Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Türkiye’de ulus-devlet bunalımı ve yaşadığı çözümsüzlükÎlon 2020
Cemal Şerik Türkiye’de ulus devletin yaşadığı bunalım, özü itibarıyla bir sonuçtur ve kökleri, Türklerin devletle olan ilişkisinin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Böylesi bir gerçeklik ulus devlet bunalımını var olan bu ilişki içerisinde ele almayı gerektirmektedir. Türklerin devletle olan ilişkisi Her ne kadar tarih, geçmişi ve yaşanmışlıkları anlatıyor olsa da, Türklerin tarihine ilişkin olarak anlatılanların, yazılanların ne kadar yaşanmış ve doğru olduğu tartışma konusudur. Özellikle Türklerin tarihine dair bugüne kadar anlatılanlar resmi devlet görüşleri doğrultusunda, daha çok onun bir ısmarlaması olarak; sağcı, milliyetçi, ırkçı-faşist düşünce yapısına sahip olanlarca dile getirilmiş ve yazılmıştır. Çünkü bu kesimler, tarihi spekülasyona yer vermeyecek bir şekilde anlatmak, yazmak yerine kendilerine göre yazmayı, olmayanları varmış, olanları da yokmuş gibi göstermeyi kendi çıkarlarına görmüşlerdir. Bu yönüyle tamamıyla kompleksli bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Toplumda böyle bir hafıza oluşturmak için de geçmişe ait olan tüm doğruları, kanıtları yok etmekten geri kalmamışlardır. Soykırımcı TC devletinin bugün yaptıklarına dair yazdıkları da bu gerçekliğin bir kanıtı olmaktadır. Öyle ki, yaşanmakta olanların güncel, hafızalarda canlı ve alenen orta yerde durmasına, yaşayanlarının/tanıklarının varlığına rağmen böyle bir yalan tarih yazabilmekteler. Bugüne dair böyle bir yaklaşım içerisinde olanların, geçmişe dair olan anlatımlarının, tarih yazımlarının doğru olmayacağı, uydurma olmaktan, gerçeklerin ters-yüz edilmiş, tahribata uğratılmış hali olmaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği açıktır. Soykırımcı TC devleti ve onun sömürgeci-faşist özel-kirli savaş rejimi için toplum olmak değil, devlet olmak önemlidir. Onun içindir ki, ‘Türkler devletli olarak tarih sahnesine çıkmış ve hep öyle kalmaya devam edecek’ algısı hakim bir düşünce biçimi olarak kabul ettirilmeye, hafızalara kalıcı olarak yerleştirilmeye çalışılmıştır. Sadece bununla da kalınmayarak, ‘Her şeyin Türk için ve Türk’e göre’ olduğu algısını hafızalara kazıyarak, herkesi kendi kölesi olarak gören ve varlığını bunun üzerinde kuran bir egemen düşüncenin sahibi olunmuştur. Tarih kurgusu ve anlatımı da buna göre yapılarak bir bilinç inşasında bulunulmuştur. Fakat kurulmaya çalışılan bu algı, kendileri dışında olanlar tarafından yapılan toplum ve tarih anlatımlarıyla/yazımlarıyla çeliştiği gibi, kendisine göre olmaktan da öte bir anlam ifade etmektedir. Tarihsel bulgu ve verilerle bağdaşmamaktadır. Türk egemenler için Sasani toprakları bir okul rolünü oynadı İnsan toplulukları içerisinde oluşan farklı kültürel kimlikler arasında özel isimlerle anılan kabile ve aşiretlerin, bunları takiben de halkların nasıl oluştuğu bilinmektedir. Türk adıyla anılan topluluklar da böyle bir gelişim seyri yaşamışlardır. Farklı coğrafyalarda, zaman kesitlerinde, farklı biçimlerde ve adlandırmalarla da olsa bugüne kadar var olan topluluklar benzer süreçlerden #geçmişlerdir. Ancak bu benzerlikler tüm insan topluluklarının aynı olaylarla karşılaşacakları, aynı siyasal/yapısal dönemleri yaşayacakları anlamına gelmemektedir. Tarihte ve günümüzde bunun örnekleri çokça bulunmaktadır. Türklerin toplumsal şekillenişi ve tarihi için de benzeri bir belirlemede bulunmak mümkündür. Bu konuda öncelikli olarak Türkiye’deki sağcı, milliyetçi ve ırkçı çevrelerin belirttiklerinin aksine Türklerde toplumsallık devletleşmeden önce gelmektedir. Hatta Türkler, dünya üzerinde devletle en geç tanışan topluluklardan olma gibi bir özelliğe de sahiptir. Bu olumlu olarak görülmek birlikte, tersi bir sonuç yaratarak aşağılanma duygusuna kapılmayı, kompleksli bir yaklaşım içerisinde olmayı beraberinde getirmiştir. Her şeyin başına devlet olmayı koymaları ve devletsiz hiçbir şey olunamayacağı gibi bir düşünce öne çıkmıştır. Türklerin kendi kimlikleri ile anılmaya başlandığı coğrafya Orta Asya’dır. 7. yüzyıla kadar da ağırlık olarak bu coğrafya içerisinde göçebe bir yaşam sürdürmüşlerdir. Sürekli bir askeri örgütlenme içerisinde oldukları gibi, ekonomik yaşamlarını hayvancılık üzerine kurmuşlardır. Ayrıca savaşlardan elde ettikleri ganimet, kıtalar arası yollar üzerinde kurdukları hakimiyete bağlı olarak aldıkları vergiler de ekonomik yaşamlarının diğer bir boyutunu oluşturmuştur. ‘Türük’, ‘Törük’, ‘Törk’ vb isimlerle anılan bazen ‘Kök Türkler’, bazen de ‘Gök Türkler’ olarak adlandırılan bu topluluk, kendi içerisinde kabile hiyerarşisine sahip olsa da, keskin sınıfsal ayrışma içerisine girmediği gibi köleci bir devlet yapılanması haline de gelmemiştir. Kuşkusuz komşusu olan Çin, Sasani, öncesinde de Roma İmparatorluğu ve benzerilerinden devleti tanımışlardır. Ayrıca sahip oldukları hiyerarşik yapılanma da onlardan etkilenmiştir. O nedenle oluşturdukları siyasal yapılanma devlete fazla uzak olmayan ve aynı zamanda onun prototipi olan aşiret konfederasyonlarından fazla uzak olmayan bir özelliktedir. Toplumsal olarak da Türklerin oba, oymak, boy vb olarak adlandırdıkları (kimi zaman da ‘budun’ -millet- adıyla andıkları) oluşumları, klan, kabile ve aşiret ilişkilerinin düzeyini fazla aşmamıştır. Dinsel olarak Şamandılar ve tanrı olarak Tegr’ye inanırlardı. İçlerinde İslamiyet’in, Budizm’in, Museviliğin, Ortodoks Hristiyanlığının vb etkisinde olan boylar da bulunmaktaydı. Orta Asya’da sürekli bir hareketlilik içerisindeydiler. Çin’den, Sasani sınırlarına ve Orta Asya steplerine varıncaya kadar geniş bir coğrafya içerisinde hareket etmekteydiler. Zaman zaman Çin ve Sasanilerle savaşlara girmekle birlikte, onlarla uzlaştıkları da olurdu. Farklı Türk boyları bir araya gelerek kabul ettikleri bir hükümdarın komutası altında savaşa katılırlardı. Bu boylar aralarında yaptıkları kurultaylarda bir araya gelerek ortak tabi olacakları kararlar alırlardı. 7. yüzyılda Çin baskısı, kuraklık ve artan nüfus nedeniyle doğu ve batı olmak üzere iki aksi yöne doğru göç etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bugün bulundukları topraklara Orta Asya’da çıktıkları gibi gelip yerleşmemişlerdir. Batıya göç edenler buralara ulaşmadan önce Hazar Denizi kıyısından Kafkasya ve Sasani sınırları içlerine gitmişlerdir. Fars-Sasani toprakları, Türkler için Ortadoğu’ya giriş kapısı olmuştur. Türklerin, Sasani topraklarına girdiği yıllar, Ortadoğu ve Sasaniler için de önemli dönüm noktalarından birini oluşturmaktaydı. Bu coğrafyada Arap egemenliği ve İslamiyet hakim din haline gelmeye başlamıştı. Sasaniler de bunun etkisi altına girmişlerdi. Fakat çok güçlü tarihsel ve kültürel bir mirasa sahiptiler. Persler de, o güne kadar zaman zaman dışardan gelen Makedonlar gibi güçlü orduların işgali altına girmiş olsalar da kesintisiz bir gelişim seyri izlemişlerdir. O nedenle de Arap egemenliğini ve İslamiyet’i olduğu gibi kabul etmeleri mümkün değildi. Öyle de yaptılar. Araplar ve İslamiyet’le de kendi kimlikleri ile ilişkilendiler, öyle kabul ettiler. Türkler için Sasani toprakları bir çok açıdan yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bir nevi siyasetle, devletle, İslam’la derinliğine tanıştıkları bir okul olma rolünü oynamıştır. Kendilerinden güçlü ve köklü olan Sasani siyasetinden, kültüründen etkilenmişlerdir. Yaşadıkları bu etkilenme, merkezi Bağdat’ta olan Arap Abbasi devleti içerisinde zirve yaparak yeni bir boyut kazanmıştır. Selçuklu devleti Sasani ve Abbasilerin izlerini taşır Sürekli bir askeri örgütlenme içerisinde olan ve savaşçı yönü öne çıkan Türk beyleri ve onların etrafında toplanmış olan savaşçılar, önce Abbasiler içerisinde paralı askerler olarak konumlandırılırken, beyler de onların komutanları olarak askeri bürokrasi içerisinde yer aldılar. Giderek etkinliklerini artırdılar. Abbasiler adına bir çok ayaklanmanın (Babek, Hürrem-i gibi) bastırılmasında oynadıkları rol nedeniyle konumlarını daha da güçlendirdiler. Abbasiler içinde giderek askeri bürokrasi dışında siyasal yönetim görevlerinde de yer almaya başladılar. Böylece Sasanilerden öğrendiklerini daha da pekiştirerek, devlet yönetim mekanizmasının nasıl kurulduğu, işletildiği gibi konularda da yetkinleşmişlerdir. Abbasiler içerisinde iç iktidar çelişkilerinin yoğunlaştığı, ayaklanmaların yaşandığı ve birçok beyliğin merkezi devlet karşısında kendi konumlarını güçlendirerek yerel otorite haline gelmeye başladıkları bir dönemde, Türkler de kendi idari sistemlerini ve beyliklerini ilan ettiler. Ancak bu ilan Abbasi halifesine bir başkaldırı olarak gerçekleşmedi. Aksine Abbasi halifesine bağlı kalındığı gibi, ona güç veren bir yaklaşım içerisinde oldular. Ortadoğu’da bugünkü İran ve Irak sınırları içerisinde kalan bir coğrafyada yer alan Selçuklu devleti böyle bir zeminde kuruldu. O zaman dilimi içerisinde Horasan, Irak, Suriye ve daha sonra da Anadolu ön adıyla anılan coğrafyada devletler (ya da devletçikler) olarak varlığını sürdürdü. Selçuklu devleti, Orta Asya’dan getirdikleri geleneksel toplum olarak askeri örgütlenme yönleriyle birlikte boy ve göçebe olma özelliklerini, siyasal devlet yapılanması olarak da büyük oranda Sasani ve Abbasilerin izlerini taşıdı. Sasani ve Abbasilerden öğrendikleri devlet yönetim ‘sanatını’ kendi özgünlüklerini katarak uyguladılar. ‘Divan’, ‘vezir-i azam’, ‘vezaret’, ‘eyalet’, ‘muhtesip’ (belediye başkanı), ‘devlet memurluğu’, ‘vergi sistemi’, ‘ordu düzeni’ ve benzerilerinin oluşumunu Sasani ve Abbasilerden aldılar. Sadece devlet bürokrasisinden değil kültürel, ideolojik, mimari gibi alanlarda da onlardan etkilendiler. Sünni-İslam’ı benimsemelerine rağmen Sasanilerin Şialığından da etkilendiler. Osmanlı, egemenliğine aldığı topraklarıdaki halkın malına, mülküne ve kadınlarına da el koyuyordu Türklerin, Kürtlerle tanışmaları ve ilişkileri Abbasiler döneminde kurulmaya başlandı ve Bizans İmparatorluğuna karşı açık bir ittifaka dönüştü. Ön adları farklı olsa da kurulan Selçuklu devletleri uzun süreli (11-14. yüzyıl) varlıklarını koruyamadılar. Ya aralarında yaşanan savaşlar ya da iç iktidar sorunları nedeniyle zayıfladılar ve hangisi güçlü ise ona katıldılar. Kendilerinden daha güçlü olan devletler karşısında da yenilmekten, dağılmaktan kurtulamadılar. Abbasiler gibi, Selçukluların da Moğollar tarafından yıkılmış olması böyle bir gerçeklik içerisinde yer aldı. Dağılan Selçuklu devletlerinden sonra kurulan Osmanlı devleti de, Sasani ve Abbasilerden alınan yapısal, yönetsel, siyasal temel özelliklerini korudu. Ancak daha sonra karşılaştıkları İlhanlılar ve Memlûklerden de etkilendiler. Osmanlı da, Selçuklular gibi Türk kimliğini değil boy ve aile soyunun adını kullandı. O dönemin farklı devletleri gibi hanedanlık olarak kaldı. 15. yüzyılda Konstantinopolis’in (İstanbul-1453) alınmasına, ardından da Mısır-Memlûklerin 16. yüzyılda (1516) yenilgiye uğratılıp Hilafetin İstanbul’a taşınmasına kadar da bu böyle devam etti. Bu süreçle birlikte Osmanlı, İstanbul’un alınmasıyla kendini, ‘Bizans’ın mirasçısı’, Hilafetin taşınmasıyla birlikte de ‘İslam Dünyası’nın hakimi’ olarak görmeye başladı. O nedenle de 15 ve 16. yüzyıl, Osmanlı siyasal tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Osmanlı için yeni bir dönemin başlangıcı olan bu yüzyıllar aynı zamanda imparatorluk süreci olarak tarihe geçti. Türklerin devlet ve din ile olan ilişkileri buna göre yeniden düzenlemiş oldu. Fakat Osmanlı adını kullanmaya da devam ettiler ve Türk adını kullanılmadı. Osmanlı sultanları hep boy olarak ‘Kayı’ kimliğini öne çıkararak tarih kayıtlarına geçtiler. Türklük, uygarlık dışılık, köylülük, be idrak-aklı olmayan, olarak görüldü, küçümsendi. Daha çok da imparatorluk döneminde bu yaklaşım belirgin bir şekilde öne çıkarıldı. Osmanlı’nın Anadolu yarım adasına göçleri Süleyman Şah döneminde (12-13. yüzyıl) başlamış olsa da, Ertuğrul Gazi döneminde belirli bölgelerde daha çok da Marmara Denizi kıyılarında (Söğüt, Bilecik gibi bölgelerde) yoğunlaştı. O zamanki diğer boylar gibi bey hangi boydansa o isimle anıldı. İnanç sistemi olarak her ne kadar İslamiyet’i kabul etmiş olsalar da Şamanizm’in etkisini korumaya devam ettiler. İslam inancı içerisinde yaşanan mezhepsel çelişkiyi Arap ve Acemlerde olduğu gibi şiddetli bir şekilde yaşamadılar. Devletleşip belirli topraklar üzerinde hakimiyet kurana ve yerleşik bir düzen oluşturana kadar da bu böyle devam etti. Osmanlı’nın Anadolu yarım adası içerisinde ilk yurtlaştırdığı alan Bilecik-Söğüt ve çevresinde olan topraklardı. Oradan etkinlik alanlarını genişlettiler. Osmanlı’dan önce o topraklar üzerinde hakim olan Bizans İmparatorluğu idi. O topraklarda yaşayanlar da, Hristiyan Ortodoks inancına mensup olan (Anadolu Grekleri) Rumlardı. Osmanlı işgal ettiği toprakları genişlettikçe, buralarda yaşayan halkı sadece egemenliği altına almakla kalmadı. Mallarına, mülklerine el koydu, kadınlarını, kızlarını ganimet olarak aldı. Onlara inançlarını değiştirerek, İslam dinini kabul etmelerini dayattı. Bunu sağladığı oranda da devlet mülkü haline getirdiği topraklarını genişletti ve tebaalarını çoğalttı. Hristiyan inancından vazgeçerek İslam’ı kabul eden Anadolu Grekleri kendi kimliklerinden, kültürlerinden de uzaklaştılar. Göçebe Türk aileleri, aşiretleri giderek hakimiyet kurulan topraklar üzerinde yerleşmeye başladılar. Ancak yerleşik yaşama geçmeyen aşiretler de oldu ve bunlar ‘Türkmen’, ‘Yörük’ gibi adlarla anılarak göçebe yaşam ilişki biçimini ve kültürünü korumaya devam ettiler. Böyle bir gelişim seyri izleyen Osmanlı devletinin oluşumunda Sasani, Abbasi devlet ilişkileri ve göçebe toplum özelliklerinin etkileri kendisini gösterirken, egemenlik altına almaya başladığı Bizans toprakları üzerinde kendisinden önce var olan devlet-yönetim ve yönetilme ilişkilerinden de etkilenildi. Halifeliğin İstanbul’a taşınmasına kadarki sürede, İslam içi yaşanan iç çatışmayı şiddetli bir şekilde yaşamıyor olmasını da kendisi için bir avantaja dönüştürdü. İstanbul’un alınmasıyla Osmanlı önceki Osmanlı olmaktan çıkmıştır Orta Asya’dan, Ortadoğu’ya yaşanan göç dalgaları içerisinde Türk boyları olarak adlandırılan topluklar içerisinde iktidara yakın olan, hakim devletlerle işbirliği içerisine giren egemen güçler İslam-Sünni inancını kabul ederken, bunlar dışında kalan, iktidar ve devletlerle bütünleşmeyenler de Alevi inancını kendilerine daha yakın bularak kabul etmeye başladılar. Anadolu yarım adasına doğru olan göçler içerisinde yer alan Türk-Türkmen olarak adlandırılan aşiretler içerisinde de İslam’ın bu iki farklı yorumunu kabul edenler oldu. Fakat bunlar arasında şiddete varan çatışmalar henüz yaşanmamıştı. Hacı Bektaş’ın, Ahi Evran’ın ve Şeyh Edibali’nin Osmanlı İmparatorluğu ve yönetim sisteminin oluşumunda yaşanan etkileri de bununla doğrudan ilişkiliydi. Marmara kıyılarından Ege’nin içlerine, Akdeniz kıyı şeridinden Trakya topraklarına kadar varan geniş bir coğrafyada Osmanlı egemenliğinin oluşumunda; ‘Gazi’lerin, Bektaşi Ocağında yemin ederek destur alan Yeniçerilerin oynamış olduğu rolü başka türlü açıklamak mümkün değildir. Ancak bu Osmanlı’nın imparatorluk dönemine kadar devam edebilmiş ve yerini çatışmalara bırakmıştır. Böyle bir sonucun yaşanmasında da İstanbul’un alınması ve Halifeliğin İstanbul’a taşınmasının önemli hatta belirleyici bir rolü olmuştur. Osmanlı sadece İstanbul’u bir kent olarak almamıştır. İstanbul’un siyasal ve kültürel olarak mirasını da devralmıştır. Sadece devralmakla da kalmayarak başkent olarak ilan etmiş ve ‘payitahtı’ İstanbul’a taşımıştır. Osmanlı İstanbul’u fethetmiştir ancak İstanbul ile de Bizans kültürü Osmanlıyı fethetmiştir. Yüzlerce yıllık bir geçmişi olan, öncesinde de bir bütün olarak Greko-Romen mirasını yaşayan Bizans’ın başkentinin alınması özünde böyle bir anlam ifade etmiştir. Bunun bir sonucudur ki, İstanbul’un alınmasıyla Osmanlı, önceki Osmanlı olmaktan çıkmıştır. Bizans siyasal ilişkisi giderek etkisini göstermeye başlamıştır. Mısır-Memlûklardan Halifeliğin alınarak İstanbul’a taşırılması da adeta onun tamamlayanı olmuştur. Böylece Osmanlı sultanı hem padişah hem de halife olmuştur. Bu yönüyle Papa’dan daha çok kendini ‘tanrıya yakın’ bulmuş, devlet ve dini kendi şahsında buluşturmuştur. Ortaçağ diye adlandırılan dönemde Hristiyanlık Roma’nın resmi dini haline gelirken, İmparatorları kutsayanlar da Papa’lar olmuştu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da resmi İslam’ın temsili Muaviye’yle birlikte iktidarın eline geçmişti. Her iki inanç biçimi de farklı tarihlerde ve biçimlerde de olsa aynı kaderi paylaşmışlardı. Türklerin gerek din değiştirmesi gerekse de değiştirdiği dinin siyasetle olan ilişkisi ilk başlarda ne Roma ne de Arap Emevi ve Abbasilerdeki gibiydi. İslam’ı kabul ederek fiziki varlıklarını korumuşlardı. Ama eski inançlarını da her yönüyle terk etmemişlerdi. Kabul ettikleri İslam inancı içerisinde kendi inançlarını da bir biçimiyle yaşatmaktaydılar. İslam’ı bu şekilde kabul etmiş olsalar da, yaptıkları din değişikliği, onu ne Hristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma ne de Arap Emevi ve Abbasileri gibi bir imparatorluk haline getirmemişti. İstanbul’un fethi ve Halifeliğin İstanbul’a taşınmasıyla da o güne kadar bu ulaşamadığı imkanlara kavuşmuş oldu. Fakat bunun için de devletin dinle olan ilişkisinin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu. Bunu da Bizans’tan imparatorluk mirasını alarak, Allah’ın yer üstündeki temsilcisi olan Halife’nin gücüyle birleştirerek başarma yolunu seçti. Böylece Osmanlı sultanı siyasi iktidarın ve dinin gücünü kendinde bir araya getiren yeryüzündeki ‘tanrının gölgesi’ haline geldi. Emevilerle, Abbasilerle, Bizans’la benzeşti. Sasanilerin yıkılmasından sonra yeniden toparlanan Fars egemen güçlerinin imparatorluk haline gelen Safevi devletine karşı Ortadoğu’da egemenlik savaşı vermeye başladı. Nasıl Safevi devleti İslam-Şia mezhebini resmi din haline getirerek egemenliğine dinsel ve ideolojik bir çehre kazandırmışsa, Osmanlı da İslam-Sünni mezhebinin Hanefi yorumunu kendisine göre revize ederek resmi bir din haline getirip hem kendi sınırları içerisinde hem de Ortadoğu’da egemenlik kurmanın aracı olarak kullanır bir hale getirdi. ‘Cihan imparatorluğu’ndan yarı-sömürge durumuna düşüş Bu şekilde Osmanlı’nın imparatorluk süreci dinle olan ilişkilerinin yeniden biçimlendirildiği bir dönem olmuştur. Revize edilen Hanefelik tam bir iktidar dini haline getirilirken, o zamana kadar Osmanlı sultanı-yönetimi üzerinde etkili olan Alevi-Bektaşiliğe müdahale de bulunulmuştur. Yavuz Sultan Selim’in İran seferi öncesi Balım Sultan’ı Bektaşi Ocağı’na pir olarak ataması da, yapılan bu müdahalenin vardırıldığı boyutu göstermektedir. Bu denli açık Alevi ve Safevi düşmanlığına alet olunması Bektaşi Ocağı’nı Çelebilik ve Babailik olarak ikiye böldüğü gibi Osmanlı içerisinde büyük Alevi-Türkmen katliamlarının ve göçlerinin yaşanmasına neden olmuştur. İmparatorluğun çöküş aşamasına kadar da bu böyle devam etmiştir. İmparatorluğun içerisine girdiği çöküş dönemi, aynı zamanda devlet içi ilişkilerin ve yönetim ilişkilerinin-düzeninin yeniden revize edilmesini beraberinde getirmiştir. Bu dönemle birlikte Osmanlı, Avrupa’da bir sistem olarak öne çıkan ve burjuva sınıfının siyasal olarak örgütlemeye başladığı kapitalizmin etkisi altına girmeye başlamıştır. Başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri ile içerisine girdiği ticari, mali ve siyasi ilişkiler onu yarı-sömürge bir konuma düşürmüştür. Böyle bir süreç içerisine girilmesinde İkinci Mahmut dönemi önemli bir rol oynamıştır. İkinci Mahmut, Üçüncü Selim’le başlayan bu süreci sadece devam ettirmekle kalmamış, ona bir çehre de kazandırmıştır. Yeniçeri örgütlenmesi yerine Sekban-ı Cedid’i oluşturmuş, yaşanan iç sorunlara son vermek ve ilişkilere yeniden bir biçim kazandırmak için Sened-i ittifak’ı imzalamıştır. Daha sonra da Sekban-ı Cedid yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’yi (Muhammedin zafer kazanmış ordularını) kurdu. Osmanlı’nın yönetim ilişkisine, temel devlet kurumlaşmasına dokunmadan adına ‘ıslahat’, ‘reform’ denilen, Batı Avrupa’da oluşmaya başlayan yeni idari sisteme uyarlamak için harekete geçildi. Fars, Emevi, Abbasi divan geleneğinin bir devamı olan Divan-ı Hümayun’un etkisi sınırlandırılarak bir nevi hükümet sistemine geçilmeye çalışıldı. Buna göre de sadrazamlıktan başvekilliğe (başbakan) yetkilerin paylaşıldığı bakanlar sistemini kurmak için adımlar atıldı. Padişah’ın etrafında yer alan vezir-i azam ve kazaskeri ile birlikte imparatorluğun yönetilmesinde rol sahibi olan şeyhülislam, önceki konumun dışına alınarak sadece din işleriyle sorumlu kılındı. Danıştay, yargıtay ve benzerilerinin kurulmasıyla yargı sistemi değiştirilirken, giyim-kuşam olarak Avrupalılara benzeşmeye başlanmış, askerlik, tıp vb eğitimlerin görüldüğü okullar sistemine geçiş yapılmıştır. Mülkiyet ve vergi sisteminde değişiklik yapıldı. Böylece o zamana (15. yüzyıldan Tanzimat Fermanı’nın yayınlandığı 19. yüzyıl-3 Kasım1839‘a ) kadar Osmanlı’nın imparatorluk dönemine damgasına vuran, köklerini Sasanilerden, Emevilerden, Abbasiler’den alan devlet-yönetim ilişkisinin terkedilmeye başlandığı bir döneme giriş yapıldı. İkinci Mahmut’tan sonraki dönemlerde de bu böyle devam etti. Vergi sistemi ve ceza kanununda değişikliklere gidildi, okul sistemi daha da genişletildi. Bunları takiben de Tanzimat Fermanının tamamlayanı olarak Islahat Fermanı (19 Şubat 1856) ilan edildi. Fransa, İngiltere gibi devletlerle yapılan anlaşmalar çerçevesinde Osmanlı egemenliği altında yaşayan Müslüman olmayan toplulukların mülk ve kişi hakları daha da genişletildi. Ayrıca Avrupa ülkelerine ‘öğrenim görmek’ üzere öğrenciler gönderilmeye başlanıldı. Ancak İkinci Abdülhamid’in tahta çıkışından sonra Üçüncü Selim ile başlayan dönem kesintiye uğradı. Aslında İkinci Abdülhamid tahta oturduğunda, önceki padişahların izlediği yolda devam edeceği izlenimini vermiş, ‘Birinci Meşrutiyet’in ilanı ve ‘Kanuni Esasiye’ (Anayasa) onun döneminde hazırlanarak kabul edilmişti. Ancak vermiş olduğu bu izlenim kendi önünde -sadrazam Mithat Paşa dahil- ayak bağı olarak gördüklerini tasfiye ederek tahttaki yerini sağlamlaştırmaya başlamasıyla birlikte hakkında aksi düşünce ve kanaatlere bıraktı. Bir süre sonra da ilan ettiği meşruiyete son vererek meclisi kapattı. Böylece iktidarda hakimiyetini kurdu. Muhalefet olarak gördüklerini sıkı bir kontrol altında tutmak, iktidarına karşı herhangi bir karşı koyuşu, ayaklanmayı engellemek için istihbarat ve özel örgütler kurdu. İktidarına karşı oluşan muhalefeti Avrupa-batı kaynaklı olarak gördüğü için de İslam dinini ve elinde tuttuğu Halifelik makamını daha güçlü kullanma yolunu seçti, Panislamist politikaları öne çıkardı. İmparatorluk içerisinde yaşayan Müslüman olmayan topluluklarda gelişen ulusçu eğilimler karşısında katliamlar dahil şiddeti öne çıkaran politikalar geliştirildi. İkinci Abdülhamid döneminde öne çıkan bu politikanın özünü oluşturan, Üçüncü Selim’le birlikte başlayan sürece olan bir karşıtlık değildi. Avrupa’da sanayi devrimiyle birlikte batılı kapitalist devletlerin Osmanlı’yı yarı-sömürge haline getirmesinin ortaya çıkardığı sonuçlar ve imparatorluk içerisinde yer alan ‘gayri Müslüm’, daha çok da Hristiyan toplulukların iç pazar üzerindeki etkileri ve onlarda yaşanan ulusçu bilinçlenmeden duyduğu korkuydu. Avrupalı kapitalist devletlerle içerisine girilen yarı-sömürge ilişkisi içerisinde Osmanlı’nın bir imparatorluk gibi hareket etmesi ve sömürgeleri daha fazla kontrolü altında tutması mümkün değildi. Zaten Osmanlı’nın artık bunu sağlayacak gücü de kalmamıştı. Avrupa’nın kapitalist devletlerine borçlanmış ve borçlarının faizini bile ödemeyecek bir hale gelerek ağır yükümlülükler altına girmişti. ‘Duyun-ı Umumiye’ o süreçte kurulmuştu. Yahudilere, Osmanlı sınırları içerisinde toprak vaadinde bulunulmuştu. Bunların hepsi de İkinci Abdülhamid döneminde yaşandı. Meşrutiyete son verilerek, meclisin kapatılması ve istibdata yönelinmesi de böyle bir süreçte yaşandı. Abdülhamid’in uygulamaya koyduğu politikanın özünü oluşturan da; oturduğu tahtta biraz daha uzun kalmaydı. Bunu tahtaki 33. yılına kadar sağlayabildi. Fakat kaçınılmaz sonunu engelleyemedi. İkinci Meşrutiyetin ilanı ve İttihat Terakki’nin iktidara gelmesi, onun iktidarına son noktayı koydu. ‘Turan ülküsü’ ve ‘Kızıl Elma’ yeni Türklüğün kimliği oldu İttihat Terakki Fırkası’nın(Birlik ve İlerleme Partisi) Osmanlı’da iktidara gelmesi, Üçüncü Selim ile birlikte içerisine girilen yolun vardığı bir sonuçtu. Çünkü İttihat Terakki Fırkasının kurulmasına öncülük edenler, Osmanlı’nın, Avrupa’nın kapitalist devletleriyle içerisine girdiği ilişki ve onların yarı-sömürgesi haline gelmesinin sonucunda oluşan zeminde ortaya çıkmışlardı. Çoğunluğu batılıların kuruluşunda belirleyici olduğu okullarda öğrenim görmüş, yine Avrupa’da gelişen ulusçu, milliyetçi düşüncelerden etkilenmişlerdi. Dile getirdikleri istem ve öne çıkardıkları sloganlar da, o zeminde edindikleri düşünce yapısına göre belirlenmişti. İkinci Abdülhamid döneminde Rus milliyetçilerin geliştirdikleri Panslavizm’den esinlenerek geliştirilen Panislamizm’den farklı olarak İttihat Terakki’de ilk düşünsel oluşum sürecinde öne çıkan düşünce ‘Osmanlıcılık’ biçiminde kendisini dışa vurmaktaydı. Osmanlının dağılmasının önüne geçmeyi hedefleyen ‘Osmanlıcı’ düşünce görünümüne sahip olunmasında, İttihat Terakki’nin oluşumunda öncü konumunda olanların Türk kökenli olmamasının (Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, İshak Sükûti ve Çerkez Mehmet Reşit) önemli bir rolü oldu. Örgütlenme ve propaganda çalışmalarında ana tema olarak ‘Osmanlı’nın Birliği’ ve Abdülhamid’in bunu sağlayamadığı, yönetim zafiyeti içerisinde olduğu öne çıkarıldı. İstanbul’da Ermeni ve Müslümanlar arasında başlayan (30 Eylül 1895) ve günlerce süren çatışmanın yarattığı etkiler de bu doğrultuda kullanıldı. Daha sonra saflarına katılımların artmasıyla birlikte daha geniş bir örgütsel yapılanmaya dönüştü. Abdülhamid’in İkinci Meşrutiyeti ilan ederek Kanun-i Esasiye’yi yeniden devreye koyması ve Meclisi açmak zorunda kalmasında önemli bir rol oynadılar. ‘Perde arkasında, asıl iktidar’ olma esprisini tarihe ‘sopalı seçimler’ olarak geçiren 1912 yılının Şubat ayında gerçekleşen seçimlerde doğrudan iktidar olana kadar da korudular. Yine aynı şekilde 1912 yılının Ekim ayında başlayan Balkan Savaşı sonuna kadar da ‘Osmanlıcılık’ düşüncesini öne çıkarmaya devam ettiler. Ancak Balkan Savaşı ardından ve Almanya ile sıkılaşan ilişkiler sonrasında bundan vazgeçerek ‘Türkçülük’ temasını öne çıkararak, Turancılığı savunan bir tutum içerisine girdiler. İttihat Terakki’nin öne çıkardığı bu düşünce ve politika o zamana kadarki Türklerin, devletle olan ilişkisi içerisinde yeni bir dönemin başlaması anlamına geldi. Buna bağlı olarak da kullanılan söylem ve öne çıkarılan ana tema değiştirildi. Avrupa’da kapitalist modernitenin geliştirdiği ulus devlet modeli esas alındı ve bunun ideolojisi olarak da milliyetçilik benimsendi. Böylece Ortadoğu’ya oradan da Anadolu yarımadasına gelirken kullanılan söylemin dışına çıkılmış oldu. Kullanılan, boyun başında olan beylerin ve mensup oldukları ailelerin adı yerine, daha genel olan bir isim, köklerinin dayandığı kavmin adı öne çıkarıldı. Her ne kadar adı Osmanlı olarak anılmaya devam edilse de, devlet yapılanmasında ulusal devlet, düşünsel olarak milliyetçilik formu ve Türk kimliği esas alındı. Bu şekilde Ortadoğu’ya gelişle birlikte daha yakından tanıştığı, içerisine girdiği, daha sonrada sahiplik ettiği devlet ilişkisi yeni bir ruh ve bedene kavuşturulmuş oldu. Buna göre de her milliyetçilikte olduğu gibi kendilerini diğer topluluklardan ayıran, ayrıcalıklı gören, üstün tutan söylemlere ve bunları güçlendiren anlatımlara ve temellendirecek kurgulara ihtiyaçları vardı. Bir başka değişle; yaratacakları mitolojilerle tarihlerini yeniden yazacaklar ve hedefler belirleyeceklerdi. Öyle de yaptılar. Kuram geliştirildi, ‘ütopya’ oluşturuldu. Bunları yaparken kendilerinden önce olanlardan yararlandılar, çoğunlukla da onları kendilerine mal ederek, yaptıkları nüans farklılıklarına göre yeniden yorumladılar. ‘Turan ülküsü’ ve ‘Kızıl Elma’ metaforu ile ‘Ergenekon Destanı’ bunlar arasında yer aldı. Buna göre de Ural-Altay dağları arasında kalan coğrafya ‘Turan yurdu’ ve orada yaşayan topluluklar da ‘Turani kavimleri’ olarak adlandırıldı. Turancılık da, Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar ki coğrafyada yaşayan Turani kavimleri bu topraklarda bir devlet çatısı altında biraya getirme ülküsü olarak belirlendi. ‘Kızıl Elma’ metaforu ise bu ülkünün simgesi olarak anlam kazandı. ‘Kızıl Elma’ denildiğinde kast edilen, ulaşılmak istenen bu hedef ve amaç oldu. İttihat Terakki, ‘Turancılık’ ve ‘Kızıl Elma’ metaforunu kendisi oluşturmadı, ödünç aldı. Bu kavramları ondan önce kullananlar olmuştu. ‘Turancılık’ sözcüğü ilk defa 20. yüzyılın başlarında Rusya’da, Azeri ve Tatarlar içerisinde kullanılırken, ‘Kızıl Elma’ metaforunun ilk kullanımı, Oğuz boylarına kadar dayandırılmaktaydı. Yeniçeriler tarafından da yaygın bir şekilde padişaha bağlılık sözü olarak kullanıldığı belirtilmekte olup, hatta Bizanslılar tarafından simgeleştirilerek kullanıldığı bile söylenilmektedir. İttihat Terakki’nin teorisyenleri ve propagandacıları da (Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları, Kızıl Elma vb kitaplarında olduğu gibi) bu kavramları alarak kendilerini en etkili ve doğrudan anlatma yolunu seçtiler. Böyle de olsa İttihat Terakki’de ‘Turancılık’ ve ‘Kızıl Elma’ Türk milliyetçiliğinin öne çıkan en temel kavramları arasında yer almıştır. Tek bir ülke toprakları ile sınırlı kalmayan bir coğrafyada tanrının, Türkleri tüm cihanı yönetmek için yarattığını savunan bir düşünce sistemini ve hedefini tanımlamaktadır. Doğrudan iktidar olduğunda da İttihat Terakki’nin ideolojik doğrultusunu belirleyen bu görüşler olmuştur. Enver Paşa’nın, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında saf belirlerken, savaştan galip çıkıldığında kendilerine de Turan yolunun açılacağını ifade eden sözler sarf etmesi bunun göstergesidir. Ancak İttihat Terakki, ‘Turancılığı’ öne çıkarıp ‘Kızıl Elma’ya doğru yürüdüğünü ifade etse de, Panislamizm ve Osmanlıcılığı bir bütün olarak terk etmedi, edemedi. Bunları ‘Turancılık’ içerisinde gizli tuttu. Yeri geldiğinde de bunları kullanmaktan geri durmadı. Bu da İttihat Terakki’nin kendi içerisinde ideolojik olarak homojen olmamasından kaynağını alıyordu. İttihat Terakki’nin ilk çekirdek grubunda Osmanlıcılık belirgin bir yön olarak öne çıkmasına rağmen, ulus devletçi, milliyetçi eğilimleri de bünyesine almıştı. İçerisinde ‘Genç Osmanlı’, ya da ‘Jön Türk’ gibi adlarla anılan kişiler arasında, örgütlenmede merkeziyetçilik ve ademi-merkeziyetçilik konularında farklı düşünenler vardı. Bu şekilde farklı klikleri içerisinde barındırmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile aynı saflarda yer alan İttihat Terakki’nin Osmanlısı mağlubiyeti yaşamayı değil, ‘Turan’a ulaşmayı hedefliyordu. Ama sonuçta değil ‘Turan’a ulaşmak, varlığını bile koruyamadı ve dağıldı. İttihat Terakki’nin lider kadrosu tasfiye oldu, geri kalanların çoğunluğu da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının öncülük ettiği İttihat Terakki içerisinde yer alan bir başka kliğin saflarına katıldı. TC sivil-asker bürokrasisine dayalı otokratik bir rejim olarak inşa edildi Mustafa Kemal ve onunla hareket eden İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fethi Okyar, Celal Bayar, Mehmet Şükrü Kaya, Recep Peker ve daha onlarca kadro İttihat Terakki ve onun özel istihbarat ve eylem örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’da yer almışlardı. Ayrıca Ziya Gökalp, Mehmet Akif Ersoy gibi İttihat Terakki’nin ideolog ve propagandacıları da bu klik içerisinde arasında bulunmaktaydı. Her ne kadar Mustafa Kemal ve arkadaşları, fırsatını bulduğunda İttihat Terakki ile bağlarının olmadığını söyleseler de, aslında İttihat Terakki içerisinde liderliği ele geçirmeye çalışan, diğer eğilimlerle mücadele halinde olan bir klikti. Enver-Cemal-Talat Paşa çizgisi yenilince liderliği ele geçirmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu ve Kürdistan coğrafyasında örgütlenen Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve bu özelliğe sahip olan örgütlere katılımların ve kadroların çoğunluğu da İttihat Terakki içerisinde yer alan eğilimlerden oluştu. Yine 1920’de Ankara’da kurulan meclis böyle bir özellik taşıdı. 1923’de TC devletinin kuruluşunu ilan edenler de bunlar oldu. TC bir ulus devlet olarak kuruldu. Üçüncü Selim’le başlayan devlet sisteminde ve yönetim ilişkilerinde yaşanmayan değişimi tamamlamayı esas alan bir program izledi. Ankara’da kurulan meclis, kabul edilen Anayasa, belirlenen idari sistem, tarihe ‘Atatürk devrimleri’ adıyla geçen bir çok değişiklik, aslında bahsi geçen süreçte karar altına alınıp da uygulamada karşılaşılan sorunlar nedeniyle ya yavaş ilerleyen ya da kesintiye uğramış olanların yeniden kararlaştırılarak uygulamaya konulması gibi bir anlam ifade etti. O nedenle TC’nin ilanı her ne kadar dağılan Osmanlı mirası üzerinde yapılmış olsa da, Osmanlı’da ulus devlet sürecine doğru başlayan yolculuğun ulaştığı bir sonuçtu. O nedenle de ilanı gerçekleşen TC devleti; Selçuklu, Osmanlı devletlerinde ve beyliklerde olduğu gibi kişi adıyla anılmadı. Üzerine kurulduğu coğrafyaya verdikleri adı aldı. Meclisin kararı ile saltanat ve hilafet kaldırıldı. Hazırlanan ve kabul edilen Anayasa ile yargı-yasama-yürütme arasında kuvvetler ayrımı kabul edildi. Bununla da kalmadı, Türk kimliğini esas aldı. Devlet sınırları içerisinde kalan Doğu Trakya, Anadolu yarım adası ve Kürdistan’ın büyük bir bölümü ulusal yayılma, ‘Türkleştirme’ alanları olarak kabul edilerek, Şark Islahat Planı vb adlar altında bunun pratikleştirilmesini sağlamak üzere stratejiler geliştirildi. Sivil-asker bürokrasisine dayalı otokratik bir rejim inşa edildi. Devlet fideliğinde ve onun imkanları üzerinden egemen burjuva bir sınıf oluşturulmak istenildi. Tüm bunlar yapılırken de içerde hiçbir şekilde farklı bir sesin, muhalefetin varlığına, gelişmesine müsaade edilmedi. Ancak uygulamaya konan bu politika, yaşanan sorunlar ve çelişkileri çözmek bir yana daha da derinleştirdi. Devlet sınırları içerisinde kendileri dışında herkesle karşı karşıya kalan bir konuma gelindi. Türkiye’deki ulus devletin yaşadığı bunalım ve çözümsüzlük ilk günden bu güne sürmektedir Türk ulus devletinin kurulmasına öncülük eden Mustafa Kemal ve arkadaşları olmuştu. Ancak Mustafa Kemal ve arkadaşları bunu kendileri olarak başarmamıştı. Kendileri gibi İttihat Terakki’nin diğer grupları ve farklı iktidar odakları da onlarla birlikte hareket etmişlerdi. Yine ilanı gerçekleşen ulus devlet süreci cumhuriyetin ilanı ile başlamadığı gibi dayandığı ve kaynağını aldığı tarihsel bir süreç vardı. Bu sürecin Osmanlı padişahlarından Üçüncü Selim’e kadar kökleri uzanmaktaydı ve çok sancılı yaşanmıştı. Bilinen hanedanlık içi iktidar çelişkisi ve komplolara bir çok sorun eklendiği gibi, farklı siyasal, düşünsel eğilimler ve iktidar grupları oluşmuştu. Bunlar arasında çelişkiler olduğu gibi, bir başkasına karşı aralarında ittifak oluşturanlar da bulunmaktaydı. İçerisine girilen böylesi bir süreçte Osmanlı da, imparatorluk döneminin ihtişamını kaybetmeye başlamış, içerisine girdiği ağır borçların altında yapmış olduğu siyasi antlaşmalarla kabul ettiği yükümlülükler onu giderek yarı-sömürge konumuna getirmişti. Bunun toplumsal, düşünsel ve siyasal alanda etkileri de görünür bir hal almıştı. Kapitalist modernitenin ulus devlet bilinci ve milliyetçilik, Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan halkları etkilemeye başladığı gibi Osmanlı’nın kendisinde yansımaları açığa çıkmıştı. Devletin ‘ıslah’ ve ‘reform’ çalışmaları bunların bir sonucu olarak yaşanmış, Avrupa’ya, Paris’e eğitim için gidenler orada yeni ve farklı düşünce ve siyasal eğilimlerle karşılaşmıştı. Bunların etkisi altına girenler de bu fikirler ve siyasal eğilimleri Osmanlıya, İstanbul’a taşımışlardı. Bunlar arasında da bir çelişki vardı. Her ne kadar İttihat Terakki’nin kuruluş ilanı öncesinde oluşumuna öncülük eden fikir babalarının (Abdullah Cevdet, İbrahim Tema, İshak Sükûti ve Çerkez Mehmet Reşit) düşüncelerinde ‘Osmanlıcılık’ görünen bir yüz olurken, farklı fikir ve siyasal eğilim içerisinde olanlar da İttihat Terakki içerisinde bir araya gelmişlerdi. Bunlar arasında Dr. Nazım, Enver-Talat-Cemal paşalar, Mustafa Kemal, Prens Sebahattin ve diğerleri de vardı. Ermeni temsilciler de yer almaktaydı. Osmanlıcı, Pantürkist, Kemalist düşünceler ve farklı ulusal kimliklerin temsilcileri yan yana bulunmaktaydı. Fakat bu yan yana geliş, aralarındaki çelişki ve sorunların ortadan kalktığı anlamına gelmemekteydi. Bunlar arasında çelişki ve klik farklılıkları zaman zaman gün yüzüne çıkarak, birbirlerini tasfiyeye yönelen yaklaşımların açığa çıkmasına bile neden oldu. Pantürkist Enver Paşa ve Mustafa Kemal arasında yine ademi merkeziyetçiliği savunan Prens Sebahattin ile merkeziyetçiliği savunanlar arasında yaşanan sorunlar bunlar arsında yer almaktaydı. 1923’te ulus devletin ilanından sonra bu farklı yaklaşım ve çelişkiler varlığını korudu. 1923 sonrası iktidar odaklı sorunlar, yapılan komplolar, işlenen cinayetler, yargılamalar, gerçekleşen tasfiyeler, idamlar, ağır hapis cezaları, sürgünler vb hep bunun bir sonucu olarak yaşanmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen bir türlü sonlandırılmayan, zaman zaman açık iktidar kavgasına dönüşen sorunlar olarak kalmaya da devam ettiler. Cumhuriyetin ilanının ardından ilk çok partililik denemesinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tekrar gündeme gelen ikinci çok partililik döneminde ve 1960 askeri darbesinde bu çok net bir şekilde kendini göstermiştir. İttihat Terakki içerisinde farklı klikleri oluşturan Mustafa Kemal’in ulus devleti, TC devletinin ilanının gerçekleştirildiği sınırlar içerisinde hakim kılmayı esas alan çizgisi ile Enver-Talat ve Cemal paşaların ‘Turancı’ çizgisi karşı karşıya gelmişlerdir. İttihat Terakki’nin fikir babalarında belirgin bir hal alan ‘Osmanlıcılık’, gerek Osmanlı’nın son yıllarında gerekse de İttihat Terakki ve sonrası yıllarda, daha çok da cumhuriyetin ilanından sonra Türk ve Müslüman olmayan topluluklara yönelik inkar, imha ve soykırım politikalarının uygulamaya konulmasıyla giderek görülmez bir hal almıştır. Hilafetin son bulmasıyla tamamen iktidarın dışına atılan Panislamist çizgi de ‘Turancı’ çizgi ile ittifak arayışı içerisine girmiştir. Prens Sebahattin’in ademi-merkeziyetçiliğini savunanlar ise daha çok Kemalizm’in merkeziyetçiliği karşısında kendilerini sağ ve milliyetçi çizgide görür ve ifade eder bir hale gelmişlerdir. Bugün de ulus devlet içerisinde bu iktidar kavgası yaşanmaya devam etmektedir. Ancak yaşanan bu iktidar kavgası, bu kavgayı başlatanların gerisine düştüğü gibi onların karikatürü bile sayılmayacak olanlar tarafından yürütülür hale gelmiştir. Bunun nedenini oluşturan da, Türkiye’deki ulus devletin yaşadığı bunalım ve çözümsüzlük oluşturmaktadır. Türkiye’de ulus devletin bunalımı ve çıkış arayışları Osmanlı’nın son yüzyılı, bunalım-çözümsüzlük dönemi olmuş ve bunun bir sonucu olarak da dağılmaktan kurtulamamıştı. Ulus devlet ise onun mirasını devralanların kendilerini yaşatma arayışlarının doğrudan bir sonucuydu. Fakat devralınan bu miras, aynı zamanda onun bunalımını da devralmıştı. Osmanlı ile aynı öze bağlı olarak varlığını korumaya devam etmeye çalışmış olması da yaşadığı bu bunalımın daha da derinleşmesine neden olmuştur. Türk toplulukları, beyleri önce Ortadoğu’ya, oradan da Kürdistan coğrafyasına, Anadolu yarım adasına doğru yönlerini çevirdiklerinde, bu topraklar üzerinde yaşayan yerleşik halkların onlardan gelişkin olan yaşam biçimi, toplumsallığı, kültürel birikimi ve zenginliği karşısında, kendileri olarak fazla varlık gösterme olanakları yoktu. Ya onlarla ittifak içerisine girecekler ya da güçlü devletlerin kölesi veya onların askeri haline gelecekler, sistemlerini ve inançlarını kabul edeceklerdi. Abbasiler içerisindeki konumları da bunun ötesine geçmemişti. Bunları yapmadan yerleşecekleri yurtluklar bulmaları da o kadar kolay değildi. Ayrıca karşılaşacakları başka zorluklarda vardı. Bunların aşılması için de önce o toprakların yerleşik halkları ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Askeri becerileri, akıncı ve talancı özelliklerinin varlığı da zora başvurarak karşılaşacakları sorunları kendi tarzlarında aşmalarına olanak sunmaktaydı. Nüfuslarının çoğalması ve arazi üzerinde hakimiyetlerinin artmasıyla birlikte bu yola başvurdular. Bu şekilde kendi varlıklarını, yerleşik halkların, toplulukların aleyhine bir şekilde sürdürecek bir yol izlediler. Onlarla savaşmayı, varlıklarını yağmalayarak talan etmeyi, topraklarından sürmeyi, hakimiyetleri altına alarak Müslümanlaştırma ve Türkleştirmeyi temel yöntem olarak kullandılar. Bunda da sınır tanımayarak başarılı oldular. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde istedikleri sonucu elde ettikleri gibi kendilerini büyük devletler, imparatorluklar haline getirdiler. Devletler ve imparatorluk dönemlerinde varlıklarını üretim ve kendi toplumsallığını oluşturarak değil; savaş, yağma-talan, haraç alma, kendi hesabına askerlik yaptırma, çalıştırma, üretilenlere el koyma vb üzerinden sürdürmeyi esas aldılar. Bunu sürekli kılmak için de, sonradan kabul ettikleri İslam inancını kullandılar. Anadolu yarımadasında yaşayan Greklere(Rumlara) karşı böyle bir politika izlediler. Aynı politikayı Trakya’da da devreye koydular. Böylece oralarda yaşayan insanları hem Müslümanlaştırdılar hem de kendine tabi kılarak, topraklarına el koydular. Bir kaç nesil sonra da kendilerine benzeştirdiler. Halifeliği İstanbul’a taşıyarak İslam’ı etkili bir şekilde kullandılar. Sadece kullanmakla da kalmayarak, kabul ettikleri Sünni İslam’ın Hanefi mezhebini kendine göre yorumlayarak, tahribata uğrattılar, revize ettiler. İmparatorluğun çözülme sürecini engellemek için de İslam’ı daha fazla kullanmak istediler. Bunun bir sonucu olarak da Panislamizmin bayraktarlığını yapar bir hale geldiler. İttihat Terakki’nin doğrudan iktidar olduğu dönemde de İslam inancını, Turancılığın hizmetine sundular. Ulus devlet ilanından sonra da bundan vazgeçilmemiştir. TC devletinin kuruluş ilkeleri arasına aldığı laikliğe rağmen kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla bunu yapmıştır. Aynı şekilde üretime dayalı değil, yağma ve talana dayalı bir ekonomik düzen oluşturmaktan geri kalmadığı gibi sömürgecilik siyasetinde ısrar etmiş, egemenliği altında tuttuğu ülkeleri ve halkları yok etmeyi, kendi varlık nedeni haline getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak da kültürler, kimlikler, inançlar mozaiği olan Anadolu yarım adasını ve Kürdistan topraklarını kıraçlaştırarak, Türkleştirme alanı haline getirmiş, dışında olan hiçbir kültür, kimlik ve inanca yaşam hakkı tanımamıştır. Bu toprakların en kadim halkları olan Ermenilerin, Rumların, Asuri-Süryanilerin izlerine bu topraklarda rastlanılmaz bir hale getirilmiş, Çerkezlere sürgün yolları gösterilmiş, Lazlar asimilasyon politikaları ile yok oluşun eşiğine getirilmiş, Araplar baskı altına alınmış, Kürtlere karşı 21. yüzyıla da taşırılacak olan fiziki ve kültürel soykırım kıskacı altında imha saldırıları bu dönemde başlatılmıştır. Darbe mekaniğini sürekli kılarak 1960’dan başlayarak 10 yılda bir darbe gerçekleştirdiler. Son yıllarda da her 10 yılda bir yaptıkları darbeleri daha farklı yöntemler kullanarak 10 yılın altına düşen sürelerde gerçekleştirir hale geldiler. Darbelerle ulus devletin ömrü uzatılmaya çalışılmaktadır Yapılan bu darbelerlerle ulus devletin ömrünü uzatmak için sistemi restore etme çabaları içerisine girdiler. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile yapmak istedikleri de bundan başka bir şey değildir. 12 Eylül’den sonra da darbe mekaniği işlemeye devam etti. Turgut Özal ve ona yakın olan asker-sivil bürokrasi içerisinde öne çıkanların öldürülmesi, 28 Şubat post modern darbesi, 2001’de Ecevit hükümetinin erken seçime ve istifaya zorlanması, 15 Temmuz 2015 Hakan Fidan, Tayyip Erdoğan ve Hulusi Akar provokasyonu, İkinci Şark Islahat Planı olarak uygulamaya konulan adı ‘Çöktürme’ olarak anılan, sadece Bakurê Kurdistan’a değil tüm Kürdistan’a ve yurtdışında yaşayan Kürtlere karşı geliştirilen soykırım planı vb bunlar içerisinde yer almıştır. Bunların hepsi, ulus devletin ömrünü biraz daha uzatmak için atılan adımlar olarak tarihe geçmiştir. Ulus devletin bunalımının derinleştiği günümüzde de aynı politikada ısrar edilmektedir. Hatta önceki dönemlerden kendilerine göre çıkardıkları sonuçlardan da hareketle toplum kırıma varan özel-kirli savaş stratejisine dayalı soykırım saldırıları devreye konulmuştur. Türk-İslam sentezi adı altında İslam yorumlanarak, tahribata uğratılarak ve özünden saptırılarak, kendilerine göre bir İslam oluşturmak istenmektedirler. Bugün Türkiye’de Erdoğan ve Bahçeli’nin yapmak istediği ve Müslüman halklara dayattığı da bundan başka bir şey değildir. Adeta Müslüman dünyasına adını Türk-İslam sentezi olarak koydukları ‘dinlerini’ benimseterek, egemenliklerini kabul ettirmek istemektedirler. Açıktan destekledikleri DAİŞ, Cephet El Nusra vb çetelerle, Müslüman Kardeşler ve Katar’la geliştirdiği ilişkilerle, Ermenistan sınırından Libya’ya kadar geniş bir coğrafyada devreye konulan yağma, talan, çapul politikasıyla komşu hakların toprakları işgal edilmeye, zenginlik ve enerji kaynakları talan edilmeye çalışılmaktadır. Bunu sağlamak için de toplum militarize edilerek üretim dışı ve savaşla beslenen saldırgan, faşist bir nesil oluşturma hedefiyle hareket edilmektedir. İttihat Terakki liderleri de benzeri politikaları devreye koyarak, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na katılmasını sağlamıştı. Ancak sonuç hiçte İttihat Terakki liderlerinin düşündüğü gibi olmadı. İmparatorluğun bunalımı çöküşle sonuçlandı. Hayaller suya düştü. İttihat Terakki’nin liderlerinin her biri bir yere savruldu. TC ulus devletinin günümüzdeki liderleri de onların izlediği yoldan yürüyorlar. Bununla da tarihi yeniden yazarak, kaderlerini değiştireceklerini sandılar. Ama olmadı. Aksine bunalım daha da derinleşti, yok oluş süreci hızlandı ve ellerinde yapacakları bir şeyleri kalmadı. Şimdi, çözümsüzlük batağında debelenirken karşılaşacakları sonu bekleyerek, İttihat Terakki liderlerinin yaşadıklarından daha zor bir sonun eşiğindedirler. Fakat bu sonu daha erken getirecek olan Kürt halkının başta Türkiye’deki demokratik, özgürlükçü kesimlerle, Arap halkı ve bölge halklarıyla Önder Apo’nun Demokratik Ulus ve Demokratik Ortadoğu Devrimi perspektifi temelinde geliştireceği güçlü ittifaklar ve ortak mücadelesi olacaktır. | ||
© 2021 Serxwebûn |