlerin sırtından, Kürtlerin aleyhine bir ilişki biçimi sürdürmektedirler. Bu yönüyle Türkiye’nin diğer devletlerle ilişkisini ya da diğer devletlerin Türk devletine yaklaşımını değerlendirirken her zaman bu kirli anlayış ve kirli politika dikkate alınmalıdır. Bu temelde de söz konusu devletlere yaklaşım gösterilmelidir. Yani söz konusu devletlerin sözde söylediklerine değil, pratikte uyguladıkları bu politikaya göre yaklaşım ortaya konulmalıdır. Ancak bu politika doğru anlaşıldığında Kürtler, hem Türk devletine karşı hem de diğer güçlere karşı doğru politika belirleyip mücadele edebilir. Kürtler ve onların adına siyaset yürütenler açısından bu konunun anlaşılması, mücadeleyi geliştirmeleri ve başarılı olmaları açısından çok önemlidir. Türk devleti bütün politikalarını Kürt düşmanlığı üzerinden yürütürken, aslında bu politika Türk devletinin bütün politikalarını bağlayan, işlemez hale getiren ve tıkatan bir etken haline gelmektedir. Türk devleti, Osmanlı zihniyetiyle Ortadoğu’ya hakim olma anlayışını Kürtleri soykırıma uğratarak gerçekleştirebileceğini düşünürken, bu politika aslında Türkiye’nin Kürtlerle ilişki içinde günümüz koşullarında kendini geliştirme ve etkili kılma imkanını da ortadan kaldırmaktadır. Aslında bu politika tarihsel olarak Kürt-Türk ilişkilerinin diyalektiğine dayalı gelişmeyi de sabote etmektedir. Türkler, tarih boyu ne zaman Kürtlerle ilişki içinde olmuşlarsa bu onlara büyük imkanlar sunmuş, gelişmeler ortaya çıkarmıştır. 1071’deki Türk-Kürt ilişkisi, yine 1514’lerde İran’a karşı politikada Kürtleri kendi yanına alması Osmanlı imparatorluğunun doğu cephesini sağlama alıp güneye ve batıya yönelmesini sağlamıştır. Bu temelde Osmanlı, Ortadoğu’da etkin olmuş, yüzünü Avrupa’ya dönebilmiştir. Bu aslında Kürt-Türk ilişkisinin diyalektiğinin sonucudur. Osmanlı imparatorluğu dağılıp tümden Anadolu’yu kaybetme tehlikesi varken, Kürtlerle ilişki içinde mevcut Türkiye’yi koruyabilmiştir. Bütün bu süreçlerde Kürt inkarı yoktur. 1071’de zaten mümkün değildir. 1514’te de, sonrasında da yoktur. Yeni cumhuriyet kurulurken de Kürt inkarı yoktur. Kürtlerle tarihsel ilişkiye dayanılarak bu başarılar elde edilmiştir. Şimdi ise Kürtler yok edilmek isteniyor. Kürt-Türk ilişkisi diyalektiğiyle kazandıklarını şimdi Kürt’ü yok ederek sağlanabileceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım tarihsel, toplumsal gerçekliğe ters olduğundan Kürt’ü yok etmeye dayalı politika, Türkiye’yi bir çıkmaz içine koymuştur. Geçmişteki Kürtlerin varlığını tanıyarak yarattıkları gelişme, günümüzde de demokratik temelde Kürtlerin varlığını tanıyarak gerçekleşebilir. Günümüzün siyasal gerçekliği bunu gerektirmektedir. 19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılda daha da kökleşen ulus devlet anlayışıyla Kürtleri yok etme politikası, Türkiye’yi böyle bir çıkmaz için sokmuştur. Bu aslında Türkiye’nin çıkmazıdır. Türk devleti böyle bir çıkmaz stratejiye kendisini sapladığı için bütün politikaları da bundan dolayı kilitlenmektedir. Böylelikle politikada esnekliği kaybetmişlerdir. Öte yandan Kürtlerle kavga içinde, yine Türkiye’deki demokrasi güçleriyle kavga içinde yürüttükleri politikalar başarısızlığa ulaşmaktadır. Gelinen aşamada Türk egemenlerinin bu mevcut politikayı bırakmaları, tarihsel olarak Kürt-Türk ilişkilerini demokratik bir temele kavuşturarak yeni bir Demokratik Türkiye gerçeği ortaya çıkarmaları mümkün değildir. Bu yönüyle yeni Kürt-Türk ilişkilerinin kurulması ancak ve ancak Türkiye’deki mevcut egemen zihniyetin halk güçleri ve demokratik güçler tarafından yıkılarak Kürt-Türk tarihsel ilişki diyalektiğinin demokratik temelde yeniden düzenlenmesiyle mümkündür. Bu yapılmadan da ne Türk devletinin içerdeki Kürt ve demokrasi düşmanı politikaları sonlandırılabilir ne de dışarda sürekli krizler yaratıp kendilerini çeşitli ülkelere pazarlayarak ayakta tutma politikasına son verilebilir. Bu açıdan Türk devletinin mevcut politikaları Türkiye demokratikleşmediği müddetçe sürdürülecektir. Bu gerçeğin tüm Kürtler tarafından bilinmesi gerekmektedir. Sadece Kürtler değil, Türkiye’nin demokrasi güçleri ve Türk devletinden zarar gören tüm halklar ve ülkeler de bu gerçeği bilerek ona göre politika geliştirip mücadele yürütmelidirler. Türk devletinin Ortadoğu’da eski etkisini sürdürmesi mümkün değildir Türk devletinin Suriye’den sonra Libya’ya müdahalesi düşmanlarını artırmıştır. Suriye’ye müdahale ettiği ilk dönemlerde Türkiye’nin temel müttefiki olan Suudi Arabistan ve çeşitli Arap ülkeleri tamamen Türkiye karşıtı bir hale geldiler. Mısır zaten daha önce İhvan-ı Müslimîn’e verdiği destekten dolayı Türkiye’yle karşı karşıyaydı; Libya politikasıyla tamamen Türkiye karşıtlığı ortaya çıktı. Bu aslında Arapların Türkiye karşıtlığıdır. Araplarda bir söz vardır; ‘Mısır’sız savaş, Suriye’siz barış olmaz.’ Yani Araplarda Mısır ve Suriye en temel aktörlerdir. Şimdi Türkiye bu ikisine de düşman olmuş durumda. Bu aslında Türkiye’nin sadece Araplarla ilişkisinde değil, birçok devletle ilişkisinde de sorun ortaya çıkarmaktadır. Çünkü; 20’den fazla Arap ülkesi bunların müttefikleridir. Katar dışında Arap ülkelerin çoğunluğunun Türk devletine karşı olması, Türkiye’nin dış politikada büyük sıkıntılar yaşamasını beraberinde getirmiştir. Arapları karşısına alan bir Türkiye’nin artık Ortadoğu’da istediği düzeyde etki yapması mümkün değildir. İlk dönemlerde demokratikleşme anlayışıyla Arap sokağına seslenen ve Arapları etkileyen AKP’nin şu anda etkisi DAİŞ’le ve çetelerle sınırlıdır. Fanatik İslamcılar, İslam’ı kendi sapkın amaçları için kullanan çevreler üzerinden Ortadoğu’da etkili olmak istemektedir. Kuşkusuz Araplarda İslamiyet çok önemlidir; temel inançsal, toplumsal kültür ve değerdir. Bu yönüyle İslam’la barışık olmayan hiçbir siyasi gücün Ortadoğu’da etkili olması mümkün değildir. Özellikle Araplar içinde etkili olması mümkün değildir. Türk devleti Müslüman ülke olma etkisini kullanmak istese de yanlış bir yaklaşım içinde olduğundan tepkiyle karşılanmaktadır. Türk devletinin işbirlikçisi haline gelmiş bazı siyasi eğilimler ve çeteler üzerinden Arap dünyasında etkili olma ya da Arapları yine egemenlik altında tutarak kendisini efendi, Arapları ise ikinci sınıf bir toplum olarak görme yaklaşımı Arapların tümünde Türkiye’ye karşı bir tavır ortaya çıkarmıştır. Bu, Türk devletinin dış politikasını, Ortadoğu’daki geleceğini çok olumsuz yönde etkilemektedir. Akdeniz kıyısındaki bütün ülkeler Türkiye’ye karşı tutum almışlardır Artık Türk devletinin Ortadoğu’da eski etkisini sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü Araplar şunu görmüştür ki; Türk devleti, Osmanlı’daki Ortadoğu’ya hakim olma geleneğini bırakmıyor. Türk devleti bu geleneği sürdürerek Osmanlı’yı yeni bir biçimde etkili hale getirmek istemektedir. Son yüz yılda Araplarda ulusal bilinçleri gelişen, ulusal örgütlenmeleri belli bir düzey kazanan, elde ettikleri ekonomik imkanlarla da toplumun gelişmesini sağlayan bir gerçeklik ortaya çıkmıştır. Bu da Türk devletinin mevcut politikasının artık Ortadoğu’da, Arap dünyasında duvara tosladığının açıkça göstergesidir. Zaten Doğu Akdeniz’de sadece Arapları değil, Yunanistan’ı, hatta İsrail’i karşısına alması, yine Avrupa’nın önemli devletlerini karşısında bulması Türk devletinin politika alanını daraltmıştır, daha da daraltacaktır. Türk devletinin bu dönemdeki yaklaşımları hiçbir biçimde unutulmayacaktır. Şu anda Erdoğan ve Bahçeli milliyetçi duygularla toplumdaki şovenizmi körükleseler de ve böylelikle kendilerini Türkiye’yi yedi düvele karşı savunan siyasetçiler olarak gösterseler de izlenen dış politika Türkiye’ye ne Osmanlı döneminde ne de cumhuriyet döneminde hiç kimsenin vermediği zararı vermektedir. Akdeniz kıyısındaki bütün ülkeler Türkiye’ye karşı tutum almışlardır. İsrail artık kendisini Türkiye’ye dayandırarak Ortadoğu’da kalma değil de Araplarla barışarak Ortadoğu’da varlığını sürdürme politikasına yönelmiştir. Her ne kadar hala ABD ve çeşitli ekonomik güç odakları üzerinden Türkiye’yi tümden bırakmasa da, yeni bir politikaya yöneldiği açıktır. İsrail, Araplarla ilişkilerini geliştirip artık bu ilişkiler temelinde varlığını güvenceye alabilirse, böyle bir siyasal denge ortaya çıkarsa İsrail’in Araplarla birlikte Türkiye’yi durdurma politikasına yöneleceğini söyleyebiliriz. Her ne kadar Türkiye’nin geçmişinde Yahudilerin önemli bir etkisi, Yahudi kültürünün varlığı olsa da AKP-MHP iktidarının son yıllarda sadece Kürtlerin kökünü kazıma değil, Yahudilerin, farklı etnik ve dinsel toplulukların kökünü kazıma politikası İsrail’i giderek Türkiye’den uzaklaştırarak eski bağları ortadan kaldıran sonuçları ortaya çıkarmıştır. Türkiye, Arap dünyasını tümden kaybetme aşamasına gelmiştir Bir taraftan Arap devletleri, bir taraftan Fransa ve Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler, Türkiye’yle işbirliği yapan Libyalı güçlere şu mesajı vermişlerdir; ‘Türkiye’yle ilişki kurmak size fayda sağlamaz. Bu ilişki, sonunda sizlere kaybettirir; bu nedenle Türkiye’yle ilişkiyi bırakın!’ Sarrac hükümetine ve oradaki işbirlikçi bazı kesimlere dayanarak Libya’nın tümüne hakim olmak istemişse de buna Arapların ve Avrupa devletlerinin müdahalesi, sonuçta Türk devletine Libya’da geri adım attırmıştır. Türkiye Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur. Kendisine yeni düşmanlar edinmiştir. Arap dünyasını tümden kaybetme durumu ortaya çıkmıştır. Her ne kadar hala Libya’da belirli ilişkiler sürse de, Libya politikasının götürdükleri getirdiklerinden daha fazladır. Kâr zarar dengesi değerlendirilirse, zarar kefesinin daha ağır bastığı ortadadır. Öte yandan Türkiye Avrupa’yı da karşısına almıştır. Almanya her ne kadar Türkiye’yi desteklese de, Fransa olmadan Almanya, Avrupa Birliğini sürdüremez. Avrupa Birliğini şu anda en fazla sürdürmek isteyen de, Avrupa Birliği politikasından kazançlı çıkan da Almanya’dır. Ama Avrupa Birliğinin sürdürülmesinin en temel ülkelerinin başında Fransa gelmektedir. Fransa olmadan Almanya’nın Avrupa birliğini sürdürmesi, Avrupa’da istediği amaçlara ulaşması mümkün değildir. Özellikle İngiltere’nin AB’den ayrılmasından sonra Avrupa Birliğini ayakta tutacak Almanya-Fransa ilişkileridir. Bu yönüyle Almanya Türkiye’yi desteklese de Fransa’yı gözetmek zorundadır. Bu açıdan da Türkiye, Doğu Akdeniz’de Almanya’nın tümden desteğini alamamıştır. Bu konuda Libya’da, Doğu Akdeniz’de yalnız kalmıştır. Her ne kadar Almanya arabulucu olsa da, Türkiye’nin Libya ve Doğu Akdeniz’de zararlı çıktığı ve çıkacağı görülmektedir. Sürekli, ‘sahada güçlü olan, masada güçlü olur’ diyen AKP-MHP faşist iktidarı, artık hep masayı işaret etmektedir. Masada uzlaşalım ancak uzlaşmayla sonuç alınır, yaklaşımına yönelmiştir. Çünkü; sahada izlediği politikalar ve dayatmalar iç kamuoyu açısından belki belirli bir artı getirip buna dayanarak iktidarını sürdürmeye çalışsa da, dışarda Türkiye’ye kaybettirmekten başka bir sonuç vermemektedir. Şu açıktır ki; Araplar da, Avrupa ülkeleri de, İsrail de Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de güçlenmesini istemeyecektir. Bu bakımdan Türkiye zaman içinde görüşmelerle yapacağı uzlaşmayı ve elde edeceği kazancı bile sabote etmiştir. Artık hiç kimse Türkiye’ye güvenmemektedir. Bu bakımdan Türkiye’yle yapacakları her anlaşmada Türkiye’ye karşı bir tedbir ortaya koyacaklardır. Türkiye’nin gelecekteki hamlesini, adımlarını, şantajlarını ve tehditlerini ortadan kaldırmak için şimdiden tedbirlerini alacaklardır. Nitekim Türkiye’yi frenleyecek ilişkiler, politikalar, kararlar almaktadırlar. Bu açıdan Türkiye’nin gerçekten de önemli kayıplar yaşadığını görmek gerekiyor. Türkiye’nin, İslam’ı sapkın ideolojilerinin aracı haline getiren çeteleri her yere saldıran bir savaş gücü haline getirmesi, dünyada teşhir olduğu gibi çok büyük bir tepki ortaya çıkarmıştır. Türk devletinin çeteleri kullanma politikası dünya genelinde hem halklarda hem siyasi güçlerde hem de devletlerde büyük bir tepkiyle karşılanmaktadır. Türkiye’den bunun hesabı mutlaka sorulacak, Türkiye’ye bedel ödetilecektir. Çeteleri bu düzeyde sağda solda kullanan bir devlet dünyada hiçbir güç tarafından kabul görmeyecektir. Şimdiye kadar bazı devletler hedef haline getirildi. Bunlar açık yapılıyordu. Ancak AKP-MHP faşizmi şimdi birçok gücü açıktan olmasa da kendisine karşı hale getirmiştir. Bu iktidar Türkiye’ye bir de bu yönlü kaybettirmiştir. Bu açıdan Türkiye halkları da bu iktidarın Türkiye’ye çok yönlü kaybettirdiklerinin hesabını soracaktır. İktidarın, şovenizmi şahlandırarak ayakta kalma politikasının karşılığı tersinden bir sonuç verecek, sonunu hızlandıracaktır. Türkiye, demokratikleştiği takdirde büyük potansiyele sahip bir ülke olacakken bugün bu avantajını kaybetmiştir. Türk devleti şu anda hala bazı ekonomik ve siyasi imkanları kullanabilmektedir. Bunlar aslında AKP iktidarının ilk on yılındaki demokratikleşme propagandasının, Avrupa Birliğine girme söyleminin ortaya çıkardığı sonuçlardır. Eğer ekonomide, siyasal yaşamda, çeşitli konularda güçlü yanlarım var, diyorsa bu süreçte elde ettiği kazançlardır. Şimdi bu iktidar o dönemde yarattığı ekonomik ve politik güç kaynaklarını bugünkü politikalarıyla eritmektedir. Bu yönüyle Türkiye’nin giderek daralacağı, demokratikleşme, Avrupa Birliği temelinde kullandığı avantajları bir daha bulamayacağı ortaya çıkmıştır. Faşist AKP-MHP iktidarının sonu yakındır. Çünkü bu iktidar, Türkiye için çıkmazdır. Türkiye artık bu çıkmazı ancak ve ancak demokratikleşme temelinde aşabilecektir. Bunun dışında Türkiye’nin mevcut girdaptan çıkma şansı yoktur. Bu durum demokrasi güçlerinin Türkiye’de etkili olma, Türkiye’yi demokratikleştirme zeminini güçlendirmiş, bu yönlü gelişme yaratma imkanlarını fazlasıyla artırmıştır. Belki Kürt halkı da, demokrasi güçleri de büyük zorluklar ve sıkıntılar çekmektedir. Ama AKP-MHP faşizmine karşı mevcut kararlı duruş sürdürülüp mücadele yükseltildiği takdirde, Türkiye’deki değişim de daha köklü olacaktır, her alanda köklü değişiklikler gerçekleşecektir. Daha önce tedrici olan gelişmeler AKP-MHP iktidarının yarattığı bu ortam sonrası köklü gelişmeler biçiminde kendisini ortaya koyacaktır. Tarihin bize öğrettiği de budur. Böyle zorlu ve sıkıntılı dönemler sonrası kendisini köklü değişikliklerle dışa vurmaktadır. Şimdi de Türkiye açısından böyle bir süreç içinde olduğumuz görülmektedir. Türk devletinin Fransa’nın etki alanlarını sabote etmesi Fransa’yı tutum almaya zorlamıştır Fransa’nın Türkiye’ye yaklaşımını birçok etken etkilemektedir. Fransa’nın bugün Türkiye’ye karşı bu kadar açık ve net tutum koyması sadece bir etkenden dolayı değildir. Türkiye öyle bir politika yürütüyor ki, Fransa’yla sadece bir yerde değil, birçok yerde karşı karşıya geliyor. Suriye’de zaten karşı karşıya geldiler. Libya’da karşı karşıya geldiler. Doğu Akdeniz Fransa’nın ilgi alanıdır. Fransa tarih boyu Suriye, Lübnan başta olmak üzere Doğu Akdeniz’le ilgilenmiştir. Mısır’la ilişkisi olmuştur. Fransa birkaç yüz yıldır Afrika’da önemli etkisi bulunan bir ülkedir. Türkiye şimdi Fransa’nın Afrika’daki çıkarlarına da saldırmaktadır. Mali’deki askeri darbenin arkasında olması da bunun en somut ifadesi olmuştur. Bu açıdan Türk devletinin tüm bu alanlarda Fransa’yı rahatsız edecek, Fransa’nın etki alanlarını sabote edecek yaklaşımlar içine girmesi Fransa’yı tutum almaya zorlamıştır. Aslında kapitalizmin dünyası çıkar dünyasıdır. Bu nedenle çıkarları gereği herhangi bir devletin insanlık düşmanı, baskıcı, zulüm karakterini görmezlikten gelirler, geliyorlar, gelmekteler. Türkiye Avrupa Birliğine aday üye ülkedir. Şu anda yaptığı uygulamaları Avrupa’ya üye olmak isteyen herhangi bir ülke yapsaydı, onunla ilişkiler tümden koparılırdı, ortak tutum takınırlardı. Türkiye her türlü adaletsizliği, haksızlığı, eşitsizliği, zulmü yaptığı halde, her türlü insanlık dışı uygulamalarda bulunduğu halde, Avrupa’yı rahatsız edecek söylemleri, tutumları süreklileştirdiği halde Türkiye’nin üzerine şiddetle gitmemeleri, çıkarlarının onların tutumunu nasıl etkilediğinin en açık kanıtıdır. Özellikle Almanya bu konuda temel rol oynamaktadır. Aslında Almanya Türkiye’nin bütün suçlarının ortağıdır. Türkiye bir taraftan ABD’ye, diğer taraftan da Almanya’ya dayanarak içerde her türlü insanlık dışı politikayı uygulamaktadır. Türkiye’de uygulanan baskı, zulüm, insanlık dışı politikaları bırakalım Avrupa’ya üye olmak isteyen, Almanya’yla sıkı ilişkisi olan bir ülke yapsın, insan hakları konusunda herhangi bir taahhüt içine girmeyen bir ülke bile yapsaydı derhal tutum alırlardı. Ama Avrupa Birliğine üye olmak isteyen, Avrupa Konseyi üyesi, Avrupa’da birçok sözleşmeye imza atmış Türk devleti her türlü baskı ve zulmü yaptığı, dört dörtlük bir faşizm uyguladığı halde, Erdoğan Almanya’ya, “Nazi artığı, faşizm takipçileri” dediği halde Alman devleti Türk devletini destekleyerek Türkiye’deki faşizmi ayakta tutuyor. Türk devleti, Almanya ilişkisini iyi kullandığını, Almanya’ya dayanarak içerde ve dışarda politikalar yürüttüğünü düşünmektedir. Tabii bu Türkiye’deki egemen sınıfların düşünme tarzıdır. Kürt düşmanlığıyla gözleri kör olmuş egemen devlet zihniyetinin değerlendirmeleridir. Tam tersine Almanya ve başka bazı devletler Türkiye’nin bu politikalarına destek vererek, göz yumarak Türkiye’nin yanlışta ısrar etmesini ve Türkiye’nin çıkmaz politika içinde debelenmesini teşvik ediyorlar. Çünkü; Türkiye üzerindeki politikalarını böyle yürütüyor, çıkarlarını böyle sağlıyorlar. Ancak Türkiye’de egemen sınıflar ise bunu kendileri için bir fırsat görüyor. Avrupa’yı, dünyayı susturuyoruz, demokrasi güçleri üzerinde istediğimiz baskıyı kuruyoruz, Kürtler üzerinde istediğimiz soykırım politikasını yürütüyoruz, diyerek bu politikasından kazançlı çıktığını düşünüyor. Yaklaşımları, anlayışları, zihniyetleri böyledir. Ancak Türkiye’nin tarihsel toplumsal gerçekliğine bakıldığında, bugününü ve geleceğini nasıl etkileyeceği değerlendirildiğinde bu yaklaşımın Türkiye’nin bugününü ve geleceğini tehlikeye atan politika olduğu açıktır. Kürt düşmanlığıyla gözleri körelmiş bu iktidarın kendi zihniyetini ve bu zihniyete dayalı iktidarını sürdürmek için böyle bir çıkmaz politikada ısrar ettiği aşikardır. Ancak bir daha vurgulayalım ki; bu zihniyet, politika ve uygulamalarla demokrasi güçleri ve Kürtler zulüm görebilir ve bir dönem acı çekebilirler. Ama bu zorluklar, sıkıntılar daha güzel gelişmelerin mayası olacaktır, daha güzel gelişmelerin ortaya çıkmasını beraberinde getirecektir. Mücadele eden güçler, bizler, bu gerçeği çok rahatlıkla görüyoruz. Türk devletinin en zayıf dönemini yaşadığını, Türkiye’deki Kürt soykırımına dayanan zihniyetin içerde ve dışarda tüm dayanaklarının zayıfladığını, faşizme karşı kararlı duruş gösterildiğinde bu zihniyetin kırılacağını ve Türkiye’de yeni bir dönemin başlayacağını söyleyebiliriz. Bu yönlü bir gelişme sadece Türkiye ve Kürtler açısından değil, tüm Ortadoğu halkları açısından yeni bir tarih başlatacaktır. Böylelikle Ortadoğu kendi geçmiş değerlerine, dengelerine, kültürel, toplumsal ve siyasal yapısına uygun bir Ortadoğu gerçeği ortaya çıkaracaktır. Uygarlık yaratan, tüm dünyayı besleyen Ortadoğu değerleri, bu sefer demokratik karakterde ayağa kalkarak yeniden uygarlığın öncüsü haline gelebilecektir. Bizler Ortadoğu ve Türkiye tarihini kapsamlı değerlendirdiğimizde, Kürt-Türk ilişkilerini, Ortadoğu’nun çok köklü insani toplumsal, kültürel, hak, adalet değerlerini ele aldığımızda ortaya çıkacak sonucun kesinlikle demokratikleşme temelinde sadece Ortadoğu halkları üzerinde değil, dünya insanlığının üzerinde güneş gibi doğacağını görüyoruz. Rusya ve Türkiye Kafkasya ve Orta Asya üzerinde tarihsel bir çekişme ve çatışma içindedir Kafkasya’da ortaya çıkan Ermeni-Azerbaycan çatışmasının çok aktörlü olduğu açıktır. Bu çatışmanın arkasında birçok güç bulunmaktadır. Rusya zaten Kafkasya üzerindeki tarihi hakimiyet etkisini sürdürmek istemektedir. Türkiye ise Azerbaycan üzerinden sadece Kafkasya’da değil, Orta Asya’da etkili olmak istemektedir. Bu yönüyle tarihi olarak Rusya ve Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya üzerinde bir çekişme ve çatışma içindedir. Bu çekişme ve çatışma günlük değil, tarihseldir. Bu yönüyle Kafkasya’daki olayları değerlendirirken tarihsel olarak Türkiye’yle Rusya arasındaki çekişme ve çatışmayı da görmek gerekir. Zaman zaman kimi ortak tutumlar alsalar da bunlar geçici durumlardır. Tarihsel, toplumsal, coğrafik ve stratejik olarak bu iki gücün bu alanlarda konumlanmaları karşıttır. Kuşkusuz Türkiye’yle Ermeniler arasında tarihi bir düşmanlık vardır. Bunu yaratan Osmanlı imparatorluğu olmuştur, Türk devleti olmuştur. Ermeniler, Osmanlı imparatorluğu için ‘Millet-i Saduka’dır, yani sadık millettir. Osmanlının birçok önemli bürokratı Ermeni’dir. Ancak Osmanlı imparatorluğu kapitalistleşen Avrupa karşısında gerilerken, imparatorluğu korumak için ilk önce Osmanlıcılık, sonra İslamcılık, sonra da Türkçülük ideolojisine sarılmıştır. Osmanlıcılığın etkili olmadığı görülünce Türk-İslam senteziyle bir taraftan Türkçülük, diğer taraftan İslamcılıkla Osmanlı korunmaya çalışılmıştır. Avrupa’da kapitalist modernitenin geliştiği bu süreç aynı zamanda Ermeni milliyetçiliğinin de geliştiği süreçtir. Ermenilerin zanaata yatkınlıkları, Batıyla ilişkileri erken dönemde Ermeni burjuva sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Osmanlılar ,Türk-İslam senteziyle yeni imparatorluğu şekillendirmek isterken Ermeniler de buna karşı milliyetçi duygularla Avrupa’da gelişen ulus devlet anlayışından etkilenip kendi ulus devletlerini kurmak istemişlerdir. Osmanlı imparatorluğu Birinci Dünya Savaşı koşullarından yararlanarak Ermenileri soykırıma uğratmıştır. Kuşkusuz bunda en büyük desteği de Almanya’dan görmüştür. Almanya’nın tarih içinde soykırımcılara destek verme sicili çok kabarıktır. Ermeni Soykırımı’na destek vermiş, Yahudi Soykırımı yapmış, şimdi de Kürt soykırımında Türk devletinin ortağı durumundadır. Karabağ’daki çatışma aslında Türk devletinin Ermenileri soykırıma uğratan zihniyetinin yeni bir pratiği olmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde bütün Sovyet Cumhuriyetleri gibi Ermenistan da bağımsız olmuştur. Bu süreçte daha önce de belli bir özerk yapısı olan, Azerilerin ve Ermenilerin birlikte yaşadığı Dağlık Karabağ temel bir anlaşmazlık konusu haline gelmiştir. Azerbaycanlılar Karabağ etrafındaki Azeri yoğunluğunu da dikkate alarak orayı tümden kendi toprakları haline getirmek istemişlerdir. Ermeniler de hem Karabağ’ın tarih içindeki özerk yapısına, yine belli bir Ermeni nüfusunun varlığına dayanarak orayı kendi kontrolüne almak istemektedir. Bu önemli bir gerilim kaynağı olarak şimdiye kadar devam ediyordu. Bu gerilim bugün Türkiye tarafından patlatılmıştır. Son saldırı aslında Türkiye tarafından hazırlanmış ve Azerbaycan tarafından uygulamaya konulmuş bir saldırıdır. Türk devleti Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürdüğü Ortadoğu koşullarında devletlerarası süren çelişkiden ve ABD’yle kurduğu ilişkiden dolayı Azerbaycan’ın böyle bir hamle yapmasının siyasi koşullarının olduğunu düşünmüştür. Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olması Rusya’nın kabul edebileceği bir şey değildir Öte yandan Rusya’nın Kafkasya’da etkili olduğu, yeni Ermenistan cumhurbaşkanının da ABD ve Batı yanlısı olduğunu düşünen Türkiye, Rusya’nın da ses çıkarmayacağını hesaplayıp Azerbaycan’a böyle bir saldırı yaptırmıştır. Ancak bu hamlenin başarısı aynı zamanda Türkiye’nin Kafkasya’da etkisini artıracaktır. Fakat Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’da etkili olması Rusya’nın kabul edebileceği bir şey değildir. Mevcut Ermenistan iktidarı ne kadar Rusya’yla sorunlar yaşasa da Rusya, Türk devletinin Kafkasya’da etkili olmasını kabul edemez, etmesi mümkün değildir. Bu açıkça Rusya’ya meydan okumaktır. Rusya’nın egemenlik alanlarına doğrudan el atmaktır. Bu gerçeklik Türkiye’yi Rusya’yla karşı karşıya getirmiştir. Ya da Rusya, Türkiye’ye orada dur, demek zorunda kalmıştır. Zaten son Ermeni-Azerbaycan görüşmesinde Türk devleti bu sürece katılmak istemiş ancak Rusya buna izin vermemiştir. Rusya’nın diplomatik tarih bilinci o kadar zayıf değildir. Büyük devlet politikası olduğundan olaylara daha geniş perspektiften bakmaktadır. AKP iktidarı ise tersine, günlük ve fırsatçı bakmaktadır. Ama güncel, fırsatçı yaklaşımlar tarihi bakıştan uzak olduğundan, birçok güçle karşı karşıya gelmesini ve sonunda kaybetmesini de beraberinde getirecektir. Diplomaside ve siyasette en kötü yaklaşım tarihsel toplumsal gerçeği, dünü ve geleceği düşünmeden, sadece bugünü düşünüp atılan adımlardır. Kuşkusuz anın verdiği imkanlar, ilişkiler ve ittifaklar önemlidir. Bu konuda tabii ki anın fırsatlarını, imkanlarını doğru değerlendirmeyenler de başarılı olamazlar. Ancak sadece an’a ve o günkü koşullara göre politika üretmek de başarı getirmez. Geçmişi, tarihsel toplumsal süreçleri ve anı iyi sentezleyenler tabii ki daha etkili ve başarılı sonuçlar alabilirler. Bu yönüyle Türkiye’yle Rusya’nın Kafkasya’da karşı karşıya geleceği açıktır. Ama burada da yine Türkiye sonuçta başka yerlerden taviz alarak orada Rusya’nın isteği doğrultusunda geri adımlar atacaktır. Ya da Rusya başka yerlerde bazı tavizler vererek Türkiye’yi Kafkasya’dan, bu alandan uzak tutmaya çalışacaktır. Tabii burada yine Kürtlerin dikkat etmesi gerekiyor. Çünkü; dünyada birçok güç Kürtlerin sırtından Türk devletinden tavizler almaktadır. Türk devleti de başka alanlarda taviz vererek Kürtler aleyhine sonuçlar elde etmeye çalışmaktadır. Bu yönüyle bu süreci yakından takip etmek, bu tür politikaları teşhir etmek ve ortaya çıkacak bu tür ilişkileri, politikaları boşa çıkaracak bir tutum, duruş ve mücadele içinde olmak gerekecektir. Rusya için Ortadoğu, Suriye önemlidir. Ama Kafkaslarda güçlü olmadan, Orta Asya ve Balkanlardaki etkisini sürdürmeden Ortadoğu’da varlığının da bir anlamı kalmaz. Ortadoğu’daki varlığı ancak Kafkasya, Orta Asya, hatta İran üzerindeki etkisi temelinde bir anlam taşır. Yoksa sadece Suriye’de belirli bir etkide bulunması, belirli bir güç olması Rusya’yı büyük güç yapmaz. Kafkasya’dan uzaklaşmış, Orta Asya’da, Balkanlar’da etkisi zayıflamış bir Rusya, Ortadoğu’da ne kadar köprübaşlarını tutsa da bunun kendisi açısından sonuç vermeyeceğini bilir. Ya da şunu belirtelim; Rusya’nın büyük devlet olmasını sağlayan en temel etken Balkanlar ve Doğu Avrupa üzerinde etkisi, Kafkasya ve Orta Asya’daki varlığıdır. Buradaki etkilerini kaybettiği anda daha dar bir alana sıkışmış bir Rusya gerçeği ortaya çıkar. Böyle bir Rusya o dar alandaki egemenliğini bile kolay kolay sürdüremez. Ya da bu dar alanlardaki egemenliği onun artık büyük devlet olmasına, dünya siyasetinde etkili olmasına izin vermez. Bu yönüyle Rusya’yla Türkiye’nin eninde sonunda karşı karşıya geleceğini görmek gerekiyor. Türkiye’nin stratejik yönelimlerinde Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu vardır. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da Rusya’nın Türkiye’yle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Türkiye’yle Rusya ilişkilerinin bugün Suriye’de görülen zaman zaman iyi ilişkiler biçiminde sürdürülen ya da ekonomik alanda S-400’lerde ve başka konularda iyi ilişkiler içinde olduğu görülen duruma bakılarak değerlendirme yapmak yanılgılara götürür. Türkiye ve Rusya’nın gerçek ilişki potansiyelinin ve bu potansiyelin geleceği, bugünkü görüntüsünden çok çok farklıdır. Bu gerçeğin de Rusya ve Türkiye üzerinde politika yapanlar tarafından dikkatlice değerlendirilerek görülmesi gerekir. Rusya’nın gerçekten pragmatik olduğunu, tarih içinde böyle bir politik tarzının olduğunu, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte bu tarzın daha da tehlikeli, kaypak hale geldiğini de görmek gerekiyor. Bu açıdan Rus politikasının ne zaman ne yapacağını öngörmek zordur. Diğer güçlerin politikaları az çok öngörülebilir, hangi nedenlerle ilişki yürüttüğü çözülebilir. AB’nin, ABD’nin Türkiye ilişkileri anlaşılırdır, bu bakımdan bu ilişkilerin nasıl olacağı belli düzeyde öngörülebilir. Ancak Rusya’nın politikalarını öngörmek için dikkatle takip etmek, o kaypak karakterini bilerek, o kaypaklığını ve kaypak zeminini de anlayarak Rusya’ya karşı politika ve tutum içinde olmak önemlidir. ABD ve KDP Ortadoğu’da Önderlik çizgisinin güçlenmesini engellemeye çalışmaktadır Türk devleti, KDP ve arkasındaki ABD, Kürt Özgürlük Hareketini etkisizleştirmek, zayıflatmak için birçok yönüyle ortak politika içindedir. Türk devleti 12 Eylül döneminde, 1990’lı yıllarda nasıl Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı bir kök kazıma, tasfiye, soykırım saldırısı yürütmüşse şimdi de böyle bir saldırıyı yürütmektedir. Bunu da ABD ve Almanya başta olmak üzere çeşitli devletlerin ve KDP’nin desteğiyle yapmaktadır. Bu saldırıyı Kürt Özgürlük Hareketinin etkili olduğu tüm alanlara yöneltmişlerdir. Diğer taraftan Önder Apo çizgisinde gerçekleşen Rojava Devrimi tasfiye edilmek istenmektedir. Zaten Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî gibi yerler işgal edilerek devrimin Suriye üzerindeki etkisinin sınırlandırılması amaçlanmıştır. Bunu sadece Türk devletinin bir saldırısı olarak görmemek gerekiyor. PKK’yi sınırlandırmak isteyen güçler bu saldırının da arkasındadır, ortağıdırlar. Bunların başında da ABD ve KDP gelmektedir. ABD ve KDP Ortadoğu’da Önderlik çizgisinin güçlenmesini istemeyen temel güçlerdir. ABD Önderlik çizgisinin güçlenmesini istemediği gibi, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tüm Ortadoğu’da yarattığı Kürt gücünü, dinamizmini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istiyor. PKK’yi tasfiye etme ama PKK’nin yarattığı değerleri de kendi çıkarları doğrultusunda kullanma politikası yürütmektedir. Bu yönüyle çok tehlikeli bir konumdadır. Bir taraftan tasfiye saldırısı yürütürken diğer taraftan da PKK’nin Kürdistan’da yarattığı çeşitli siyasal ve toplumsal güçleri birçok yönden etkileyerek PKK’den koparma ve kendi çıkarına, hizmetine koşturmak istemektedir. Böyle tehlikeli ve uğursuz bir politika yürütmektedir. KDP de PKK’nin bütün Kürdistan’ın parçalarında güçlendiğini görerek PKK’nin tasfiye edilmesini, sınırlandırılmasını istemekte; bu temelde de hem Türkiye’yi hem de ABD’yi, PKK’yi zayıflatmak, etkisizleştirmek için kullanmaktadır. KDP kendine göre, eğer PKK tasfiye edilirse, PKK’nin ortaya çıkardığı çeşitli imkanların üzerine konacağını düşünmektedir. Böyle bir hamhayal içindedir. Düşman gerçeğini, Ortadoğu gerçeğini tanımayan, günlük politika üreten, bu nedenle de günlük politika, çıkar içinde rahatlıkla yönlendirilen bir KDP gerçeği vardır. Bu KDP gerçeği, mevcut durumda Kürt halkı için tehlikeli hale gelmiştir. Kürt halkının özgürlük mücadelesini her parçada zayıflatan ve Kürt halkının kazanımlarını tehlikeye koyan bir politik yaklaşım içindedir. Rojava’da bunu işgaller biçiminde yaptırırken, bir yönüyle de oradaki devrimi çizgisinden koparma, etkileme ve tasfiye etmeyi hedeflemektedir. Devrim çizgisini tasfiye edip orada yaratılan imkanların üzerine konmak istemektedir. KDP kuşkusuz burada Kürt halkının çıkarlarını, geleceğini düşünmüyor, tamamen kendi günlük çıkarlarını düşünerek yaklaşıyor. Ancak bu yaklaşımın bir gaflet olduğu, üzerinde hakimiyeti olan alanları bile kaybetmesiyle göründü. KDP, ABD, Türkiye Heftanîn, Xakûrkê işgal saldırılarıyla Özgürlük Hareketi’ni kuşatma, ezme ve tasfiye etme politikası yürütmektedir. Ancak Heftanîn’de istedikleri sonuçları alamadılar. Alsalardı daha geniş bir alanda işgallerini yürütecek, bu temelde gerilla alanlarını ele geçirecek, Başûr ile Bakûre Kurdistan bağlantısını koparacak, diğer taraftan da KDP ve başka güçlerin baskısıyla Özgürlük Hareketine teslim olma dayatması yapılacaktı. Tabii ki bu tür planlar yapılabilir ama PKK de hiçbir zaman bu planlar karşısında direnişten vazgeçmez, mücadelesini büyütür. Zaten PKK, zor koşullarda direnmenin tarzına sahip bir harekettir. Koşullar, zorluklar ne olursa olsun sonuna kadar direnmenin adıdır. Ancak PKK hiçbir dayatmayı kabul etmez. Bu tür yaklaşımlarla PKK üzerinde istedikleri sonucu almaları mümkün değildir. Bunu Heftanîn’de de Xakûrkê’de de göstermiştir, göstermektedir, bulunduğu her alanda da gösterecektir. Bu tür saldırılar sadece direnişin büyemesini ve PKK’nin daha yaygın mücadele etmesini beraberinde getirecektir. Biz tüm bu saldırıları bir mücadele gerekçesi, mücadeleyi daha da geliştirme, boyutlandırma gerekçesi haline getiriyoruz, getireceğiz. Şengal’de 3 Ağustos 2014 öncesine dönmek yeni fermanlarla karşılaşmaktır ABD, Türk devleti ve KDP, Şengal’de de yeni bir saldırı başlatmışlardır. Orada Şengal halkını DAİŞ’e karşı koruyan ve soykırımı engelleyen güçlere karşı bir komplo tezgahladıkları görülmektedir. Soykırımı engelleyen HPG-YJA Star güçleri DAİŞ’e karşı direniş ortamında özyönetimin ve özsavunmanın gerçekleşmesine katkı sunmuşlar; Şengal’de bir özyönetim ve özsavunma gerçeği ortaya çıkarmışlardır. Bunlar gerçekleştikten sonra da HPG-YJA Star güçleri oradan çekilmiştir. Şu anda orada özyönetimi sağlayan Şengal halkıdır; özsavunma güçleri de Şengal halkının kendi çocuklarıdır. Şengal’in özerkliği ve özsavunması Şengal halkı için ana sütü gibi helaldir. Bu kadar ferman yaşadıktan sonra, son fermanla Êzidîlik tümden bitirilecekken bunun durdurulması yeni bir dönem başlatmıştır. Artık 3 Ağustos 2014 öncesine dönülemez. Öncesine dönmek yeni fermanlarla karşılaşmak anlamına gelir. Hatta kapitalist modernitenin bugün her yerde zayıf ve güçsüz etnik ve inanç topluluklarını tümden yok ettiği bir gerçeklik varken, Şengal artık özyönetim ve özsavunmasına sahip olmadan inanç kimliğini sürdüremez. Bundan yoksun kalması durumunda zamana yayılmış biçimde soykırımla karşılaşacaktır. DAİŞ’in kısa sürede yapmak istediği biraz daha zamana yayılmış biçimde gerçekleştirilecektir. Bu gerçeği gören Şengalliler özyönetimini ve özsavunmalarını oluşturmuşlardır. Bu onların en temel haklarıdır. Özellikle Irak’ın ve KDP’nin Şengal’i terk edip DAİŞ’in soykırımıyla karşı karşıya bırakmasından sonra Şengal’in özerkliği ve özsavunması kaçınılmaz hale gelmiştir. Öte yandan Şengal’i DAİŞ’e karşı koruma direnişi süreciyle özyönetim ve özsavunma oluşturulmuştur. Şu anda Şengal’de en meşru güç, DAİŞ’e karşı savaş ortamında oluşturulmuş özyönetim ve özsavunma güçleridir. Ancak özellikle KDP buralarda hakim olmak için kendisini dayatmaktadır. Şengal’in devlet istediği, ayrılmak istediği yok. Bunu Irak da, herkes de bilir. Sadece özerkliğini ve özsavunmasını sağlayıp varlıklarını korumak istiyorlar. Irak’ın bir parçasının bölmeyi istemiyorlar. Bu yönüyle Irak’ın bu özerkliği reddetmesinin hiçbir haklı gerekçesi de olamaz. O halkın iradesini reddetmek, o halkın özsavunmasını reddetmek, orada mutlak hakim olmayı amaçlamaktır. Bu da Êzidîlerin iradesini kırıp, soykırıma uğratmak anlamına gelir. Şengal’in özerkliğinin, özyönetiminin KDP’ye vereceği bir zarar var mıdır? Aksine Kürtlerin bu en eski inancı, Kürtlerin en fazla zulme uğramış topluluğunun varlığını sürdürmek için özyönetim ve özsavunmaya kavuşması; demokratik zihniyetle bakan, farklı inanç topluluklarını soykırıma uğratmak istemeyen bir anlayış açısından oradaki özyönetim ve özsavunma sadece Kürtleri güçlendirir. Kürtlerin tarihsel, toplumsal, kültürel yaşamına büyük bir zenginlik katar. Ancak KDP’de iktidar hırsı, anlayışı o kadar derin ki, başka hiç bir gerçekliği görmüyor. Êzidîleri soykırımla karşı karşıya bırakmış, bunun özeleştirisini verip orada halkın özyönetimi ve özsavunmasını destekleyerek, bu özeleştiriyi pratikte de gerçekleştirip Êzidîlerle ilişkisini güçlendireceğine, Êzidîlerin iradesini tanımayarak bu halka düşmanlık yapmaktadır. Bağdat’la her konuda kavga eden, anlaşamayan, sorun yaşayan KDP, gidip Bağdat’la anlaşarak bu halkın iradesini kırmak istiyor. Özyönetimini ve özsavunmasını ortadan kaldırmak istiyor. Bu kabul edilebilir mi? Bunu hangi ahlâk, hangi vicdan kabul eder? Peki böyle bir anlaşmayı kim dayatıyor? Türk devleti dayatıyor. Anlaşmanın 9 Ekim’de olması bile bu gerçekliğin somut kanıtıdır. 9 Ekim 2019’da saldırarak Girê Spî ve Serêkaniyê’yi işgal edenler, şimdi Şengal’de de benzer bir saldırı içindedirler. Açıkça; Önderliğe sempati duyulan her yerde böyle bir saldırı gerçekleştirmek istiyorlar. KDP de Türk devletinin Önderlik karşıtlığını, düşmanlığını görerek bundan yararlanıp Şengal’de yeniden hakim olmak istiyor. Bu yönüyle Şengal’deki saldırıları teşvik edip meşrulaştırıyor. Zaten Türkiye oraya saldırıyor, KDP de, ‘orada yasa dışı güçler var, PKK var’ diyor. Böyle bir mantık olabilir mi? PKK’nin varlığı Türk devletinin saldırılarını meşru kılar mı? Ya da böyle bir gerekçeyle saldırılmasının KDP tarafından meşru görülmesi kabul edilebilir mi? Bir Kürt partisinin Türk devletinin bu gerekçelerini kabul etmesini hangi Kürt kabul edebilir, bu hangi anlayışa sığdırılabilir? Bu yönüyle Irak-KDP anlaşması aslında KDP’nin bir taraftan kendisinin, diğer taraftan Türk devletinin Irak’a yaptığı şantajlar sonucu ortaya çıkmıştır. Yine ABD üzerinden Irak’a yaptıkları şantajlar sonucudur. Irak da bu durumdan yararlanıp aynı KDP gibi yeniden Şengal’de, Şengal halkının iradesini tanımayan bir durum yaratmak istiyor. Irak belki çok gönüllü biçimde böyle bir anlaşmanın içine girmemiştir ama zihniyeti, yaklaşımı o halkın iradesini, özyönetimini ve özsavunmasını tanımadığından, Irak da KDP gibi Türk devletinin baskılarını, saldırılarını ABD’nin desteğini kullanarak kendisini orada hakim kılmak istiyor. Irak KDP’yi, KDP Irak’ı kullanarak orada hakim olmak istiyor. Yaşanan durum budur. Şengal’de huzuru bozan Türk devleti ve KDP’dir Şengal üzerindeki bu anlaşma çok kirlidir. Bu anlaşmanın temelleri Kazimî ve KDP’li dış ilişkileri bakanı Fuat Hüseyin’in ABD’ye gittiği zaman atıldı. Yine Neçirvan’ın Türkiye’ye gidişinde anlaşmanın çerçevesi belirlendi. Bir iki Avrupa ülkesi de güya Êzidîlerin yaşadığı Şengal’e istikrar getirme adına böyle bir kirli, çirkin anlaşmaya destek vermiştir. Bu anlaşma Şengal’e istikrar ve huzur getirme anlaşması değildir. Şengal’i çatışma ve savaş alanı haline getirme anlaşmasıdır. Şu anda orada huzur var. Huzuru bozan Türk devleti ve KDP’dir, onların yaklaşımları ve dayatmalarıdır. Yoksa orada halk Êzidîsiyle Arabıyla Demokratik Özerk Yönetim altında kardeşçe yaşamak istiyor ve yaşıyorlar da. İçte gelişen bir huzursuzluk, bir gerilim yok. Bütün huzursuzlukları, saldırıları, istikrarsızlığı dış güçler, Türk devleti yaratıyor, KDP dayatmalarıyla yaratılıyor. ABD de bu güçleri destekleyerek bu istikrarsızlığa, bu saldırılara zemin oluyor. Bu yönüyle tüm uluslararası güçlerin de, demokratik kamuoyunun da, insan hakları kuruluşlarının da, yine BM’nin de bu gerçeği görerek Türk devletinin, KDP’nin oyununa gelmemeleri gerekiyor. ABD’nin baskılarına boyun eğmemeleri gerekiyor. Aksine orada Êzidîlerin kurduğu özyönetim ve özsavunmayı destekleyerek orada istikrarın kalıcı hale gelmesini sağlamaları gerekirdi. Esas olarak istikrarı bozan etkenlere karşı durulmalıdır. Orada istikrarı bozan oradaki özyönetim ve özsavunma değildir. Bunu herkesin görmesi gerekiyor. Gerçekleri görmek, ona göre hareket etmek yerine Türk devleti gibi Kürt düşmanı, KDP gibi iktidar hırsı dışında başka bir şey düşünmeyen güçlerin yönlendirme ve dayatmalarıyla oradaki özerkliğe ve özsavunmaya karşı bir planın içine hiç kimse girmemelidir. Êzidî halkı zaten bu anlaşmaya başından karşı çıkmıştır. Bu anlaşmanın gayrimeşru olduğunu ilan etmiştir. Kendi iradesinin içinde olmadığı hiçbir bir anlaşmayı kabul etmeyeceğini, sonuna kadar direneceklerini ortaya koymuşlardır. Hem Şengal halkı hem Avrupa’daki Êzidî halkı ve kurumları bu tutumlarını ortaya koymuşlardır. Doğru ve meşru tutum budur. Irak’ın ve KDP’nin yaptığı anlaşma gayrimeşrudur. Dünyada destek verecek güç de yoktur. Özyönetim, özsavunma meşrudur, tüm dünya halklarının destekleyeceği bir güçtür. Bir saldırı durumunda sergilenecek direnişte istisnalar dışında bütün dünya Êzidî halkının yanında olacaktır. KDP, Türkiye ve ABD açıkta kalacaklardır. Onların politikalarını, dayatmalarını kimse doğru ve meşru görmeyecektir. Bu yönüyle direnen özyönetim ve özsavunma kesinlikle kazanacaktır. Tarih boyu siyasetin temel konusu meşruiyettir. Meşruiyeti olmayan hiçbir siyasetin, hiçbir siyasi gücün geleceği yoktur. Şu anda dünyanın en meşru ve haklı gücü Êzidîlerdir, onların özyönetimleri ve özsavunma güçleridir. Êzidîlerin haklılığı ve meşruiyeti o kadar güçlüdür ki, bu haklılığa ve meşruiyete hiç kimse söz söyleyemez. Bu meşruiyete, haklılığa dayanarak direnen ve bunda kararlı olan güç kesinlikle kazanır; Türkiye, KDP ve arkasındaki güçler kaybeder. Aslında onlar kaybedecekleri bir anlaşma yapmışlardır. Bu anlaşmanın kazanma şansı yoktur. Eğer Êzidîler bu anlaşmaya karşı koydukları tutumu sürdürürlerse ve dünyadaki tüm Êzidîler de bunu desteklerse, bu tutum tüm demokrasi güçlerinin, halkların desteğini alır ve sonuçta da özyönetim ve özsavunma kazanır. Irak devleti, Şengal’in anayasal çerçevede özerkliğini ve özsavunmasını kabul etmelidir Biz kesinlikle Ezidxan’ın özerk olmasını ve özsavunmaya kavuşmasını istiyoruz. Bunlar gerçekleştikten sonra orayı kimin yönettiği önemli değildir. Halk kimi desteklerse, kimi seçerse o güç oranın özyönetimini yürütür. Askeri güçler de, özsavunma güçleri de özyönetime bağlı olarak görevlerini yerine getirir. Önemli olan bu özyönetimin meşruluğunun, statüsünün, hukuki boyutunun kabul edilmesidir. Bizim tutumumuz, isteğimiz açık ve net olarak budur. Bu kabul edildikten sonra Ezidxan kendi içinde seçimini yapar, özerk kurumlarının yönetimlerini seçer, onlar da Ezidxan’ı yönetirler. Irak’la ilişkileri ne olacak, Başûrê Kurdistan’la ilişkileri nasıl olacak bunlar da anayasa ve yasalarla belirlenebilir. Êzidîler açısından önemli olan anayasal olarak Başûr’la, Irak’la ne kadar ilişkili olacağı değildir. Çünkü; bağımsız devlet kurma anlayışları yoktur. Onlar sadece özyönetimlerini, özerkliklerini istiyorlar. Bu sağlandıktan sonra Başûrê Kurdistan’la, Irak’la da ilişkileri olur. Bunlar zaten zorunlu olarak olacak durumlardır. Ama halkın iradesini reddederek, yok sayarak KDP ve Irak’ın hakim olma hedefinin kabul edilmesi mümkün değildir. 2014 3 Ağustos’unda gerçekleşen soykırım saldırısı artık böyle politikaların, yaklaşımların meşruiyetini ortadan kaldırmıştır. 2014 öncesine dönmek istemek aslında DAİŞ’le aynı zihniyete sahip olmaktır. Ya da DAİŞ’in yapamadığını bu defa farklı biçimlerde yapmak istemektir. Bu yönüyle tüm demokrasi güçlerinin ve Kürt halkının bu yanlış politikalara, bu anlaşmaya karşı durması gerekiyor. KDP’nin ve Irak’ın bu politikadan vazgeçmesi gerekiyor. Irak doğru bir yaklaşım gösterecekse, Şengal’in anayasal çerçevede özerkliğini ve özsavunmasını kabul etmelidir. Eğer KDP Şengal’le ilişkilerini sürdürmek istiyorsa, Şengal’i bırakıp DAİŞ’e teslim etmesinin, 5 bin Êzidî kadının tecavüzcülerin eline teslim edilmesinin, oranın işgal edilmesinin, Êzidîlerin soykırımla karşı karşıya bırakılmasının özeleştirisini vermelidir. Pratikte de bu özeleştiriyi özyönetimi ve özsavunmayı kabul ederek göstermelidir. Bu yapıldığında Başûrê Kurdistan yönetimiyle, federasyonuyla Ezidxan arasında da demokratik bir ilişki olacaktır. Êzidîler, Başûrê Kurdistan’la ilişkilerinin olmasını, bu ilişkilerin kalıcı olmasını isteyeceklerdir. Bundan daha doğal bir durum olamaz. Ancak KDP’nin mevcut yaklaşımı bu ilişkilenmeye zemin sunan, geliştiren değil de sabote eden bir tutum ve politika olmaktadır. Bu yönüyle de tüm Kürtlerin, Kürt aydınlarının, sanatçılarının, yazarlarının, siyasetçilerin KDP’nin bu tutumuna karşı çıkması gerekmektedir. Irak, KDP ve Türkiye, Mexmûr’da da Şengal benzeri bir anlaşma yapmaya çalışıyorlar Irak, KDP ve Türkiye’nin Şengal’de olduğu gibi Mexmûr üzerinde de benzer bir anlaşma yapmaya çalıştıkları, Mexmûr Kampı’nı ya dağıtma ya da orada gerçekleşen özyönetime, Mexmûr halkının kendi kendini yönetme gerçeğine son verip çeşitli güçlerin yönetimi altına koyma planları yaptıkları duyulmaktadır. Anlaşılıyor ki, özgür Kürt’e her yerde saldırı var. Özgür Kürt, demokratik Kürt istenmiyor. İşbirlikçi olunmadığı takdirde o Kürt’e yaşam hakkı tanınmak istenmiyor. Kürtler böyle bir saldırıyla karşı karşıyadır. Ancak saldırganlar kendilerini ne kadar güçlü hissederse hissetsinler, halkların iradesi günümüzde bütün engelleri aşacak düzeydedir. Saldırganların konumu zayıf, demokratik toplum gerçeğiyle donanan özgür Kürt ise güçlüdür. Mexmûr halkı on beş bine yakın nüfusa sahip bir mülteci kampıdır. Bu kamp Botan yurtseverliğinin sembolü gibidir. Bu yönüyle baskıyla, zulümle, parayla, çeşitli güçlerle bu kampta bazı karışıklıklar yaratabilirler, bazı insanları etkileyebilirler. Ancak bu halkın yurtsever ve demokratik tutumunu kıramazlar. Şu anda Türk devletinin en fazla yaptığı baskıyla, zulümle, parayla kimi Kürtleri ajanlaştırmaktır. Şimdi KDP de benzer biçimde, Türkiye’nin Bakur’da yaptığını Mexmûr’da yapmaya çalışıyor. Yine her yerde olduğu gibi Türkiye’yle işbirliği içinde yapıyor. Bunlar gerçekten Kürt tarihi ve bir Kürt örgütü açısından kabul edilmeyecek tutumlardır. Zaten Kürtler tarafından kabul edilmemektedir. KDP hala, güçlüyüm, askeri gücüm var, Türk devletinin de gücü var, biz birleşirsek karşımızda kim olursa olsun ezeriz, diyor. Yüz yıl öncesinden, yüz yıllar öncesinden kalan bir zihniyetle hareket ediyor. Hala kaba zor gücün her şeye kadir olduğunu sayıyor. Kuşkusuz güç hala günümüz dünyasında önemli bir etkendir. Ama bu güç haklı değilse, gayrimeşruysa ya da çok haksızsa ve hiçbir temeli yoksa, o güç sonunda kaybetmeye mahkumdur. Bu yönüyle dünyanın her yerinde de askeri gücü, ekonomik gücü ne olursa olsun tüm devletler, siyasi güçler meşruiyet ve haklılık ararlar. Şu veya bu düzeyde kendilerine meşruiyet kazandırmaya çalışırlar. Mexmûr’a saldırmanın, kampı dağıtmanın hangi meşruiyeti var? Bir mülteci kampı Önder Apo’ya sempati duyuyorsa, KDP tarafından düşman mı ilan edilecektir? Türk devletinin düşmanlığını anlıyoruz. KDP niye düşman görüyor? İlla bizi sevecek, diyor. Tüm Kürtler seni niye sevsin? Kürtler özgürlüğü, demokrasiyi nerede görüyorsa ona yaklaşıyor. Şengalliler 3 Ağustos’u unutabilirler mi? 3 Ağustos’u yaratan KDP’nin yeniden Şengal’e hakim olmasını isteyebilirler mi? Tabii ki 3 Ağustos’ta kendini kurtaran zihniyete sempati duyacaklardır, Önderliğe sempati duyacaklardır. Çünkü; Önder Apo sürekli Êzidîleri savunmuştur, korunmasını istemiştir. Önderlik tüm Kürtlerin önderi olduğu gibi, Êzidîlerin de önderidir, hatta en fazla da Êzidîlerin önderidir. Önder Apo’dan daha fazla Êzidîleri savunan ne kişi gösterilebilir, ne de bir siyasi güç gösterilebilir. Mexmûr açısından da benzer bir durum geçerlidir. Mexmûr halkıyla manevi bağ kuran, sürekli ilgilenen Önderliktir. Bu yönüyle Mexmûr’a yönelik de bazı oyunlar, planlar olabilir. Ancak Mexmûr halkı yıllarca bu oyunları bozduğu gibi, bundan sonra da bozacaktır. İçlerinden bazı işbirlikçiler çıkabilir. Fakat onlar bu halkın iradesini belirleyemezler, etkileyemezler. Çünkü; o halk Türk devletini tanıyor; Türk devleti köylerini yaktı yıktı. Şimdi de Botan’ın coğrafyasını yakıp yıkıyor. Tabii ki bu halk, Türk devletine karşı olacaktır. Türk devletinin işbirlikçisi olan KDP’ye de karşı olacaktır. Öte yandan KDP bu halka birçok zulüm, baskı yaptı. Oradaki yurtseverlere saldırdı, katletti. Ertuş’ta nasıl saldırdığını Mexmûrlular unutmadı. Bu yönüyle zor, dayatma ve boyun eğmeye çalışma kabul edilecek bir durum değildir. Böyle bir politikanın geleceği de yoktur; iflah olmaz. Biz bu açıdan KDP’nin Mexmûr’a yönelik dayatma politikalarından vazgeçmesini istiyoruz. Bir Kürt partisi olarak yapması gereken orada ambargo, kuşatma değil, onlara imkanlar çerçevesinde destek olmaktır. Ama bu desteği de, teslim alma amacıyla değil, o halkın özgür ve demokratik yaşamını daha da güçlendirme biçiminde vermelidir. Yoksa teslim almak için yapılan her şey rüşvettir, şantajdır, tehdittir, baskının bir başka biçimidir. KDP’nin bu yol ve yöntemleri de bırakması gerekmektedir. ENKS, Rojava devrimcilerinin kendileriyle görüşmelerine, gösterdiği büyüklüğe değer biçmeli Rojava’da, Rojava devrimcileriyle KDP’ye bağlı ENKS arasında uzun süredir görüşmeler yapılmaktadır. Bu görüşmeleri biz de basından takip ediyoruz. Bazı bilgiler de alıyoruz. Anlaşmanın ilk adımlarının atıldığı söyleniyor. Bu yönüyle iyimser değerlendirmeler gelmektedir. Ancak son süreçte bazı konularda anlaşmanın yapılamadığı, farklı düşüncelerin ortaya çıktığı yönünde bilgiler de alıyoruz. Kuşkusuz ENKS’nin Türkiye’den ve çetelerden koparılarak Rojava’daki devrimcilerle ortaklaşmaları, belirli bir uzlaşma içine girmeleri bütün Kürtlerin isteyeceği bir durumdur. Çünkü; Kürt tarihinin en büyük devrimlerinden olan Rojava Devrimi’ne düşmanlık yapan Türk devletiyle ilişki kurmak, çetelerle ilişki içinde olmak, onların Rojava Devrimi’ne saldırılarının parçası olmak kadar kabul edilmeyecek bir durum olamaz. Şimdiye kadar gösterilen tutumlar gerçekten de ihaneti ifade ediyordu. Başka türlü tanımlanamaz. Rojava Devrimi’ni boğmak isteyen Türkiye’nin merkezinde oturmak, Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî’yi işgal eden çetelerle ilişki içinde olmak başka nasıl değerlendirilebilir? Bırakalım siyasetçiyi, herhangi sıradan bir insan bile bunun kabul edilemez olduğunu açıkça ortaya koyar. Rojava devrimcileri aslında onları bu durumdan kurtaramaya çalışıyor, ellerini tutup kaldırmaya çalışıyor. Bu çok anlamlıdır. ENKS’nin buna büyük değer biçmesi gerekiyor. KDP’nin de buna büyük değer vermesi gerekiyor. Bu durum hem ENKS’yi geçmişteki olumsuz durumundan çıkaracaktır hem de ENKS üzerinden KDP’nin oradaki devrime karşı olumsuz yaklaşımını giderecektir. Bu en başta da onlar için büyük bir değeri ifade ediyor. Bu yönüyle Rojava devrimcileri gerçekten büyüklük gösteriyorlar. Kürt birliği adına, Kürtlük adına hiç kimsenin gösteremeyeceği anlayışı gösteriyorlar. Bunun değerini ENKS’nin de KDP’nin de bilmesi gerekiyor. Yoksa tarihe Türkiye’nin işbirlikçileri olarak, çetelerin işbirlikçileri olarak geçmek, Efrîn’i, Serêkaniyê’yi ve Girê Spî’yi işgal edenlerin işbirlikçileri ve müttefikleri olarak geçmek kadar zül, kötü bir şey olamaz. Tabii ki Rojava’da demokrasi olmalı, tüm farklı zihniyetler, siyasi görüşler orada örgütlenebilmeli. Halk orada güç olmalı. Gerçek ve örnek bir demokrasi olmalı. Kürtler parasıyla, puluyla, askeri gücüyle veya başka maddi şeylerle Ortadoğu’da dünyada örnek olamazlar. Kürtler demokrasi ve özgürlük anlayışlarıyla bütün Ortadoğu’ya, dünyaya örnek olabilirler. Bu temelde büyük kazanabilirler. Askeri ve para gücüyle kazanılmayacak şeyleri bu zihniyetle kazanabilirler. Bundan daha değerli bir şey olabilir mi? Bu yönüyle Rojava’da bir şeyleri paylaşmak değil, demokratik ve özgür bir ülke yaratmak için çaba göstermeliler. İttifak mı olacak; Türkiye’ye karşı, Suriye’ye karşı, başka güçlere karşı özerkliği savunmanın ittifakı ve birliği olmalı. Kürt birliği böyle anlam kazanır. Zaten böyle olursa Kürt birliği olur. Kürtlerin özgürlüğünü, demokrasisini, hakkını savunuyorsa o doğru birliktir. Bu yönüyle ENKS’yle Rojava devrimci güçleri bir araya gelmeli, oradaki demokrasiyi güçlendirmeli, Türkiye’ye ve Suriye rejimine karşı ya da oradaki Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamına düşman olan her güce karşı ortak tutum takınmalıdırlar. Bu en temel anlaşma değil midir? En temel paydalarda buluşmak değil midir? Yoksa kimin ne kadar iktidar olacağı, nereye ne kadar el koyacağı gibi yaklaşımlar Kürt birliği ve yurtseverliği olmaz. Demokrasi içinde herkes orada kendisini ifade etmelidir. Gerçek ve örnek bir demokrasi olmalıdır. Zaten Rojava Devrimi kadın devrimi olarak gerçekleşti ve dünyaya örnek oldu. Bu devam etmelidir, bundan kesinlikle geri adım atılmamalıdır. Bu sadece bazı Kürtlerin kazanımı değildir, tüm Kürtlerin, tüm insanlığın kazanımıdır. Bu yönüyle orada eşit temsilden, kadının siyasette ve toplumsal yaşamdaki etkinliğinden geri adım atılabilir mi? Bundan vazgeçilemez. İlişki, uzlaşma, anlaşma kadınların hakkının, hukukunun, iradesinin geriletilmesi temelinde olamaz, olmamalıdır. Biz kesinlikle ENKS’nin Rojava Devrimi, Rojava’daki özerk yönetim ve sistem içinde yer almasını istiyoruz. Ama bu iktidar paylaşımı biçiminde olamaz, olmamalıdır. Bu halkın iradesini yok saymak olur. Orada komünler, mahalle meclisleri, yerel meclisler var, yerel demokrasi var. Yerel demokrasi halkın, tabanın demokrasisidir. Bundan vazgeçilsin, yetki ve karar üstte birilerine verilsin, üstte birileri iktidar olsun, bu da paylaşılsın! Böyle olamaz. Bu, Rojava Devrimi’ni tasfiye, oradaki demokrasiyi tasfiye etmektir. Ancak temel ilkelere dokunmadan, kadın devrimi karakterini, topluma, tabana dayalı demokratik devrim karakterini, halkın irade olduğu demokratik sistem anlayışı değişmeden, böyle bir sistem içinde uzlaşarak her siyasi güç şehirde de, kasabada da genel yönetim içinde yer alabilir, yer almalıdır. Sözleşme vardır, bu sözleşme temelinde herkes yönetimde yer alabilir, irade olabilir. Bugün sözleşme temelinde yönetim gücü şu siyasi partinin, şu siyasi anlayışın olabilir, bu sözleşme temelinde yarın başka bir gücün yönetiminde olabilir. Önemli olan demokratik toplumcu anlayışta ve tam yerel demokrasiyi sağlamış olan o sözleşmeyi ve o sözleşme temelinde yönetim olmayı kabul etmektir. Birlik bu temelde olmalı, uzlaşma burada olmalı. Uzlaşma burada olduktan sonra bugün PYD’liler yönetimde olur, yarın başka bir siyasi güç olur ya da ENKS’li bir siyasi güç yönetimde olur. Önemli olan demokratik sözleşmenin korunması, herkesin bu sözleşmeye göre halkın desteğini alması ve böyle yönetmesidir. Bütün yönetim kademeleri seçimle gelmelidir. Biz bütün yönetim organlarının seçimle geldiği, yerel demokrasinin olduğu bir uzlaşmayı destekleriz. Yüzde 50-yüzde 50 olarak toplumun iradesini hiçe sayarak yukarda iktidarı paylaşalım demek olmaz. Bu halkın iradesine saygısızlık olur. Yine dışardan bir askeri güç örgütleyip oraya dayatmak kabul edilemez bir durumdur. Bu tür kabul edilmeyecek yaklaşımlar olmadığı takdirde biz oradaki yapılacak uzlaşmanın, çeşitli örgütler arasındaki birliğin doğru olacağına, hem Kürtleri hem tüm siyasi güçleri hem de oradaki özerk yönetimin her türlü dış güce karşı savunmasını güçlendireceğine inanıyoruz. Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en temel demokrasi gücü Kürt halkının özgürlük mücadelesidir Türk devletinin içerdeki ve dışardaki savaşının Kürt halkını soykırıma uğratma üzerine kurulu olduğunu bir daha belirtmeliyiz. Bu açıdan da bizim ve demokrasi güçlerinin Türkiye’de AKP-MHP faşizmine karşı yürüttüğü mücadele tarihsel bir mücadeledir. Bu mücadele sadece Kürt halkının geleceğini değil, Türkiye ve Ortadoğu halklarının geleceğini de belirleyecektir. Artık Türkiye halkları üzerine de, Ortadoğu halkları üzerine de yük olmuş bu zihniyetin, bu iktidarın alaşağı edilmesi gerekmektedir. AKP iktidarı sadece ve sadece şovenizmi şahlandırarak iktidarda kalmaya çalışmaktadır. Bunun dışında başka türlü iktidarda kalma şansı yoktur. Bu açıdan içte de baskı ve saldırıları yürütecek, dışta da her türlü yol ve yönteme başvurarak içe yönelik şovenizmi ayakta tutacaktır. Bu iktidar artık kendini tüketene kadar bu yolda ısrar edecektir. Çünkü; demokratik temelde iktidarı bırakma anlayışı ve yaklaşımı da yoktur. Öte yandan o kadar suçlar işlemiştir ki, hesap vermekten korkmaktadır. Türkiye’nin bütün imkanlarına el koymuş, kendi yandaşlarına peşkeş çekmiştir. Böyle bir rant imkanını da bırakmak istememektedir. Bu yönüyle Türkiye’deki siyasi mücadelenin sert geçeceği açıktır. Faşist iktidarın saldırısının birinci hedefi; Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en temel demokrasi gücü olan Kürt halkıdır, Kürt halkının özgürlük mücadelesidir. Yine demokrasi güçleridir. Demokrasi güçlerini ayakta tutan da Kürt halkının mücadelesidir. Bu yönüyle Türk devleti ve mevcut AKP iktidarı her türlü özel ve kirli savaş yöntemlerini kullanarak Özgürlük Hareketini etkisizleştirmek, demokrasi güçlerini tümden susturmak istemektedir. Bu yönüyle mücadelenin sert geçeceği, Türk devletinin her türlü yol ve yöntemi kullanacağı açıktır. Bu açıdan faşizme karşı iradeli duruş çok önemlidir. Mücadele iradesini ortaya koymak çok önemlidir. İradeli duruş ve bu temelde gelişecek mücadele bu faşizmi kırılmaya uğratacaktır. Faşizm kısa sürede sonuç almak istemektedir. Bu nedenle baskılar ve zulüm şiddetlidir. Çünkü; kısa sürede sonuç almazsa ayakta kalamayacağını biliyor. Bu yönüyle kısa sürede zulmü olabildiğince artırıp sonuç almaya çalışmaktadır. Böyle bir faşist iktidarla karşı karşıyayız. AKP-MHP faşist ittifakı Türkiye tarihinin en zayıf iktidarıdır, meşruiyeti ve haklılığı kalmamıştır. En faşist ülkelerde belli düzeyde kalan adalet gibi en temel değeri bile yerle bir etmiştir. Böyle bir ülkede söz konusu iktidar ancak savaşla, saldırıyla kalabilir. Bunu Kürt halkından her gün onlarcasını tutuklayarak, demokratik siyasetçiler üzerinde baskı kurarak, bırakalım örgütlü demokratik güçleri, tek tek bireyler üstünde baskı yaparak, Türkiye tarihinde her zaman demokratikleşme ve örgütlü toplum açısından önemli yerleri olmuş Tabipler Birliği, Barolar Birliği, Odalar Birliği gibi örgütleri yoğun bir baskı altına alarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zaten işçi sendikalarını önemli oranda etkisizleştirmiştir. Faşist iktidar kendisine karşı direnecek toplum da, birey de bırakmak istemiyor. Bu yönüyle de dünyada hiç kimsenin aklının almayacağı düzeyde baskıcı yol ve yöntemlere başvuruyor. Çünkü; başka türlü ayakta kalma şansı kalmamıştır. Önder Apo’nun Türkiye siyasetinde çözüm gücü olduğunu herkes biliyor AKP-MHP faşizmi Kürt halkına düşmanlığını Önder Apo’ya düşmanlık olarak sürdürüyor. Kürt bireyine, toplumuna, demokrasi güçlerine bu kadar saldıran tabii ki Kürt halkının Önderliğine daha fazla saldırıp baskı altına alacaktır. Şu anda da İmralı’da yoğun bir psikolojik savaş yürütülmektedir. Önder Apo üzerindeki tecrit tamamen işkence sistemi haline getirilmiştir. Sadece tecrit uygulanmamaktadır. Önder Apo üzerinde her türlü psikolojik savaş, baskı uygulanmaktadır. Zaten ne ailesiyle ne de avukatlarıyla görüştürülüyor. Öte yandan Önder Apo’nun toplum üzerinde, siyasi güçler üzerinde, demokrasi güçleri üzerindeki etkisini ve itibarını kırmak için çeşitli yol ve yöntemlere başvurdukları görülüyor. Önder Apo’nun Türkiye siyasetinde çözüm gücü olduğunu herkes biliyor. Önder Apo’nun Türkiye’nin sorunlarını çözeceği konusunda genel bir kanaat var. Şimdi Türk devleti bu kanaati tersine çevirmeye, Kürtlerde ve Kürt siyaseti içinde, ‘Önder Apo çözüm gücü değildir, çözüm iradesi’ yoktur gibi anlayışları yaymaya, bu tür anlayışları çeşitli kesimlere kabul ettirmeye çalışıyor. Kuşkusuz kimse inanmıyor. Ama bu tür yol ve yöntemlere, oyunlara başvurdukları görülüyor. Yine HDP üzerinde yoğun baskı uygulanıyor. HDP içerisindeki bileşenler arasında sorun çıkarılmak isteniyor. Bir taraftan niye Kürt partisi değil, denilerek kimi Kürt kesimleri HDP’den uzaklaştırılmaya çalışıyorlar, diğer taraftan da Türkiye partisi olunmuyor, denilerek Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük güçleri HDP’den uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Kürt kadınlarıyla Türkiye kadınlarının buluşmasını önlemeye çalışıyorlar. Dindar kesimler üzerinde oyunlar oynamaya çalışılıyor, baskı altına almaya çalışıyorlar. Özellikle AKP tabanını kaybederken bu tabanın HDP’ye kaymaması için her türlü özel savaş yöntemlerini kullanıyorlar. Yine HDP’ye önemli düzeyde oy veren, HDP’yi destekleyen Aleviler içinde sorunlar yaratılmaya çalışılıyor. Sadece tutuklamalarla, baskılarla değil, özel ve psikolojik savaşla, dezenformasyonla, kara propagandayla, yalan yanlış haberler yaparak HDP yıpratılmaya çalışılıyor. Önder Apo ve Hareketimiz de yıpratılmaya çalışılıyor. Tamamen yalana dolana ve psikolojik savaşa dayalı çeşitli örgütlü güçlerin ve bireylerin kafasını karıştırma yönlü bir savaş yürütülüyor. Kürt halkı bu tür şeylerle yeni karşılaşmıyor. Kürt halkı gerçekten özel savaş konusunda tecrübe kazanmış, bilinçli, Türk devletini, düşmanını tanıyan, düşmanın Kürt halkı, Kürt siyasi güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi üzerinde ne biçim oyunlar oynadığını gören bir halktır. Bu halk son zamanlardaki baskılarla bu iktidarın tamamen Kürt düşmanı olduğunu çok çok iyi görmüştür. Kürt halkı bu baskılar karşısında yılmaktan çok, daha da netleşmektedir. Ancak Kürt halkının bu öfkesini, tepkisini engellemek için de baskıyı süreklileştiriyor. Yine Kürt halkının tepkisini engellemek, önlemek açısından yoğun ajanlaştırma faaliyeti içine giriyor. Baskıyla, parayla ve çeşitli imkanlarla insanları ajanlaştırıp toplumun örgütlülüğünü ve mücadelesini engellemeye çalışıyor. Herhalde dünya tarihinde şu andaki AKP-MHP iktidarı kadar ajanlaştırma konusunda bireylere, toplumlara baskı yapan, böyle bir ajanlaştırma sistemi kuran iktidar görülmemiştir. Ortadoğu devletlerinde bu yönlü örgütlenme ve eğilimler vardır. Ama Türk devleti Ortadoğu’daki bütün bu eğilimlerden öte Kürt toplumuna yönelik her türlü özel savaşı uygulamaktadır. Bir taraftan ajanlaştırma, bir taraftan uyuşturucu ve fuhuşu yaygınlaştırma, diğer taraftan da özel savaş elemanlarını Kürt kadınlarına musallat ederek Kürt kadınları şahsında Kürt’ün özgürlük iradesini kırma gibi saldırılarını artırmış bulunuyor. İşte tüm bunlara karşı Özgürlük Hareketimiz, ‘Tecride, Faşizme, İşgale Son; Özgürlüğü Sağlama Zamanı’ Hamlesi’ni başlatmıştır. Bu önemli bir mücadele hamlesidir. Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürdüğü koşullarda Kürdistan’ın sadece bir parçasında değil tamamında tüm demokrasi dinamiklerini harekete geçirerek, Kürt’ün mücadele gücünü ortaya çıkararak Kürt düşmanı güçlere karşı bir mücadele hamlesi geliştirilmiştir. Bu sadece Kürtlerin değil, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, Ortadoğu’daki halkların tecride, faşizme ve işgale karşı mücadelesidir. Bu yönüyle içerde ve dışarda sıkışan, zayıflayan, bu temelde de en azgın saldırılara yönelen faşizme böyle bir karşılık verilmiştir; zamanında verilmiştir. Böylelikle Kürt halkının bütün mücadele gücü harekete geçirilerek tecrit, faşizm ve işgaller sonlandırılmaya çalışılacaktır. Kürt halkı Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında Kürt düşmanlarının nasıl bir hesap içinde olduğunu, Kürtlerin kazanımlarını nasıl ortadan kaldırmak istediğini görerek bu hamleye çok güçlü biçimde sahiplenmiştir. Avrupa, Rojava, Başûr ve Bakur halkı sahiplenmiştir. Bakur’da bütün baskılara rağmen halkımız faşizme karşı direnmektedir. Tecride ve faşizme karşı direnme, adaleti ve özgürlüğü sağlama konusunda toplumda güçlü bir irade ve tepki ortaya çıkmıştır. Kürt kadınları Kürdistan’ın bütün parçalarında bu hamleye büyük bir coşkuyla katılmakta ve öncülük etmektedir. Kürt kadınının özgürlükçü ve devrimci karakteri ve Önder Apo’ya bağlılığı bu hamle sürecinde bir kez daha kendini göstermiştir. Halkımızın kadınlar ve gençler başta olmak üzere tecride, faşizme ve işgale karşı büyük bir öfkesi ortaya çıkmıştır. Halkımız Kürdistan’ın bütün parçalarında AKP-MHP faşizmine ve onun işgal saldırılarına karşı tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Halkın tepkisinde ve öfkesinde bir sorun olmadığı bir daha görülmüştür. Ancak halkın özgürlük iradesini ve öfkesini örgütleyecek öncülükte sorunlar bulunmaktadır. Faşizm, baskıları süreklileştirerek bütün örgütleme kanallarını önlemeye, böylelikle iktidarını ayakta tutmaya çalışmaktadır. Ama meşruiyetini yitirmiş, çıplak zorla iktidarda kalmış bir AKP-MHP faşizmi vardır. Bu düzeyde çıplak zorla ayakta kalmış bir iktidarın varlığını sürdürmesi zordur. Bir iktidar ne kadar çıplak zorla ayakta kalıyorsa o kadar güçsüz demektir. Bu bakımdan içerde ve dışarda savaş politikasının sonuna gelmiştir. Dışarda toslamıştır, içerde de toslayacaktır. Bu yönüyle Özgürlüğü Sağlama Hamlesi’nin gelişerek, süreklileşerek AKP-MHP faşizmini yenilgiye uğratacağı şimdiden görülmektedir. Her türlü saldırıya rağmen gerilla büyük bir direniş göstermektedir. Heftanîn’de Türk devletinin amaçlarını boşa çıkarmıştır. Türk devletinin her taraftaki saldırılarına karşı gerilla direnmektedir, ayaktadır. Düşmanın tekniğine karşı yeni taktikler ve hareket tarzıyla bu tekniği de boşa çıkaracaktır. Bu yönlü önemli adımlar atılmıştır. Önümüzdeki dönemde Türk devletinin sadece tekniğe dayalı yürüttüğü savaşı da boşa çıkarılacaktır. Zaten orduyu, askeri savaşa süremiyor. Bu yönüyle de hem gerillanın karşısında hem de bu faşizme karşı gençlerin, kadınların, tüm halkımızın mücadelesi karşısında faşizm çökertilecektir. Bu faşizm, karşısındaki direnişin zayıflığından dolayı ayakta kalıyor. Ama başlattığımız hamle süreklileştirilerek sürdürüldüğünde, AKP-MHP iktidarı amacına ulaşamayacağından çöküşü yaşayacaktır. Ancak amaçlarına ulaşmasının ne iç ne de dış koşulları vardır. Böyle bir iktidarın kazanma şansı yoktur. Bu açıdan toplumların sorunlarını ağırlaştıran bu iktidar gidecek, sadece Türkiye’nin değil, Ortadoğu halklarının çözümünü de getirecek bir Demokratik Türkiye gerçeği ortaya çıkarılacaktır. Mevcut iktidarın yenilgisi sadece Türkiye’deki faşist güçlerin yenilgisi değil, tüm Ortadoğu’daki gericiliğin yenilgisi olacaktır. Çetecilik, DAİŞ, El Kaide gibi zihniyete sahip güçlerin hepsi yenilgiye uğrayacaktır. Türk devletine dayanarak ayakta kalan bütün gerici yönetimler yıkılacaktır. Bu yönüyle önümüzdeki yıl faşizme karşı mücadelede çok önemli bir yıl olacaktır. Partimiz PKK’nin yeni bir kuruluş yıl dönümüne giriyoruz. 43. Parti yılı gerçekten de mücadelemizin çok kritik bir yılı olacaktır. Biz bu yılda mücadeleyle sadece Türkiye’yi demokratikleştirme değil, Önderliğimizi özgürleştirmeyi de hedefliyoruz. Bugün Önderliğe büyük bir sahiplenme vardır. Sadece Kürt halkı, Ortadoğu halkları değil, dünya halkları da sahiplenmektedir. Artık dünya halkları böyle bir Önderliğin esaret altında olmasını kabul etmiyor. Nitekim 10 Ekim Dünya Öcalan’a Özgürlük Günü’nde koronavirüs salgınının etkisine rağmen dünyanın her tarafında milyonlarca insan, halklar ayağa kalktı, Önderliği sahiplendi. Böyle bir Önderlik ve onun öngördüğü Demokratik Ulus, Demokratik Konfederalizm, kadın özgürlük, ekolojik toplum yaklaşımı mutlaka kazanacaktır. Bu yönüyle biz başlattığımız hamleyi önümüzdeki dönemde daha da güçlendirip geliştireceğiz. Gerilla zaten bu hamlede rolünü oynuyor, daha da oynayacaktır. Bunu önümüzdeki süreçte daha da iyi göreceğiz. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere, Kürdistan’ın dört parçasındaki halkımızın mücadele ve özgürlük gücü, Kürt’ün birliğine dayalı işgalleri sonlandırma, faşizmi yıkma gücü mutlaka sonuç alacaktır. Bu temelde 43. Parti yılında Önder Apo’yu özgürleştirme, Kürdistan’ı özgürleştirme, bu temelde de Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu demokratikleştirme yılı haline getirmek için büyük bir mücadele içinde olacağız. | ||
© 2021 Serxwebûn |