Sal: 40 / Hejmar: 470 / Sibat 2021
Kapitalizme karşı mücadele en geniş cepheye kavuşmuşturHezîran 2020
Cemil Bayık Koronavirüs gündemi devam ediyor. Bununla ilgili birçok değerlendirme, analiz yapıldı, tartışmalar gerçekleşti, makaleler yazıldı. Daha da fazla yazılmaya devam ediliyor. Yine Koronavirüsün toplum yaşamı üzerinde yarattığı etki, bu yaşamın ortaya çıkardığı sonuçlar tartışılıyor. Anlaşılıyor ki, Koronavirüs üzerinde değerlendirmeler, çözümlemeler bir süre daha devam edecek. Yine Koronavirüs döneminin yaşamını konu alan edebiyat, sanatsal çalışmalar da ortaya çıkacaktır. Şimdiden bunun ipuçlarını görüyoruz. Ancak her şeyden önce şunu belirtmek gerekiyor: Koronavirüs değerlendirmesi yaparken bunu kapitalizmden, kapitalist moderniteden ve onun üretim biçimi endüstriyalizmden ayrı değerlendirmek büyük yanılgılara yol açar. Bu açıdan bir bütün olarak kapitalizmi, kapitalist moderniteyi ve onun üretim biçimini sorgulamak gerekiyor. Doğaya, insana, sağlığa yaklaşımını sorgulamak gerekiyor. Böyle bütünlüklü bir değerlendirme olursa o zaman Koronavirüsle ilgili doğru bir yaklaşım gösterilmiş olur. Koronavirüsü tekil bir olay olarak değerlendirmemek lazım. Bu sistem bugün Koronavirüsü çıkarmıştır. Bugün Covit-19’dur, yarın 20’si, 30’u, 40’ı, daha tehlikeli ve yıkıcı salgın hastalıklar gündeme gelebilir. Kapitalist modernitenin ve onun üretim biçiminin böyle bir potansiyeli var. Bu açıdan sorunu sadece Covit-19’la sınırlı görmek, Koronavirüs zamanı olarak değerlendirmek yetersiz kalır. Belki yakında bunun aşısı bulunur. Bunun insan ölümleri üzerindeki etkisi sınırlanır ama yarın daha tehlikelileri ve artık aşıların bile etkili olamayacağı hastalıklar ortaya çıkabilir. Bu yönüyle kapitalist modernitenin sorgulanması gerekiyor. Onun gelecekte nasıl olumsuzluklar ortaya çıkaracağını, insanlığı ve toplumu nelerle karşı karşıya getireceğini ortaya koymak gerekiyor. Kapitalist toplumun zihniyeti, burjuvazinin ve yarattığı bireyin zihniyeti anı yaşamaktır, sadece bugünü düşünmektir. Kapitalistler, bugün yapacağı sömürüyü düşünür. Gelecek kuşakları, toplumları düşünmez. Bugünün bireyi de böyledir. Eski çağların bireyleri gelecek kuşakları, insanlığın geleceğini düşünürdü. İnançlı toplumlardı, gelecekte tanrı karşısında hesap vermeyi düşünürlerdir. Aslında gelecekte tanrı karşısında hesap verme düşüncesi teolojik olarak değerlendirildiğinde, sosyal yaşamla bağı irdelendiğinde bunun gelecek kuşaklar ve insanlık değerleri karşısında bir hesap verme olduğu rahatlıkla görülür. Ama kapitalist modernitenin, kapitalist modernist bireyin böyle kaygıları yoktur. Onun için geçmiş de gelecek de yoktur, bugün vardır. Bu yönüyle geleceği düşünmez ama bizler, insanlığı düşünenler Koronavirüs belası ekseninde daha kapsamlı tartışmalı ve değerlendirmeler yapmalıyız. İnsanlığın geleceğinin nereye doğru gittiğini görüp bunun için tedbirler almalıyız. Bunun sorumluluğu bizlere düşmektedir. Bizler sadece bugünün sorumluluğunu taşımıyoruz. Gelecek kuşakların sorumluluğunu da taşıyoruz. Bir musibet bin nasihatten iyidir, derler. Şimdi Koronavirüsün ortaya çıkardığı sonuçlara bakarak, bunun nerden kaynaklandığını görüp gelecek için ne gibi tehlikeleri yaratacağını gözler önüne sererek değerlendirmelerimizi kapsamlı yapmak, sonuçlarını ve tedbirlerini ortaya koymak açısından önemlidir. Kapitalizm toplum ve insan düşmanıdır Koronavirüsün nasıl çıktığı konusunda birçok tartışma yapıldı. Çin ABD’yi, ABD de Çin’i suçladı. ABD, Çin’deki laboratuvarlardan ortaya çıktığını söyledi. Yine dünyada kapitalist güçler arasında süren bir savaşın sonucu olduğu belirtildi. Kapitalist odakların birbirlerine karşı kullandıkları biyolojik bir silah olarak ortaya atıldığı söylendi. Bunlar doğrulanmamış spekülatif haberlerdir. Doğrulansa da kapitalist zihniyet ve rekabetten kaynaklandığı, bunun da kapitalizmin sonucu olduğunu görmek, böyle değerlendirmek ve ele almak gerekir. Bu çerçevede kapitalizmin toplumlar için gereksiz ve yük olduğu, toplumların böyle bir zihniyet yaratan anlayış ve sistemden kurtulması gerektiği ortaya konulmalıdır. Esas olan şudur: Kapitalizmin kendisi zaten hastalıklıdır. Kapitalizmin kendisi toplum ve insan düşmanıdır. Kapitalizm ister yaşamda, ister üretimde olsun, ne olursa olsun toplumu düşünmez, azami kârını düşünür. Buna göre bir yaşam ve üretim örgütler, buna göre bir eğitim, basın, kültür-sanat faaliyeti düzenler. Onun tek derdi her şeyin kârının hizmetine koşulmasıdır. Bu yönüyle toplum, kapitalizmin modernitesinden kurtulmak durumundadır. Sadece toplum üzerinde değil, insanın ilk toplumsal yaşamdan bugüne oluşturduğu değerler üzerinde yarattığı tahribatlar düşünüldüğünde kapitalizmin tüm topluma ve insanlığa karşı bir savaş ve düşmanlık olduğunu rahatlıkla görmek mümkündür. Bu temelde de bu sistemin gereksiz olduğu ve aşılması için de mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamak gerekir. Somut Koronavirüs gerçeğinde şunu özellikle vurgulamak gerekiyor; kapitalizmin üretim biçimi endüstriyalizm her türlü salgın hastalığı, mikrobu, öldürücü hastalıkları üretir. Bırakalım insanların ölümünü ve yok edilmesini, doğadaki tüm evrim halkalarını kopararak hem doğayı, hem insanlığı, tüm canlıları yok edebilecek sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bugün bunlar hemen ortaya çıkmıyorsa, bugün yarattığı tahribatlar sınırlı görülüyorsa bu tehlikenin büyük olmadığını göstermez. Tabii ki doğayı, toplumu birden ortadan kaldırması söz konusu değil. Adım adım doğayı bitiriyor. Adım adım salgın ve öldürücü hastalık zeminlerini geliştiriyor, güçlendiriyor. Bu açıdan da tehlike büyüktür. Kanser hastalığı modern dönemin, kapitalizm hastalığıdır, denilmiyor mu? En fazla da kapitalizm döneminde ortaya çıktı. Kapitalizm döneminde yeni yeni hastalıklar türüyor. Bunları bilim insanları söylüyor. Daha önceden görülmeyen türden hastalıklar, fiziki, psikolojik hastalıklar olduğu söyleniyor. Şimdi bunlar gelecekte de daha da artacak ve tehlikeli hale gelecektir. Bu yönüyle Koronavirüsün ortaya çıkmasını da kapitalizmin, sistemin üretim biçiminin doğasında görmek lazım. Güçlerin birbirlerine karşı biyolojik silah kullanması ise kapitalist güçlerin kendi aralarındaki mücadele sonucu kullanılan bir yöntem olabilir. Bu tür yöntemler de kullanabilirler. Zaten kapitalist ülkeler birbirlerine karşı ellerinin altında biyolojik, kimyasal ve nükleer silahlar tutuyorlar. Bu ayrı bir durum. Ama endüstriyalizmin, kapitalizmin bu tür hastalıkları çıkardığını, çıkaracağını ortaya koymak da ayrı bir durumdur. Esas tehlike kapitalizmin doğasının bu karakterinden kaynaklanıyor. Ya da Koronavirüsle ilgili değerlendirmeler yaparken esas olarak kapitalist üretim biçiminin ve kapitalizmin bu karakterinden yola çıkmak gerekir. Kapitalizmi esas olarak buradan analiz etmek ve mahkum etmek, gereksizliğini ortaya koymak gerekiyor. Ve bu temelde insanlığı örgütleyerek kapitalizme karşı topyekûn bir mücadele içine sokmak gerekiyor. Koronavirüsün ortaya çıkardıkları çerçevesinde böyle bir yaklaşımın geliştirilmesi önemlidir. Koronavirüs salgını kapitalizmle ilgili tartışmaları yoğunlaştırmıştır Koronavirüsle birlikte kapitalizme karşı ortaya konulan tutum dönemsel olmamalıdır. Bu artık kapitalizmin ortadan kaldırılana kadar ortaya konulması, toplumun bu temelde mücadeleye sevk edilmesi gereken bir durum oluyor. Yoksa Çin mi, ABD mi çıkardı konuları etrafında durmak esas gerçeği saptırmaya da yol açabilir. Çin ve ABD inkar ediyor. Öte yandan kanıtlanmadığı müddetçe de farklı bir şey söylemek mümkün değil. Ama ortada bir hastalık, bir salgın var, insanlığı öldüren, yaşamına büyük zararlar veren bir gerçeklik var. Bu açıdan Koronavirüs salgını süreci insanlık için büyük bir uyarıcı olmuştur. Bu yönüyle kapitalizmle ilgili değerlendirmeleri güncellemiş, yoğunlaştırmıştır. Her işte bir hayır vardır, denilir. Bu salgının yarattığı ortamı da kapitalizmi teşhir ederek, toplum düşmanı olduğunu ortaya koyarak hayırlara vesile etmek mümkündür. Nitekim kapitalist moderniteyi sorgulama konusunda önemli bir süreç yaşandı. Öte yandan eskiden kapitalizm daha çok artı-değer ve bunun sömürüsü üzerinden değerlendirilirdi. Endüstriyalizm boyutu, üretim biçiminin insanlık dışı karakteri yeterince vurgulanmazdı. Kuşkusuz 20. yüzyılın son çeyreğinden başlamak üzere kapitalizmin üretim biçimine karşı, çevreye verdiği zararlara karşı belli bir bilinç, örgütlenme ve mücadele ortaya çıktı ama yine de bu mücadelenin teorik, ideolojik ve örgütlenme temelleri yetersizdi. Bu nedenle mücadele yöntemleri sınırlı sonuç alıyordu. Covit-19’la birlikte bu durum değişti. Gerçekten de kapitalizmin bir de endüstriyalizm boyutu çok güçlü sorgulanmaya başlandı. Bilindiği gibi kapitalizme karşı ilk sistemli ideolojik-teorik duruş Marks ve Engels’ten geldi. Pratik olarak da Lenin bunu bir mücadeleye çevirdi ve devrim gerçekleştirdi. Ama bunları yaparken kapitalizmin üretim biçiminin bilim ve tekniği insanlık ve doğa dışı kullanmasına karşı bir tutum alınmadı. Hatta sosyalizmin esas olarak elektrifikasyonla gelişeceği, bilim-tekniğin çok yaygın biçimde üretimde kullanıldığı bir sistem geliştirildi. Bu yönüyle de reel sosyalizm pratiğinde, kapitalizmden daha yoğun biçimde doğaya zarar veren bir anlayış ortaya çıktı. İşte Sovyetlerin son dönemlerinde, tedbirsizliğinden dolayı Çernobil faciası yaşandı. Özcesi kapitalizme karşı bir mücadele vardı ama bunun endüstriyalizm boyutuna, onun üretim biçiminin doğayı, çevreyi tahrip etmesine karşı yetersiz yaklaşım gösteriliyordu. Bu salgınla birlikte başta sosyalistler, anti-kapitalistler olmak üzere tüm insanlık kapitalizmin endüstriyalizm boyutunu sorgulamaya başladı. Geçmişte endüstriyalizm boyutunu çok önemsemeyen sosyalist kesimler, anti-kapitalistler bu konuya daha da fazla ağırlık vermeye başladılar. Böylece kapitalizme karşı mücadeleye çok güçlü yeni bir boyut eklendi. Eskiden de vardı ama bu güçlendirildi. Artık kapitalizmin sadece işçilerin ve emeğin sömürülmesine karşı değil, doğayı yıkmasına, bütün insanlık için tehdit haline gelmesine karşı bir bilinç ve mücadele zemini ortaya çıktı. Kuşkusuz bu salgın hastalık en fazla yoksulları etkiliyor, vuruyor ve öldürüyor. Zenginler tedbirlerini alıyor ve en az zenginler zarar görüyor. Ama yine de salgının tüm insanlığı tehdit eden boyutu olduğundan daha geniş bir toplumsal tepki cephesini ortaya çıkardığını belirtebiliriz. Son 6 aylık salgın sürecinde Koronavirüs konusunda önemli bir bilinç, değerlendirme ve tutum ortaya çıktı. İkinci önemli bir bilinç ortaya çıkarması ise; kapitalist devletlerin bu salgın sürecine nasıl yaklaştıkları, bu salgın sürecini nasıl değerlendirdikleri konusunda oldu. Devletlerin bu yaklaşımının toplum üzerinde yarattığı etkiler konusunda oldu. Devletler açık ya da örtülü sürü bağışıklığı politikasını esas aldılar Bu salgın hastalık ortaya çıkınca kapitalist devletçi sistemin merkezleri olan ABD ve İngiltere, esas olarak üretimi ve sömürünün kesintiye uğramamasını esas alan bir yaklaşımla sürü bağışıklığı yaklaşımı göstereceklerini belirttiler. Yani hastalıkla yan yana yaşama, bu yönüyle ‘ölen ölsün kalan sağlar bizimdir’ ya da ‘zayıflar ölür güçlüler ayakta kalır’ gibi bir yaklaşım benimsediler. Ama insanlık, toplum eski düzeyde olmadığı için bu tür yaklaşımlara karşı tepki gecikmedi. Bu güçler tepkiler karşısında bu politikalarından vazgeçtiklerini açıkladılar. Daha doğrusu önceden açıktan dillendirirken, toplumun tepkisini dikkate alarak bu politikayı gizliden yürütmeye başladılar. Avrupa’da ilk başlarda insan sağlığını düşünen çeşitli değerlendirmeler oldu. Avrupa’da bu yönlü tedbirler aldılar ama zamanla o tedbirlerin kapitalist sisteme zarar vereceğini, sistemin çökeceğini düşünerek normalleşme adımı altında giderek hastalıkla yan yana yaşama politikasını benimsediler. Dünya genelinde böyle bir yaklaşımın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Türk devleti baştan itibaren İngiltere ve ABD’nin belirttiği sürü bağışıklığı sistemini uyguladı. Türkiye ismine sürü bağışıklığı demedi ama izlediği politika tamamen ABD ve İngiltere’nin bahsettiği sürü bağışıklığı biçiminde oldu. Bunu da başından itibaren sürdürdü. Türkiye hiçbir biçimde insan sağlığını düşünen bir yaklaşım içinde olmadı. İki yönlü yalaştı: Birincisi; bu salgın dönemini toplumda gelişen mücadeleyi durdurmak için bir fırsat olarak değerlendirdi, Kürt halkının mücadelesini durdurmak için kullandı. Diğer taraftan da kapitalist sömürüsünü sürdürme temelinde bir politik yaklaşım ve uygulama içinde oldu. Tamamen bir özel savaş aracı haline getirdi. Ne kadar hasta açıklanacağı ne kadar ölümün kamuoyuna yansıtılacağı bu özel savaş merkezi tarafından belirlendi. Hala da benzer bir politikayla salgın hastalık süreci iktidarın çıkarları doğrultusunda yönetilmeye çalışılmaktadır. Bu salgın sürecinin ortaya çıktığı dönemin de dikkatle irdelenmesi gerekiyor. Son yıllarda dünya genelinde kapitalist sömürüye, devletçi sisteme, baskıya karşı tepki gelişiyordu. İnsanlık artık kapitalist sömürü altında yaşamak istemiyor, bu devlet sistemi ve sömürü çarkına toplumsal muhalefet gelişiyordu. Öte yandan kapitalizmin doğasında var olan kriz derinleşiyordu. Kapitalist güçler de bu krizi yine halkın sırtına yükleyerek, sömürülerini artırarak krizden çıkmaya çalışıyorlardı. Nitekim son yıllarda bütün kapitalist ülkelerde sağ partilerin iktidara gelmesi kapitalizmin yaşadığı kriz sonucudur. Kapitalizmin yaşadığı krize sosyal demokrat ve liberal iktidarlar çözüm bulamıyorlar. Kapitalist ülkelerde tekeller, burjuvazi bu krizini aşmak için sağ partileri iktidara getirdiler. Bu aslında tamamen kapitalizmin krizinin derinliğiyle ilgilidir. Şu bir gerçektir; kapitalizmin krizinin derin yaşanmadığı, kapitalizmin belli düzeyde gelişme ortaya çıkardığı, kapitalizmin krizinin ağır olmadığı, bu yönüyle de topluma yansımasının da fazla olmadığı dönemler sosyal demokrat, liberal iktidarlar söz konusu olurdu. Çünkü; böyle dönemlerde kapitalizmin kendisini en güvende hissettiği iktidarlar liberal ve sosyal demokrat iktidarlardır. Ama krize girdiği dönemler ise sağ iktidarlar devreye girer. Bu kapitalist modernitenin siyasal yaklaşımıdır. Bir başka deyişle kapitalist sistemde siyasal diyalektik böyle işliyor. Sokağa çıkma yasaklarını sağlık için değil toplumun mücadelesini engellemek için uyguladılar Koronavirüs de kapitalizmin krizinin derinleştiği bir dönemde ortaya çıktı. Sağ partiler toplumu bastırmak, taleplerini sınırlamak, böylelikle kapitalizmin sorunlarını toplum üzerine yıkmak için iktidara geliyordu. İşte böyle iktidarlarla kapitalist ülkeler toplumsal muhalefeti daha da susturmak, toplumun mücadelesini engellemek, toplumu tümden mücadeleden alıkoyarak sokağa çıkamaz, örgütlenemez, eylem yapamaz hale getirerek kapitalizmin krizini atlatma yoluna gittiler. Salgın sürecine de böyle yaklaştılar. İnsan sağlığını düşünme, bu salgını önleme, etkisizleştirme değil de sömürüyü artırma, toplumun mücadelesini engelleme, kapitalizme karşı toplumda gelişen tepkiyi etkisizleştirme doğrultusunda politika izlendi. Sokağa çıkma yasaklarını da, esas olarak sağlık açısından değil toplumun mücadelesini engellemek için aldılar. Esas kaygıları toplumun örgütlenmesini ve mücadelesini engelleme yönlüydü. Hastalığı önleme tedbirleri kılıfı altında toplumu örgütsüz ve eylemsiz bırakıp, toplumu daha rahat yöneten, sömüren bir ortam elde etmeye çalıştılar. Özellikle krizin derinleştiği ülkeler, halkın mücadelesi ve tepkileri karşısında sallanan iktidarlar pandemi sürecini daha fazla bu yönlü kullanmaya çalıştılar. Kuşkusuz Koronavirüs salgınında yaygın ölümler de yaşandı. Bu nedenle bu hastalığı önlemek için tedbirler de gündeme geldi, gerekli hale geldi. Özellikle İtalya’da, İspanya’da salgının çok yoğunlaşması böyle bir durumu zorunlu kıldı. Ancak bir taraftan halkın duyarlılığı, tepkisi ve toplumun bu salgın karşısında tedbir beklentisi karşısında kapitalistler böyle bir çabayı göstermek zorunda kalırken, diğer yandan esas kaygıları salgın ortamında üretimi artırma, sömürüyü sürdürme doğrultusunda oldu. Bu yönüyle de kapitalist modernitenin merkezleri olan ABD ve İngiltere’nin dillendirdiği sürü bağışıklığı sistemini pratikleştirme ve meşrulaştırma yoğunlaşması içinde oldular. Bu konuda kendi içlerinde yoğun tartışma ve değerlendirmeler yaptılar. Tüm kapitalist ülkelerle bu konuda diyalog içinde oldular. Devletlerin bir diğer yaklaşımı da salgın sürecinde bu çerçevede oldu. Kapitalist modernist güçler, devletler bu krizi sadece ülkeleri içinde değerlendirme yaklaşımı içine girmediler, uluslararası alanda konumlarını güçlendirme, bu salgın sürecini avantaja çevirme çabası içinde oldular. Şu bir gerçek; kapitalist güçlerin bu salgına, hastalığa yaklaşımı nasıl olursa olsun, bir ekonomik sarsıntı ve kriz yaşandı. Her krizi kendi hanesine pozitif puan olarak yazmayı öğrenen liberal ekonomi bu krizi de fırsata dönüştürmeyi ve toplumları aldatmayı esas aldı. Her krizde nasıl ki zayıf ve güçsüz olanlar altta kalır, güçlü olanlar daha fazla güçlenip büyürken, bütün krizlerde yaşanan bu durum Koronavirüs döneminde de yaşandı. Bu dönemde de kriz toplumu ve küçük işletmeleri olumsuz etkilerken, büyük sermaye sahipleri ve tekellerin kazançlı çıktığı bir süreç yaşandı. Her ülke içinde böyle bir durum ortaya çıkarken uluslararası alanda da ekonomik olarak büyük ve gelişme ivmesi olan devletler diğer kapitalist ülkeleri daha fazla geride bırakarak, aradaki farkları daha da açarak bu süreçten yararlanmak istediler, hatta yararlandılar. Bu bakımdan bu kriz sürecinde en fazla da, yükselişe geçen Çin’in, yine belli bir gücü olan ABD’nin kazançlı çıkacağı, diğer ülkelerin; özellikle gelişmekte olan ülkelerin büyük bir zarar göreceği değerlendirmeleri yapılmaktadır. Bu değerlendirmeler aslında bütün kriz dönemlerinde ortaya çıkan sonuçtur. Bu Koronavirüs salgın krizinde de böyle olacağını, olduğunu söylemek gerekir. ABD-Çin mücadelesi bu süreçte daha da arttı Çin’le ABD arasındaki Koronavirüs konusunda birbirini suçlama tutumu bir yönüyle bu salgınla ilişkiliyken, esas olarak bu iki güç arasındaki ekonomik rekabetin ve bu temelde siyasi güç mücadelesiyle ilgilidir. Bu krizden kimin daha fazla kazançlı çıkacağıya ilgilidir. Yoksa sadece, bu hastalık Çin’den mi, ABD’den mi çıktı çatışması değildir. Ya da çatışmanın büyüklüğü Koronavirüs salgını ile ilgili değildir. Nitekim şimdiden değerlendirmeler yapılıyor. Çin’in bu salgın sürecinden daha fazla kazançlı çıkacağı söyleniyor. Tabii kriminal olaylarda suçluyu bulmak için kim daha fazla yararlanıyor biçiminde soru sorulur ve cevap genellikle suçluyu gösterir. Sonuca bakarak bundan Çin yararlanmışsa Çin’in, ABD yararlanmışsa ABD’nin çıkardığı söylenebilir. Biz bu değerlendirmelerden bağımsız olarak kapitalizmin kriz dönemlerini aynı zamanda tekellerin savaş dönemi, büyük kapitalist ülkelerin birbirleriyle mücadele dönemleri olarak değerlendirdiğimizden ABD-Çin mücadelesinin bu süreçte daha da arttığını söyleyebiliriz. Özellikle salgının yaygınlaştığı dönemde Çin’in salgını belli düzeyde kontrol altına alması ve bu temelde bütün kapitalistlerin uyguladığı sürü bağışıklığı sistemine erkenden geçmesi Çin’i bu süreçte avantajlı kılmıştır. Gelişmeler ve değerlendirmeler bunu göstermektedir. Öte yandan kimin kazançlı çıkacağı konusu bu süreçte kim daha iyi yönetti ve yönlendirdi sorusunun cevabıyla da bağlantılıdır. Krizleri yönetme ve yönlendirme de önemlidir. Koronavirüs salgınıyla birlikte bu kriz yeni boyutlar kazandı. Böyle bir durumda kim daha iyi yönetti, yönlendirdi sorusunun cevabı, hangi ülkenin bu işten kazançlı çıktığı sorusuna da cevap olacaktır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; ABD, bu krizi çok iyi yönetemedi. Kapitalist sistemin iki büyük gücü olan ABD ve Çin’in mücadelesi ele alındığında, bu krizi Çin’in daha iyi yönettiği, daha az zararla atlattığı ve böylelikle kriz sürecinden kazançlı çıktığı değerlendirmesi yapılabilir. En azından dışa yansıyanlar, Çin’in bu kriz sürecini kendi çıkarına daha iyi yönettiğini göstermektedir. Bu yönetim tarzıyla da, bu krizden kendisini güçlendirerek çıkacağı görülmektedir. Diğer yandan Almanya’nın da bu süreci iyi yürüttüğü söylenmektedir. Yansıyanlar Almanya’nın salgın döneminde krizi iyi yönettiği yönündedir. Ortaya çıkan, kapitalizmin krizli koşullarında kendi tekellerini güçlendirdiği ve kendi tekellerinin zarar görmemesi için gerekli tedbirleri aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim kriz ortaya çıktığında bu krizin kapitalizme yansıyacağı görülüyordu. Çünkü; salgın döneminde tüketim azaldı. Kapitalizm ise tüketim demektir. Tüketim varsa kapitalizm yaşayabilir. Toplum sağlığını dikkate alınca, eve kapanınca tüketim azaldı. Bir nevi kapitalizmin alışverişi, yani para döngüsü durdu. Tüm bunlar kapitalist işletmeleri etkileyen temel etkenler oldu. Bu durum karşısında Almanya hemen müdahale etti. Kendi tekellerine, kendi ekonomik işletmelerine sermaye akıttı. Dünyada bütün tekeller, bütün üretim güçleri salgın hastalıktan etkilenecekti. Çünkü; tüketimin azalması demek hepsinin etkilenmesi demektir. Bu süreçte Almanya kendi işletmelerinin ve sermayesinin daha az etkilenmesi doğrultusunda en erken tedbir alan ülkelerden oldu. Bu da Almanya’nın, Alman sermayesinin böyle bir süreçten daha az zararla çıkmasını sağladığını ve diğer kapitalist ülkelerle, tekellerle rekabette de kendini avantajlı duruma getirecek bir duruma kavuştuğu söylenebilir. Herhalde kapitalist ülkelerden hangisi daha kârlı, hangisi daha zararlı çıktı sorusuna önümüzdeki birkaç yılda daha net cevap bulacağız. Yani bu sürecin sonuçları birkaç yıl sonra daha net ortaya çıkacaktır. Şu anda hangi ülke daha fazla güçlendi, hangisi daha fazla zayıfladı sorusuna net cevap vermek için erken olabilir. Kriz dönemi rejimlerin daha fazla otoriterleşmesini beraberinde getirmektedir Kriz dönemlerindeki güçler arasındaki mücadele, doğrudan siyasal gelişmeleri de yakından etkiler. Kriz sürecindeki mücadele ve krizden kazançlı çıkma çabaları da devletleri daha fazla otoriterleşme, sağ iktidarların daha fazla kendini dayattığı siyasal süreçler ortaya çıkarır. Zaten kapitalizm krizdeydi, sağ iktidarlar, otoriter rejimler devredeydi. Kriz dönemi rejimlerin daha fazla otoriterleşmesini beraberinde getirmektedir. Kapitalizmin krizini yaşayan ülkeler salgın döneminde açık dillendirmeseler de böyle bir eğilim içinde oldular. Kapitalizmin, sömürünün doğası bunu gerektiriyor. Kapitalist ülkeler ve tekeller arasındaki mücadele bunu gerektiriyor. Bu mücadelede her devlet, her tekel kazançlı çıkmak için otoriter siyasete ihtiyaç duyar. Hiçbir muhalefetin olmaması, muhalefetin olmadığı ortamda rakipleriyle mücadele etmek ister. Bu da tabii ki, salgın döneminde sağ, faşist ve otoriter iktidarların daha fazla kendini göstermesine yol açar. Zaten birçok yerde sağ iktidarlar vardı. Bunlar daha da kendilerini dayatacaklardır. Bu eğilim kapitalistlerin isteği ve düşüncesi olsa da artık eskisi gibi tepkisiz, muhalefetsiz bu tür süreçleri karşılamaları söz konusu değildir. Öte yandan kapitalizmin krizi halkların tepkilerini, örgütlülüğünü ve mücadelesini de ortaya çıkarmaktadır. Halklar da artık kapitalizmin krizinin kendi sırtlarına yıkılmasını istemiyor. Günümüzde giderek bütün ülkelerde sosyal uçurum artıyor. Zenginle fakir arasındaki gelir farkı artıyor. Dünya genelinde de zengin ülkelerle fakir ülkeler arasındaki uçurum artıyor. Bu tabii kavga demektir. Sağ iktidarlar bu krizden çıkmak için baskılarını artırmak isteyeceklerdir. Ama bu aynı zamanda halkların örgütlenmesini ve tepkilerini de beraberinde getirecektir. Bu bakımdan kapitalizmin günümüzdeki kriz dönemlerinde, 19. ve 20. yüzyıldaki kriz dönemleri gibi krizin bütün yükünü halkın sırtına atma, krizden bu şekilde çıkama olanakları yoktur. Kriz yaşandığında sağ güçleri iktidarlara getirme, toplumu tümden baskı altına alma, böylelikle krizden kurtulma yaklaşımı on yıllar öncesi kadar kolay değildir. Bu bakımdan kriz süreçlerinde bir taraftan sağ iktidarlar, eğilimler güçlenirken, diğer taraftan da halkların mücadelesi de güçlendirmektedir. Böyle yeni bir siyasal denklem ortaya çıkmaktadır. Artık kriz dönemlerinde sağ iktidarların toplumu tümden susturup muhalefetsiz bırakma imkanı yoktur. Bu yönüyle de kriz süreçlerinde mücadelenin de karmaşıklaştığını, artık eski kriz dönemlerinde olduğu gibi kapitalist sistemin yürüttüğü politikalar ve elde ettiği sonuçlar yerine mevcut kriz dönemlerinin diyalektiğinin daha farklı işleyeceği, sonuçların da daha farklı ortaya çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Kuşkusuz hala toplumlar yeterli örgütlülüğe, ideolojik ve siyasal öncülüğe sahip değiller. Özellikle de reel sosyalizmin yıkılmasından sonra uzun dönem emekçiler, halklar öncüsüz, ideolojisiz ve örgütsüz kaldı. Bu da kapitalizmin daha rahat yönetmesine, deyim yerindeyse atını koşturmasına fırsat verdi. Ancak bu durum giderek aşılmaktadır. Özellikle Önder Apo’nun kapsamlı reel sosyalizm çözümlemeleri, devlet, iktidar ve kapitalizm çözümlemeleri, bu temelde kapitalizme karşı alternatifini çok sistematik biçimde ortaya koyması, giderek halkların kapitalizme karşı ideolojik, teorik, örgütsel ve eylemsel anlamda silahlanmasına, yani alternatifli hale gelmesine imkan vermektedir. Bunun etkilerini de görüyoruz. Artık kapitalizme karşı geçmiş dönemde alternatif olamayan, tıkanan, krize giren ve dağılan reel sosyalist anlayış yerine, klasik Marksist, Leninist anlayış yerine, daha demokratik ve endüstriyalizme karşı ekolojik karakteri olan, kadın özgürlüğünü esas alan, devlet ve iktidar olmayı hedeflemeyen bir demokratik sosyalist muhalefet giderek gelişmektedir ve gelişecektir. Zaten gerçek demokrasi toplumcudur. Toplumculuk ancak gerçek demokrasiyle söz konusu olabilir. Bu yönüyle toplumcu demokrasi, demokratik toplumculuk, dolayısıyla demokratik sosyalizm kapitalizmin krizinin derinleşmesi ortamında kendini daha fazla alternatif kılmaya, alternatif olmak için örgütlenmeye ve mücadele etmeye başlayacaktır. Kriz karşısında halkların seçeneğini ortaya çıkaran yeni bir mücadele dönemi yaşanacaktır. Bireyin ve toplumun yaşamı ve sağlığı toplumsal yaşam diyalektiği içinde şekillenir Kapitalist modernite, salgını da bahane ederek toplumu eve kapatma, sokağa, meydana çıkarmama ve bu temelde de politikasını engelsiz sürdürme biçiminde değerlendirmeye çalıştı. Her şeyin başı sağlıktır ve sağlık insanlar ve toplumlar için önemlidir. Kapitalizm toplumun bu duyarlılığını kendi çıkarı için kullanmak istedi. Devletler sağlığı gerekçe göstererek üç kişinin bir araya gelmesini engellerken, miting ve protesto yapmasını engellemek isterken, buna sağlık tedbirleriyle meşruiyet kazandırmaya, normalleştirmeye çalışırken bir süre sonra toplumun bu tedbirlere karşı tepki gösterdiği ortaya çıktı. Halk bundan rahatsızlık duymaya başladı. Bir taraftan insanlar, canlılar yaşamın her saatini kapalı bir ortamda geçirmek istemezler. Mevcut sokağa çıkmama, evden çıkmama demek hapishane yaşamı demektir. Hapishane yaşamı da hiçbir biçimde kabul edilemez. Ne kadar imkanı da olsa, ev içinde her türlü imkan da bulunsa, insanlar sosyal varlıktır ve toplumsal faaliyette bulunmak isterler. Dışarda gezmek, hava almak ve insanlarla ilişki kurmak isterler. Topum ve birey sağlığı da böyle bir yaşam içinde gerçekleşir. Bireyin ve toplumun yaşamı ve sağlığı böyle bir toplumsal yaşam diyalektiği içinde şekillenmektedir. Öte yandan halklar kapitalist modernitenin, kapitalizmin toplumu eylemsiz, örgütsüz bırakıp kendi iktidarını dikensiz bir ortamda sürdürmek istediğini görerek tepki göstermişlerdir. Daha ABD’deki büyük protestolar ortaya çıkmadan çeşitli ülkelerde toplum, devletlerin bu tedbirlerine karşı tepki göstermiştir. Salgına karşı mücadelenin, tedbirin böyle olmayacağını, bu tedbir biçiminin sadece sağlık için olmadığını, sağlık bahane gösterilerek kapitalizmin sömürüsünü, baskısını artırmak istediğini görmüşlerdir. Toplumlar yaşanan süreç içinde bu bilinci edinmiş ve tepkilerini ortaya koymaya başlamışlardır. Bu, Brezilya’da, İsveç’te, İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, İsrail’de oldu. Toplumlar giderek devletlerin bu yasağını dinlemedi. Yasağına karşı tepki koydu ve eyleme geçti. Bu açıktan açığa kapitalist modernitenin sürü bağışıklığı temelinde insanların bir kısmını çalıştırırken, bir kısmını da eve tıkaması, eylemsiz ve örgütsüz bırakması kabul edilmedi. Bu salgın dönemi toplumların, bireylerin ruh hali ve tepkisinin neyi kabul edip neyi kabul etmeyeceğini de gözler önüne serdi. Çünkü; topluma şimdiye kadar görmedikleri bir yaşam anlayışı ve biçimi dayatıldı. Bu bir yönüyle toplumun var oluş ve ruhsal sağlığını yaratan yaşam biçiminin sınırlanması, farklı bir yaşam biçiminin dayatılması oldu. Toplum da buna tepki duydu. Toplum aynı zamanda devletin sömürüsüne, baskısına karşı da tutumlarını ortaya koydu. Birçok kesim kendi toplumsal taleplerini çeşitli biçimlerde meydanlara, sokaklara çıkarak gösterdi. İşte bunun zirvesi ABD oldu. Hem de salgının en yoğun olduğu, en fazla ölümün olduğu ülkede insanlar ayağa kalktı. George Floyd adlı siyahinin insanlık dışı bir şekilde katledilmesine tepki ortaya konuldu. Bu büyük bir anlam ifade etti. İnsanların fiziki öldürülmesine karşı çıkıldığı gibi, ırkçılığa, ayrımcılığa ve toplumsal düzeyde öldürülmesine, iradesinin kırılmasına da bir isyan oldu. Bunun kapitalizmin merkezinde olması, özellikle günümüz dünyasında sağ iktidarların temsilcisi olan Trump iktidarına karşı gerçekleşmesi, çok kapsamlı değerlendirilecek bir konudur. Halklar salgın demeden, hastalık demeden sokaklara döküldüler. Çünkü; insanların iradesini tanımayan, insanlara saygılı olmayan, insanları hiçleştiren, ırkçı-faşizan eğilimlerini gösteren, kendilerini insanların üzerinde zulüm mekanizması olarak gören devletler ve iktidarlar altında yaşamanın en kötü ölüm olduğunu görerek meydanlara çıktılar. Covit-19’a rağmen meydanlara çıktılar. Bu açıkça en kötü baskının, zulmün, ölümün devletin ve iktidarların insanları iradesiz kılması ve her şeye boyun eğer hale getirmesi olduğunu ortaya koyarak toplumun ayağa kalkmasıdır. Çünkü; devletlerin dayattığı, insanları aşağılayan, hiçe sayan bir ölümdür. Bu yönüyle de ABD halkının tutumu örnek olmuştur. Topluma ne kadar saldırı olursa olsun binlerce yıllık insanlık vicdanı, kültürü öldürülemez ABD halkının ayağa kalkışında şu gerçek de görülmüştür; kapitalizm ne kadar toplumu dağıtırsa dağıtsın, topluma ne kadar saldırı olursa olsun binlerce yıllık insanlık vicdanı, kültürü öldürülemez. Binlerce yıllık değerlerin, binlerce yılda yaratılmış kültürün, binlerce yılın toplumsallığının, insanın var oluş biçiminin; sadece anı düşünen, günü düşünen, sömürüyü ve baskıyı düşünen, bunun dışında başka bir şey düşünmeyen bir zihniyetten, bir sistemden, bir moderniteden daha güçlü olduğunu, onun tankından topundan, basınından, kültür saldırısından daha güçlü tarihsel temelinin olduğunu ortaya koymuştur. İnsanlığın güçlü bir tarihsel temele, kültür temeline, ahlaka ve vicdana sahip olduğunu, ne kadar saldırı olursa olsun bu vicdanın, ahlakın, toplumsal değerlerin kendi küllerinden kendini yeniden yaratarak ayağa kalkacağını ABD’deki halk isyanı kanıtlamıştır. Bu da çok önemlidir. Bu da kapitalizmin bu kadar saldırısına, toplumu bitirmesine, her türlü silahı elde ederek, her türlü güce kavuşarak toplumda tam hakimiyet kurmasına, dünyanın sonu geldi, en son sistem böyledir, herkes kapitalizme ve onun yaşam biçimine teslim olacak dayatmasına karşı da insanlığın, tarihin, vicdanın, ahlakın ayağa kalkışı olmuştur. Bu, tüm insanlık açısından büyük bir umut demektir. İnsanlığın en fazla bitirildiği yerde, toplumsal değerlerin dibe vurduğu yerde insanlığın ayağa kalkışının olabileceğini göstermektedir. Bu açıdan bu halk ayaklanmasının, isyanın sosyal bilimciler, devrimciler, demokratlar, tarihçiler ve toplum bilimciler tarafından da çok iyi irdelenmesi gerekiyor. İnsanlık tarihinin, insanlığın yarattığı değerlerin geçmiş bir olgu olmadığını ve tarihin aynı zamanda gelecek olduğunu iyi görmeleri gerekiyor. Bu bakımdan Önder Apo’nun “Tarih şimdidir” sözü, anlamını çok güçlü bir biçimde ortaya koymuştur. Yakın zamanda şehit düşen büyük şehidimiz Kasım Yoldaşın tarih kitabını ‘Tarih Şimdidir’ biçiminde adlandırması da bu belirlemenin ne kadar önemli olduğunu, geçmiş tarihin, değerlerin ne kadar güçlü olduğunu, bugüne taşındığını ortaya koymaktadır. Önder Apo’nun Marks’a, Engels’e yaptığı en önemli eleştirilerden biri; sanki ilkel komünal toplumun, o değerlerin tarihte kaldığını, onların devletçi sistemle tümden ortadan kalktığını, devletçi sistemin bu değerleri tümüyle ortadan kaldırdığını düşünmeleridir. Önder Apo bunu büyük bir yanılgı olarak görmüştür. Yani devletçi, sömürücü, baskıcı sistemin karşısında her zaman toplumcu ve komünal değerlerin var olduğunu, devletçi sistemin karşısında her zaman toplumsal değerlerin de mücadele içinde olarak varlığını sürdürdüğünü ortaya koymuştur. Bu yönüyle tarihin sadece egemenlerin, devletlerin tarihi değil, bunun yanında, toplumcu yaşamı ve komünal yaşamı yaşayan, devletten, iktidardan uzak çok geniş bir insan, toplum yaşamının olduğunu tarihsel gerçekliği içinde göstermiştir. Toplumcu değerlerin güçlü biçimde devletçi-sömürücü sistemlerin yanında var olarak bugüne kadar gelmesi, kapitalizmin merkezlerinde toplum, insanlık ne kadar bitirilse bitirilsin son ayaklanmada görüldüğü gibi her fırsatta kendini ortaya koyabildiğini gözler önüne sermiştir. Artık halkların zamanı gelmiştir Bu gerçeklik yeni bir mücadele dalgasının, devrimci dalganın geldiğini göstermektedir. Çünkü; kapitalizm krizdedir. Koronavirüsle bu krizi derinleşmiştir. Artık liberaller, sosyal demokratlar, kapitalizmi iyileştirmek isteyenlerin, sistem içi çözüm bulmak isteyenlerin zamanı geçmiştir. Artık sistem için çözümler bulunamıyor. Bu nedenle sağ iktidarlar gelerek, toplum üzerinde baskı kurarak krizlerini aşmak istemişlerdir. Ama artık liberaller, sosyal demokratlar ve sistemi yumuşatarak çözüm bulmak isteyenlerin zamanı geçtiğine göre, sağ iktidarlar ne kadar zulüm, baskı uygularlarsa uygulasınlar artık sistem içi çözüm bulamayanlar gibi krizi yaratanlar tarafından bu krizin aşılması mümkün olmayacaktır. Bu da yakın gelecekte daha radikal toplumcu çözümlerin, sistem dışı çözümlerin, mücadelelerin gündeme geleceğini göstermektedir. Önümüzdeki yıllar bu karanlık döneme, bu sağ iktidarlara karşı toplumcu devrimcilerin alternatif sistem yaratma mücadelesinin yükseldiği dönemler olacaktır. Belki bugün sağ partiler iktidardadır ama o meşhur deyimde belirtildiği gibi, karanlığın en yoğun olduğu dönem aydınlığa en yakın olduğu dönemdir. Bu sadece fiziki bir olay için geçerli değildir. Bu aynı zamanda evrenin ve toplumsal diyalektiğin işleyişi olmaktadır. Önder Apo’nun vurguladığı gibi, artık halkların zamanı gelmiştir. 5 bin yıllık devletçi ve iktidarcı sistem çökmüştür. Devletçi ve iktidarcı sistemlerin artık toplumlara vereceği bir şey kalmamıştır. 5 bin yıllık devletçi sistemin son temsilcisi ulus devlet de çökmüştür. Kapitalist modernite tüm ağırlığıyla toplum üzerine çöktüğü gibi kapitalist modernitenin temeli olan kapitalist üretim biçimi endüstriyalizm de hem doğa hem toplum sağlığı açısından büyük tehlike haline gelmiştir. Buna karşı da tek çözüm yolu toplumcu demokratik çözüm, demokratik sosyalist çözümdür. İşte kapitalizmin krizi karşısında halkların ayağa kalkışı artık böyle bir çözümün zamanının geldiğini de çok güçlü biçimde ortaya koymaktadır. Bu Koronavirüs kapitalizmin tüm gerçekliğini daha fazla ortaya çıkardığı için, toplumlar bilinçlendiği için önümüzdeki dönem sadece ABD’de değil, her yerde mücadele gelişecektir. Toplum sağlığının bu kadar tehlikeye atıldığı dönemde sağlığın bile alım-satım konusu yapılması, sağlık sisteminin özelleştirilmesi, sağlık kurumlarının en fazla sömürünün derinleştirildiği ve yaygınlaştırıldığı yerler haline getirilmesi, sağlığa yatırım yapan tekellerin en fazla sömürü sağlaması, yani sağlığın en fazla sömürü nesnesi ve konusu haline getirilmesi bile kapitalist sistemin ne kadar gereksiz olduğunu ortaya koymuştur. Bu açıdan toplumun sağlığını alım-satım konusu yapan, bu temelde toplum, insan sağlığını tehlikeye atan bu sisteme karşı Koronavirüs zamanında ortaya çıkan bilinçlenme, Koronavirüs zamanında kapitalizmin bütün gerçekliğinin görülmesi önümüzdeki dönemde halkların kapitalist moderniteye karşı mücadelesinin daha da yükseleceğini müjdelemektedir. Her bakımdan gereksizleşen kapitalizme karşı bütün toplumsal kesimlerin ayağa kalkacağını söylemek gerekiyor. Kapitalizm toplum düşmanı, insanlık düşmanıdır. Bu yönüyle bir avuç tekelci dışında bütün insanlığın bu kapitalizme karşı mücadele etme zemini ve imkanı doğmuştur, bunun bilinci ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle kapitalizme karşı önümüzdeki dönemin yeni bir mücadele dönemi olacağını şimdiden söylemek gerekiyor. Sürü bağışıklığı sistemini ilk günden itibaren uygulayan Türk devleti oldu Koronavirüs salgını döneminde bu süreci tamamıyla iktidarını ayakta tutmak için kullanan, bunun için her yolu mubah gören iktidar, AKP-MHP iktidarı oldu. Şunu söyleyebiliriz; dünyada Koronavirüs zamanını, bu virüsü, bu salgın dönemini sadece ve sadece iktidarını ayakta tutmak için kullanan, bunun için her yol ve yöntemi deneyen tek iktidar AKP-MHP iktidarı oldu. Kuşkusuz diğer kapitalist ülkelerdeki iktidarlar da Koronavirüs zamanını kendi iktidarlarını güçlendirmek, toplumun mücadelesini engellemek ve sömürülerini artırmak için kullandılar. Ama hiçbirisi AKP iktidarı kadar pervasız, ahlaksız, ikiyüzlü bir şekilde hiçbir ahlaki, vicdani değer ve kural tanımayan biçimde kullanmadı. Önceleri Koronavirüs her tarafta yayılırken, ‘bizde yok’ diyerek iktidarlarını başarılı göstermeye çalışır ve bu temelde salgın dönemini kendi iktidarını güçlendirmek için ele alırken, salgın artık durdurulamaz ve açık hale gelince de bu süreci yine kendi iktidarı için kullanma, güçlendirme biçiminde değerlendirmeye çalıştı. Bu salgını iktidarını sürdürme ve kendini bu salgın döneminde avantajlı hale getirme politikası yürüttü. Zaten daha salgının ilk çıktığı günlerde, ‘biz bu işten ekonomik olarak kazançlı çıkacağız, bu salgın bizim için yeni fırsatlar ortaya çıkaracak’ diyerek salgını bile daha fazla rant ve kâr için bir fırsat gördüklerini söylediler. Dünyada, Türkiye’de insanlar ölürken, can derdindeyken bu yönetimin tek düşündüğü şey iktidarını ayakta tutmak ve Türkiye’deki çıkar çevrelerinin, burjuvazinin, sömürücülerin sömürülerini daha da fazla arttırmak olduğunu herkes gördü. Devletlerin, kapitalist modernitenin ahlakı ve vicdanı yoktur ama bunu bu kadar açık biçimde dillendiren tek devlet Türk devleti, tek iktidar da AKP-MHP iktidarı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumun sağlığını düşünmediğinin en somut biçimi; Koronavirüs Türkiye’de yaygınlaşırken 2 ay boyunca inkar ettiler. Eğer bugün hala Türkiye’de Koronavirüs varsa, vakalar artıyorsa bu politikanın sonucudur. Dikkat edilirse Türkiye’nin çevresindeki ülkelerde azalırken, belli düzeyde kontrol edilirken Türkiye’de hem ölümler fazla oldu hem de hala kontrol edilememiştir. Türkiye’nin çevresindeki Irak, Suriye, Ermenistan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Kıbrıs, Rojava gibi yerlerde Türkiye’den daha az vaka ortaya çıktı. Bunun nedeni Türkiye’nin ilk başta virüsü inkar etmesi ve hiçbir tedbir almamasıdır. Çıktıktan sonra ise yine insan sağlığını düşünmeyen, tamamıyla iktidarını düşünen, kapitalist işletmeleri düşünen yaklaşımları bu durumu ortaya çıkardı. Zaten sürü bağışıklığı sistemini ilk günden itibaren uygulayan Türk devleti oldu. ABD ve İngiltere sürü bağışıklığını dillendirdi ama uygulayamadı. Diğer kapitalist ülkeler de ilk başta sürü bağışıklığını uygulamak istediler ama toplumun tepkisinden dolayı cesaret edemediler. AKP-MHP faşist iktidarı, otoriter rejimi ise başından itibaren toplumun sağlığını değil, ekonomiyi, kapitalist sistemi düşünen sürü bağışıklığı politikasını uyguladı. Türkiye’de başından beri uygulanan sürü bağışıklığıdır. Ama bunu ifade etmediler, dillendirmediler. Fabrikalar hiç durmadı. İşçilere virüs bulaşmaz, zindandakilere virüs bulaşmaz, Kürtlere virüs bulaşmaz, gibi bir yaklaşımla hareket edildi. Esas olarak da AKP iktidarı işçileri çalıştırırken tamamen toplumun bir araya gelmesini engelleyen bir politika izledi. Sokağa çıkma yasakları koydu. Dışarı yasak koymadığı zamanlarda da toplumun bir araya gelmesini engelleyen bir sistem kurdu. Polisini, bekçisini tamamen toplumun örgütlenmesini, bir araya gelmesini engelleyen biçimde kullandı. Sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı ve normale geçildiğini söylediği süreçlerde bile koyduğu kurallarla tamamen insanların bir araya gelmesini, örgütlenmesini engelleyen bir biçimde uygulamalar geliştirdi. Bir taraftan, ‘bizde Koronavirüs kontrol altına alındı, normalleşmeye gidiyoruz’ denildi. Ama sürekli de, ‘tedbir alalım, tedbiri elden bırakmayalım, tehlike geçmemiştir’ söylemiyle Koronavirüsü tamamen toplumun bir araya gelmesini, örgütlenmesini engelleyen bir biçimde kullanmaya devam ettiler. Dikkat edilirse hala Koronavirüsü tehdit olarak kullanıyorlar. Bir taraftan, ‘normalleşme var, bizde ölümler en aza iniyor’ tarzında değerlendirmeler yapılıyor ama diğer taraftan da sürekli demeçlerle, konuşmalarla, kararlarla toplumu hareketsiz bırakan, eve tıkayan, bir araya gelmesini engelleyen tedbirleri de Koronavirüs yeniden çıkmasın, tehlike var, diyerek uygulamaya devam ediyorlar. Bu elbette ki bilinçli yapılıyor. Yaklaşım kesinlikle şudur; yaşamı normalleştirelim, ekonomik faaliyet, alış-veriş sürsün, bu konularda herhangi bir engel olmasın ama diğer taraftan da ‘tehlike var’ diyerek toplumun bir araya gelmesini, örgütlenmesini, yürüyüş yapmasını engelleyen tedbirler sürdürülsün. Böyle bir politika izliyorlar. Bu politikanın amacı başından beri iktidara karşı muhalefeti engellemek, sömürü çarklarını sürdürmek olduğu gibi, şimdi de aynı politika sürdürülmektedir. AKP-MHP iktidarının normalleşme dediği sadece sömürünün engelsiz sürdürülmesidir. Diğer taraftan da toplumun tam bir faşizm cenderesi altına alınması, bir polis devleti haline getirilmesidir. Koronavirüsü insanların yürüyüşüne, konuşmasına, bir araya gelmesine, her şeyine bir müdahale gerekçesi olarak değerlendiriyor, kullanıyor. Nitekim şimdi faşist devlet tüm uygulamalarını, baskısını, müdahalelerini Koronavirüs tedbirleri gerekçesine dayandırıyor ve böylelikle polis devletini artık meydanlarda, sokaklarda evlerde, insanların üzerinde bir denetim sistemi haline getiriyor. Her gün her şehirde mutlaka birilerini tutuklama zindana atma kararı almışlar Bu dönem aynı zamanda keyfi tutuklamaların, soruşturmaların arttığı bir dönem oldu. Neredeyse artık, gözün üzerinde kaş var denilerek insanlar gözaltına alınmakta, sorgulanmaktadır. Gazeteciler, siyasetçiler tutuklanmaktadır. Zaten Kürtlerin tutuklanması normalleştirilmiştir. Sürekli tutuklama yaparak topluma gözdağı verilmekte ve korkutulmaktadır. Sürekli bir korku iklimi sürdürülmektedir. Her gün her şehirde mutlaka birilerini tutuklama, zindana atma kararı almışlar. Özellikle Kürdistan’da uygulanan sistem budur. Baskıyı, zulmü sürdürmek için dünyada görülmemiş bir faşist sistem kurulmuş. Tutuklamaların hiçbir gerekçesi yoktur. Her gün her şehirde mutlaka 5-10 kişi tutuklanacak, topluma gözdağı süreklileştirilecek yönünde alınmış bir karar vardır. Uygulama budur. Bunu Kürt halkının, gençlerin bilmesi lazım. Bu bakımdan bıçağa boyun uzatır gibi tutuklanmayı beklememesi lazım. Zulüm görmeyi beklememesi lazım. Gençler, kadınlar, bütün toplumun bunu bilmesi lazım. Böyle bir düzene ve uygulamaya karşı direnmekten, ayağa kalkmaktan başka çare yoktur. Bunun görülmesi gerekiyor. Uygulanan politika budur. Kuşkusuz soykırımcı faşist iktidarın uygulamalarına toplumda tepki vardır. Toplum artık bu iktidarın gerçeğini görüyor. Bu iktidarın adaletinin, vicdanının kalmadığını, bu iktidarın tek politikasının kendi iktidarını ayakta tutmak ve sömürüsünü sürdürmek olduğunu, bunun için insanlık tarihinde görülmedik uygulamalara başvurduğunu görüyor. Demirci Kawa destanında olduğu gibi zalim Dehak yaşamak için, ayakta kalmak için her gün birkaç gencin beynini yemişse, toplumun beynini yiyerek ayakta kalıyorsa şimdi de benzer biçimde AKP-MHP iktidarı her gün şu kadar Kürt, demokrat tutuklayarak kendini ayakta tutmaya çalışıyor. Mitolojik destanda ortaya konulduğu gibi zalim Dehak gençlerin beynini yiyerek kendini var ediyor ve ayakta tutuyorsa, AKP-MHP iktidarı da şimdi benzer biçimde insanları tutuklayarak, zulüm ederek ayakta kalıyor. Bu uygulamaları zayıf olduğundan yapıyor. AKP-MHP iktidarı en zayıf dönemindedir. Böyle zayıf bir iktidar biraz mücadeleyle yıkılacağını bilir. Bu nedenle biraz mücadele edilmesini bile engellemeye çalışıyor. Bu kadar baskı kurmasının nedeni çok zayıf olmasındandır. En küçük muhalefetin bile ortaya çıkmasını engellemeye çalışıyor. Çünkü; birazcık muhalefet bile sonunu getirecektir. Saldırganlığının zayıflığından ileri geldiği görülmelidir. Öte yandan AKP iktidarı artık parti olmaktan çıkmıştır. Kuruluşunda bu partiyi destekleyenlerin hepsi ayrılmıştır. Artık AKP yoktur. İçinden iki tane parti çıktı ve bunlar aynı zamanda kurucuları. Bu nedenle AKP, iktidarını ayakta tutamıyor. Zaten AKP parti olmaktan çıktığı için, bir çıkar şebekesi, bir avuç insanın iktidar hırsı, belli bir çıkar çevresi ve iktidarı olduğu için, ayakta kalmak için yeni ittifaklara yöneldi. Bu nedenle MHP’yle ittifak yaptı, uzlaştı. Düne kadar birbirine girdikleri Ergenekoncularla uzlaştı. Bütün uzlaşmaları Kürt düşmanlığı üzerinden yaptı. Faşist Erdoğan, ‘Kürt düşmanlığı yaparsam bunları yanıma alırım ve iktidarımı böyle sürdürüm, dedi. Ve şimdi iktidarını böyle sürdürmeye çalışıyor. Erdoğan’ın ve çevresindekilerin Kürt düşmanlığı yapma dışında iktidarlarını sürdürme imkanı kalmadı. Ancak Kürt düşmanlığı yaparsa MHP’nin, Ergenekoncuların, faşist ulusalcıların desteğini alabilir. Ulusalcılar içinde de en faşist ve tamamen Kürt düşmanı olanların desteğini almaktadır. Böyle iktidarda kalabiliyor. Başka türlü iktidarda kalması mümkün değil. Birazcık toplumsal mücadele geliştiği takdirde AKP iktidarı kesinlikle tepe taklak olacaktır AKP ilk dönemlerde olduğu gibi demokrasi, liberalleşme, çeşitli konularda biraz daha yumuşak yaklaşım göstererek iktidarda kalamıyor. Çünkü; toplumun sorunlarını çözemiyor; ne Kürt sorununu ne Alevilerin sorununu ne kadınların sorunlarını çözebiliyor ne de çeşitli liberal kesimlerin beklentilerine cevap verebiliyor. Bu nedenle de sadece Kürt düşmanlığıyla ayakta kalabileceğini gördüğünden, Kürt düşmanlığı temelinde ittifak kurabileceğini gördüğünden tamamen Kürt düşmanı bir iktidar olmuştur. Ancak toplumsal zemini, moral değeri zayıftır ve siyasal zemini kalmamıştır. Çok güçsüz bir iktidardır. Bu yönüyle baskıyı ne kadar sürdürürse sürdürsün iktidarını ayakta tutması kolay değildir. Birazcık mücadele geliştiği takdirde kesinlikle tepe taklak olacaktır. İşte bugün yapılması gereken de o biraz da olsa mücadelenin açığa çıkarılmasıdır. Zaten sallanıyor, toplumsal desteği kalmamış. Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, kültürel yönünü, doğrultusunu belirleyen şehirlerde AKP iktidarı kaybetmiştir. Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasal yönünü İstanbul, İzmir, Çukurova, Ankara gibi yerler belirler. Buralarda AKP kaybetmiştir. Eskiden buralara dayanarak iktidar olunurdu. Zaten Türkiye’de ancak buralara dayanılarak iktidar olunabilir. Şimdi AKP iktidarı buraları kaybetmiştir. Buralarda tabanda AKP iktidarına karşı bir ittifak ortaya çıkmıştır. Kürtler, demokrasi güçleri, emekçiler, kadınlar Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal geleceğini belirleyen bu şehirlerde doğal ittifak haline gelmişlerdir. Bu bakımdan AKP zor ayakta kalıyor. Yoksa CHP muhalefet etmiyor. CHP’nin bir muhalefeti yok. Ama tabanda demokrasi güçlerinin bir araya gelmesi mayalanıyor. AKP oralara nüfuz edemiyor, oradaki toplumu kontrol edemiyor. Bu da AKP-MHP iktidarının sürdürülmesini zorlaştırıyor. Kürdistan’da şu anda tarihin görmediği bir zulüm var. Sadece Bakur’da ya da Türkiye’de Kürtlere baskı yaparak ayakta kalamıyor; bu nedenle Rojava’ya, Başûr’a, Medya Savunma Alanları’na, Şengal’e, Mexmûr-Şehit Rustem Cûdî Kampı’na saldırıyor. Bunları yaparsa Kürt düşmanlarının; MHP’nin, Ergenekonun desteğini alıyor ve böyle ayakta kalmaya çalışıyor. Vatan, millet diyor, milliyetçi duygulara seslenerek ayakta kalmaya çalışıyor. Ancak istediği sonucu alamıyor. Kürt halkını sindirememiştir ve Kürt halkı ayaktadır. Bütün imkanlarını kullanarak gerillayı ezmek ve tasfiye etmek istedi ama gerilla direniyor. Gerilla tüm zorluklara rağmen, düşmanın her türlü karmaşık tekniğine karşı fedaice savaşıyor. Şu anda bir fedai savaşı yürütülüyor. Fedai savaşla direniş sürdürülüyor. Böylelikle Türk devletinin sonu yaklaştırılıyor. Çünkü; bu iktidar zayıf bir iktidardır ve bu zayıf iktidarını sürdüremez. Bu nedenle de kısa sürede sonuç alması gerekiyor. Sonuç alamadığında da devrilip yıkılacaktır. Bu nedenle gerillanın fedaice direnişi çok çok önemlidir. Her türlü saldırıya karşı cevap vermesi, ayakta kalması çok çok önemlidir. Bu bakımdan gerillanın bu dönemdeki direnişinin, mücadelesinin 20 yıl, 30 yıl önceki çok büyük çatışmaların sürdüğü savaştan, direnişten daha anlamlı siyasal sonuçları oluyor. Çünkü; faşist iktidar topyekûn bütün imkanlarıyla tam bir soykırım saldırısı savaşı yürütüyor. Hiçbir iktidarın yapmadığı düzeyde tüm imkanlarını, her şeyini Kürt düşmanlığına seferber ediyor. Sadece Bakur’da değil, Başûr’da, Rojava’da, dünyanın her tarafındaki Kürtlere saldırıyor. Şengal’e, Mexmûr-Şehit Rustem Cûdî kampına saldırıyor. DAİŞ’e karşı mücadelede dünyanın, insanlığın sempatisini, meşruiyetini kazanmış, meşruiyeti ve moral desteği en güçlü ve en haklı olan Êzidî toplumuna saldırıyor. Şengal’e saldırısı bile ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Kuşkusuz bu saldırıları yaparken KDP’nin desteğini alıyor. KDP’nin Türkiye’yle ilişkileri bu saldırıları normalleştiriyor, meşrulaştırıyor. KDP destek vermezse bu saldırıları yapamaz. Şengal’e saldırması onun için yıkım olur. Onun için eğer KDP’nin desteği olmazsa Türk devletinin Şengal’e saldırması; Türkiye’deki bir deyimde olduğu gibi ‘Eceli gelen itin cami duvarına işlemesi’ durumu olurdu. Ama KDP meşrulaştırıyor. Mexmûr’daki mazlum mülteci halk DAİŞ’e karşı direndi. Hatta Hewlêr’in ele geçirilmesini engelleyerek Başûrê Kurdistan’ın DAİŞ tarafından işgal edilmesini önledi. Böyle meşruiyeti, değeri olan bir mülteci kampına bile Türk devletinin saldırması tabii ki KDP’nin Türk devletiyle ilişkileri sonucudur. Gerillanın direnişi tüm işgal alanlarının, sömürgeciliğin mezarlığı haline geleceğini göstermektedir Bu saldırılara gerekçe olarak Kürt düşmanlığı ve işgalciliği değil de PKK’nin varlığı, buraların PKK’ye, Önder Apo’ya sempati duyması gerekçe gösteriyor. Türk devleti bu saldırılarına meşruiyet bulamıyor, normalleştiremiyor ama KDP bu saldırıları meşrulaştırıyor. Aslında Bakur’da da bu kadar Kürt düşmanlığı yapmasında KDP’nin politikalarının etkisi var. Ama bu politikaların da sonuna gelinmiş bulunuyor. Çünkü; Kürt toplumu her yerde direniyor. Şengal’de, Mexmûr’da, Rojava’da, Bakur’da, Başûr’da direniyor, metropollerdeki Kürtler direniyor. Gerilla fedaice direniyor. Her türlü işgal saldırılarına cevap veriyor, işgalcileri rahat bırakmıyor. Mücadeleyi sürdürerek soykırımcı sömürgeci AKP iktidarının ve ittifaklarının sonunu getiriyor. Bu bakımdan gerillanın gösterdiği direniş ve Kürt halkının bu saldırılar karşısında ayakta kalması çok çok değerlidir. Heftanîn’e yönelik işgal harekatı, gerillanın ve Kürt halkının direnişinden ne kadar zorlandıklarını ortaya koymaktadır. Her yerde saldırgan görüldüğü ve teşhir olduğu halde bu saldırıları yürütmesi çok zorlanması sonucudur. Ancak soykırımcı sömürgecilik sonuç alamadıkça bu harekatlarıyla daha fazla bataklığa saplanıyor. Türk devleti saldırılarıyla aslında direniş cephesinin genişlemesini sağlıyor. Hem de gerillanın daha elverişli koşullarda direnmesi ve mücadele etmesi imkanlarını ortaya çıkarıyor. Bu gerçeklik direniş sürdürüldüğü takdirde AKP-MHP faşist iktidarının sonunun da yakın olduğunu gösteriyor. Heftanîn’de gerillanın gösterdiği direniş bu işgale karşı direnişin kesintisiz süreceğini, tüm işgal alanlarının soykırımcı sömürgeciliğin mezarlığı haline geleceğini göstermektedir. Bu işgal harekatları Türk devletini siyasi olarak teşhir ettiğinden ve Kürt halkının öfkesini artırdığından mücadele zemini ve imkanlarını daha da arttıracak, bu da direnişin etkili hale gelmesi ve sonuç almasını sağlayacaktır. HDP, çeşitli çevrelerden çizgisine yönelik yapılan saldırılara kulak asmamalıdır Yakın zamanda HDP’nin yürüyüşü oldu. HDP ağır saldırı altındadır, kapatılmak isteniyor. Zaten fiili olarak kapatılmış durumdadır. Her gün üyeleri tutuklanıyor. Milletvekilleri, belediye eşbaşkanları, yöneticileri zaten zindanda. Aslında tümüyle kapatılmış durumdadır ama, ‘biz parti kapatıyoruz’ durumuna düşmemek için, AKP iktidarı böyle bir söz verdiği için, hatta yakın zamanda mecliste biz parti kapatmıyoruz, parti kapatmasına karşıyız dedikleri için kapatma yerine tamamen işlevsiz hale getirme politikası yürütüyorlar. Bu yönüyle HDP günlük saldırı altındadır ama buna rağmen son yürüyüşte halkın ne kadar HDP’yi desteklediği, moral destek olduğu görüldü. Halk her gittiği yerde büyük bir coşkuyla karşıladı. O coşku toplumun duygusunu ifade ediyor. Belki on binler, yüz binler değildi ama o kalabalık toplumun duygularını, Kürt toplumunun tutumunu ifade ediyordu. Bu bakımdan çok anlamlı ve değerlidir. Koşullar düşünüldüğünde sonuç almıştır. Öte yandan HDP’nin politikasının, çizgisinin ne kadar doğru olduğu açığa çıkmıştır. Artık Türkiye halkına seslenen, Türkiye halkını ve demokrasi güçlerini etkileyen, onlarla buluşan bir HDP gerçeği vardır. Nitekim AKP-MHP faşizmi bütün ittifaklarıyla, basınıyla, özel savaşıyla HDP’ye çok yoğun saldırdığı halde bu yürüyüş sırasında HDP, yetersiz de olsa Türkiye demokrasi güçlerinden, sivil toplum kuruluşlarından, emekçi örgütlerinden, halktan, aydınlardan destek almıştır. Bu çok çok önemli ve değerlidir. HDP’nin direnişinin başarılı ve etkili olmasında bunun da rolü vardır, bu da küçümsenemez. Bu da HDP’nin politikasının diğer başarısıdır. Nasıl ki Kürdistan’da Kürt halkı çok canlı olarak HDP’ye sahip çıkıyorsa, HDP’ye sahip çıkarak özgürlük ve demokrasi mücadelesinden, kimliğinden, özgürlüğünden, öz yönetiminden, özerkliğinden ve özerk yaşamından vazgeçmediğini ortaya koymuşsa; aynı zamanda Türkiye’deki demokrasi güçlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, çeşitli çevrelerin bu yürüyüşe destek vermesi, HDP’nin Türkiye halkıyla buluşmasından önemli bir sonuç aldığını göstermektedir. Bunun ilerde çok önemli siyasal sonuçları olacaktır. Çok önemli gelişmelere zemin sunan bir sonuç olduğu görülecektir. Bu açıdan HDP, çizgisinde ısrar etmeli, çizgisinin doğruluğunu görmeli ve çeşitli çevrelerden HDP çizgisine yönelik saldırılara kulak asmamalıdır. Bunlar MİT’in, Kürt düşmanlarının yönlendirdiği saldırılardır. Ya da kulağı sağır, gözü kör, çok sınırlı marjinal bazı sözde milliyetçilik ve Kürtçülük yapanların HDP’ye saldırılarıdır. Bunlar güya bağımsızlık isteyen çevrelermiş! Onların bağımsızlık istemleri kesinlikle MİT tarafından yönlendirilen düşman ağzıdır. Kürt halkının Özgürlük Mücadelesi’ni parçalamak isteyen, Kürt halkının şu anda en etkili dinamik gücü olan Kürt Özgürlük Hareketi’ni, yine HDP’yi zayıflatmak, tırtıklamak isteyen, bu tür saldırılarla uğraştırmak isteyen özel savaş güçleri ve MİT yönlendirmeleridir. Bunu herkesin bilmesi gerekiyor. Bağımsızlığı dillendirmeleri, bu konuda HDP’yi eleştirmeleri hikayedir. Hiçbir Kürt aydını, yurtseveri bu tür söylemlere kulak vermemelidir. Bunlar düşman yönlendirmeleridir. Bunların kesinlikle MİT, düşman yönlendirmesi olduğu açıktır. Bugün düşman en çok HDP’ye, Kürt Özgürlük Hareketi’ne saldırıyor ve tasfiye etmek istiyor. Kürt’ü soykırıma uğratmak isteyen düşmana karşı kim direniyor? Kürt soykırıma uğratılmak isteniyor. Bırakalım dil, kültür ve diğer hakları, varlığı kabul edilmiyor. Varlığı olmayan Kürt neyi kazanacak? Varlığı olmayan Kürt’ün bırakalım bağımsızlığını, özerkliğini, özyönetimini; kimliğini ve kültürünü bile yaşatamaz. Bu yönüyle güya bağımsızlık söylemi ve Kürtlük adına HDP’ye, Özgürlük Hareketi’ne yapılan saldırılar kesinlikle MİT, düşman yönlendirmesi ve ağzıdır. Nitekim bazı belgelerle de bu ortaya çıkmıştır. Bunların Kürtlükle alakaları yoktur. Bu söylemde bulunanların tek amacı vardır; o da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmektir. Kürt’ün en dinamik güçlerinin yenilgisini sağlamaktır. HDP’nin, çeşitli güçlerin bu tür Kürt düşmanı saldırıları karşısında savunmaya geçmelerine gerek yoktur. Kendi çizgilerini, Önder Apo’nun kadın özgürlüğüne dayanan Ekolojik Demokratik Toplum Paradigması’nı, Demokratik Konfederalizm’e dayanan Demokratik Özerklik ve özgürlük anlayışını sonuna kadar savunmalıdırlar. HDP de kendi çizgisini savunmalıdır. Türkiye halklarının kardeşliği temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürdistan’ın özgürleştirilmesi çizgisini savunmalıdır. Bu çizgiyle sadece Kürdistan’ın, Bakurê Kurdistan’ın özgürleşmesi değil, tüm parçaların, tüm Ortadoğu’nun özgürleşmesi sağlanacaktır. Bu yönüyle herhangi bir gücü ve düşmana karşı mücadelesi olmayan bazılarının internet üzeri yaptığı söylemlere kulak verilmemeli. Varsa güçleri sokağa, meydanlara çıksınlar. Meydanlara çıkarak Türkiye’de ne talep ediyorlarsa etsinler. Öyle kalkıp bu söylemlerin HDP’ye, Özgürlük Mücadelesi’ne karşı bir eleştiri aracı yapılması, bir özel savaştır. Bu söylemleri kullananlar gerçekten söylemlerinin insanlarıysalar bu söylemlerini bir mücadele ve örgüt gerekçesi yapsınlar. Türk devletine karşı savaş gerekçesi yapsınlar. Bunu yapmıyorlarsa MİT’in ajanlarıdırlar. Çeşitli çevrelerin kullandıkları ajandırlar. Zaten çoğunluğu MİT’in örgütlediği insanlardır. Yani bunu sosyal medya üzerinden yapan söz konusu hesapların çoğu sahtedir. Özel savaş merkezlerinin örgütlediği trol hesaplardır, gerçek kişiler değildir. Gerçek olanlar sınırlıdır. Bunlar da bazı kandırılmışlardır, düşmanın özel savaş gerçeğini göremeyen kesimlerdir. HDP’nin çizgisinin doğruluğu bu yürüyüşle de görüldü. Bu çizgisini güçlü biçimde sürdürmelidir. Bizim söyleyeceğimiz budur. Ama biz şunu da biliyoruz; sadece HDP’nin mücadelesiyle Kürt halkı özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanamaz. Ancak daha etkili mücadeleyle özgürlük kazanılabilir. Ne kazanılacaksa halk bunu sokaklarda, meydanlarda kazanabilir. Gerilla mücadelesiyle kazanılır. Sadece demokratik siyasal mücadele yetmez. Hele hele internetten birkaç tweet atarak kimse bir şey elde edemez. Elde ettiğini de söyleyemez. Başka ülkelerde sanal medyanın kullanımının anlamı, etkisi olabilir. Ancak Kürdistan’da sanal medyada tweetler atılarak hiçbir sonuç elde edilemez, en iyimser halde kendini ve toplumu kandırmak olur. Gençlerin her yol ve yöntemi kullanarak gerillaya katılmaları çağrısını yapıyoruz Düşmanın saldırıları ortadadır. Önder Apo üzerindeki tecrit devam ediyor. Bir devlet zindanlarda yoğun baskı yapıyorsa o devletin karakterinin ne olduğu zaten açık, ortadadır. Zindanlarda on bini aşkın Kürt siyasi tutsak var. Çoğu 20 yıl yatmış. Bunlar Kürt halkının temsilcileridir. Bunlar Kürt halkının özgürlük çizgisini savunanlardır. Bu gerçeğin görülmesi gerekiyor. Böyle bir düşman karşısında tabii ki direnilecektir, direnilmesi gerekir. Sokakların, meydanların direniş alanı haline getirilmesi gerekiyor. Gençlerin meydanlara çıkması gerekiyor. Gençlerin bir araya gelerek eylem yapması gerekiyor. Birbirini tanıyan, birbirine güvenen, ne olduklarını bilen gençler bir araya gelip 3 kişilik, 5 kişilik birimler kurarak bu düşmana çok büyük darbe vurabilirler. Evet, düşmanın ajan ağı vardır. Birbirini tanıyan küçük birimler bir araya gelip, örgütlenip eylem yaparak bu ajan ağını boşa çıkarabilirler. Bu düşman ağlarını aşarak etkili eylemler yapabilirler. Her türlü eylemi yapabilirler. Bu yönüyle kimseden talimat almalarına ve kimsenin gelip onları örgütlemesine gerek yok. 3 kişi birlikte örgütlenebilir. Kürtler 40 yıllık mücadele içinde bilinçlenmişlerdir. Yaşlısı da genci de bilinçlidir. Çocukta bile düşman bilinci vardır. Çünkü çocuk abisine, ablasına, babasına, annesine, ailesine ne yapıldığını görüyor. Düşman olduğunu görüyor. Onlar bile birçok şey yapabilirler. Gerilla mücadeleyi sürdürüyor. Bu yönüyle tabii ki direnişin önemli bir boyutu gerilladır. Bu bakımdan genç kız ve erkekler gerillaya akmalıdır. Gerillaya ulaşmanın mutlaka bir yolunu bulabilirler. Gerillaya katılmak isteyen mutlaka yolunu bulur. Yol bulamıyorum denilemez, istenildiğinde yol bulunur. Günümüz dünyasında gerillaya ulaşmanın yolları çoktur. Eskiden şuraya buraya gitmek mümkün değildi. Şimdi herkes her yere gidebiliyor. Yurt dışına, metropollere gidiyor. Trafik Türkiye içinde de, Kürdistan’da da, Türkiye sınırları dışına giden yollarda da yoğundur. Her türlü araç, yöntem kullanılarak gerillaya ulaşılabilir. Bazı yerlere gidilince gerillaya ulaşılabileceğini herkes biliyor. Bu yerlerin de nereler olduğu biliniyor. Gençlerin her yol ve yöntemi kullanarak gerillaya katılmaları çağrısını yapıyoruz. Suriye’de kısa sürede çözüm beklenmemeli Koronavirüs zamanında Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürdüğü Ortadoğu’da savaş durmadı. İdlib’te süren bir iki haftalık savaş oldu. Ancak ABD Türkiye’nin yanında yer alınca, Rusya da Türkiye’nin saldırılarına karşı çok açık bir savaş yürütemeyince -çünkü Türkiye’nin arkasında ABD vardı- rejim önemli bir darbe yedi. Sonuçta Rusya’yla Türkiye arasında bir anlaşma yapıldı. Ama gerilim, savaş sürüyor. Mevcut durumda hala Suriye’nin geleceği ne olacak belli değildir. Kuzey-Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin geleceği ne olacak belli değildir. Yine Türkiye’nin işgal ettiği bölgeler ne ve nasıl olacak netleşmiş değildir. Ancak Suriye üzerindeki mücadele sürüyor. ABD hala Suriye’de askeri varlığını sürdürüyor. Kuzey-Doğu Suriye’nin Irak sınırına yakın alanlarında üstlendiler. Hem Suriye’yi hem de Irak’ı baskı altına almak, yani iki alanda da baskısını sürdürmek için kalıyorlar. Rusya kendini etkili kılmak istiyor. Ancak şu görülüyor; mevcut durumda tek başına ne Rusya’nın ne de ABD’nin Suriye’de kendi hegemonyalarını hakim kılmaları mümkün değil. Belirli bir uzlaşmanın ortaya çıkacağı görülüyor. Zaten ABD Türkiye’yi destekleyerek Suriye’nin şekillenmesinde rol oynuyor. ABD-Türkiye ilişkisi aynı zamanda Suriye üzerinde baskı ve Suriye’nin şekillenmesinde rol alma ilişkisidir. ABD hem Türkiye’yi hem Kürtleri kullanmak istiyor. Böyle bir politika yürütüyor. Fakat Suriye’deki dengeler karışıktır. Hala rejimin de bir gücü var. Aslında rejimin tümden yıkılması gibi bir durum söz konusu değil ama rejimi geriletme, mevcut devletle çeşitli muhalif güçleri belirli çerçevede uzlaştırma yaklaşımları var. Anlaşılan o ki; Esad’ın aşılmasını sağlayacak ama mevcut rejimle de bir uzlaşmaya gidilecek yeni bir siyasal sistem öngörülüyor. Bu uzlaşma hangi düzeyde olacak, bu netleşmiş değil. Bu nedenle mücadele sürüyor. Her güç kendi konumunu güçlendirmek istiyor. ABD, Sezar yasası diyerek Suriye’yi daha da geriletmek istiyor. Yine Türkleri Suriye’de kullanıyor. Diğer taraftan da Kürtlerle ilişkisini sürdürerek bir de Kürtlerin varlığı üzerinden Suriye’de konumunun daha da güçlenmesini sağlamaya çalışıyor. Rusya bir taraftan Suriye rejimi yanında mücadele yürütüyor, diğer taraftan Kürtlerle belli bir uzlaşma yaratmaya, yine ABD’yle belli bir uzlaşma yaratmaya çalışıyor. Böyle bir Suriye gerçekliği var. Ancak mevcut durumda İdlib sorunu sürüyor. Rusya Türkiye’yle radikal unsurların tasfiye edilmesi üzerine anlaşmıştı. Bir nevi ılımlı muhaliflerle rejimin uzlaşmasını sağlama çabaları vardı. Fakat Suriye’deki muhaliflerin ne kadar ılımlı olduğu tartışmalıdır. Sorun da buradadır. Türkiye her ne kadar bunları ılımlı göstermeye, ABD, Türkiye üzerinden bunları terbiye edip sistem içileştirmeye çalışıyorsa ve Suriye’deki bu çetelerin bir kısmını Türkiye kontrol ediyorsa da oradaki eğilimi ılımlılaştırmak kolay değildir. Bu bakımdan orada da sorunlar yaşanacak. Bu yönüyle Suriye’de kısa sürede çözüm beklenmemeli. Kürtler de kısa sürede çözüm beklerse yanılır. Bu bakımdan Kürtlerin yapması gereken konumlarını, örgütlülüklerini güçlendirmeli, her türlü çatışmaya hazır olmalıdırlar. Hem ulusal birliklerini hem toplum örgütlenmesini hem de özsavunmasını güçlendirerek yeni Suriye’nin şekillenmesinde pozisyonlarını güçlü hale getirmeleri gerekiyor. Yoksa kısa sürede çözüm aramayla ya da şu bu güce dayanarak Kürtler Suriye’de özgür ve demokratik yaşama kavuşamazlar. Bu gerçekliğin mutlaka görülmesi gerekiyor. Türkiye’deki mevcut iktidarın karakteri faşist, şovenist, saldırgan ve herkese düşmandır Üçüncü Dünya Savaşı ortamında salgın sürecini herkes kendi cephesinden değerlendirmeye çalıştı. İran-ABD gerilimi vardı ve bu gerilim sürüyor. Görünüşte çok açık şiddetli savaş içerisine girmese de, İran da kendisini toparlayıp daha fazla karşı koymaya çalışıyor. ABD de bu süreci çeşitli güçlerle ilişki temelinde, Irak’ta yeni hükümeti etkileyerek, güçlerini Başûrê Kurdistan’a taşıyarak ve Suriye’yi daha fazla zorlayarak, Lübnan’da Hizbullah’ı sınırlayarak İran’ı sıkıştırmaya çalışıyor. Bu yönüyle Üçüncü Dünya Savaşı salgın döneminde de sürdü, sürmeye de devam ediyor. BM ateşkes çağrısı yaptı, Dünya Sağlık Örgütü bu tür çağrılar yaptı ama hiç birisi sonuç almadı. Aksine herkes kendi konumunu güçlendirmek için saldırılarını sürdürdü. Türkiye zaten Rojava’da sürekli saldırıyor. Sürekli terörizmden bahsederek, ‘teröristler şöyle sızdı, şöyle vurdu’ diyerek bu gündemle gelecekteki saldırılarına meşruiyet kazandırmak istiyor. Libya üzerinde Türk devleti bir savaş yürütüyor. Türk devleti içerdeki iktidarını ayakta tutmak için şovenist güçlerin ittifakı temelinde dışarda da saldırgan politika izliyor. Türkiye’deki mevcut iktidarın karakteri faşist, şovenist, saldırgan ve herkese düşmandır. Dolayısıyla bu iktidarın Rojava’ya da Başûr’a da saldırması anlaşılırdır. Çünkü; bunların Osmanlı, imparatorluk, işgal, talan geleneği devam ediyor. Yayılma, fetih, bir yerleri işgal etme kültürü oluşmuş ve bu mevcut iktidarın genlerinde var. Bunu sürdürüyorlar. Koronavirüs döneminde bütün dünya kendi derdiyle uğraşırken Türkiye bunu fırsat bilip Libya’ya çetelerini gönderdi. Aslında içerde nasıl ki Koronavirüsü fırsat bilip toplum üzerindeki baskısını artırdıysa, dışarda da dünya kendi sorunlarıyla uğraşırken Libya’ya silah, asker, çete gönderdi. Libya’da bir etkinlik kurdu. Tabii burada ABD’nin göz yumması da var. ABD nasıl ki Suriye’de Türkiye’ye göz yumarak bir NATO ülkesi üzerinden Suriye’yi şekillendirmek istiyorsa, böyle bir yaklaşım içinde Libya’da da Türkiye’nin önünü açtı. Türkiye nereye giriyorsa ABD orası benimdir, diyor. Türkiye üzerinden orada politikalarımı yürütürüm, diyor. Türkiye’nin bu işgal saldırılarına Rusya da, Fransa da, Arap Birliği de karşıydı. Ancak Türkiye cesaretini ABD’nin politikalarından aldı. ABD açık destek vermedi ama politik olarak önünü açtı. Türkiye NATO ülkesi olma pozisyonunu ve ile olan ABD ilişkilerini, Kürtleri soykırıma uğratma doğrultusunda kullanıyor. Yine Suriye’de etkili olma doğrultusunda bu ilişki ve ittifaktan yararlanıyor. Bir nevi yayılmacı politikalarını NATO ve ABD ilişkilerine dayanarak yürütüyor. Artık bu yararlanma nereye kadar gider o da tartışmalı bir konudur. Çünkü; bu kadar dış müdahale, sonunda bir yere çarpacaktır. Dünya dikensiz gül bahçesi değildir. Herkesin rahatlıkla at koşturacağı ne Ortadoğu ne Afrika ne de dünya gerçekliği var. Bu bakımdan Türkiye’nin bu saldırgan, yayılmacı politikası mutlaka çeşitli çıkarlarla karşı karşıya gelecek, çatışacak ve bunun sonucu; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacaktır. Türkiye’nin izlediği politikanın sonucu budur. Bir zamanlar Enver Paşa hep dış çelişkilerden yararlanarak bir şeyler elde etmek, fırsatlardan yararlanmak istemişti. Fırsatçılığı bir politik tarz haline getirmişti. Sonunda Enver’in fırsatçılığı Osmanlı’ya kaybettirdi. Enver’in fırsatçılığı Türkistan’a kadar gidip ölümüyle sonuçlandı. Fırsatlara dayanan böyle bir politika izledi. Hiçbir stratejisi, taktiği olmayan ama fırsatı bulursam bazı çelişkilerden yararlanırım, tarzında politika yürütmüştü. Enver’in tarzı nasıl ki Osmanlıyı parçalamışsa, Enver’in işin içinde olduğu her çatışma, hamle, savaş, muhabere kaybedilmişse, politika kaybetmeyle sonuçlanmışsa; AKP-MHP’nin de şu andaki fırsatçı yaklaşımı böyle bir sonuçla karşılaşacaktır. Çünkü; politikaları salt fırsata ve kısa vadeli dengelere dayanıyor. Faşizm direnişle durdurulur Türkiye güçlü, buna dayanıyor ve bunları yapıyor, demek doğru değildir. Kuşkusuz belli bir gücü var, küçümsememek lazım. Ama cüssesini aşan işlerle uğraştığı da açıktır. Bu bakımdan Suriye ve Libya politikası, yine Irak politikası Türkiye’nin gerçekten de bir gün sert kayaya çarpmasını beraberinde getirecektir. Başkalarının kendini kullanmasına göz yumuyor, kendini kullandırarak bazı amaçlara ulaşacağını zannediyor. ABD, NATO gibi ilişkilerini böyle değerlendireceğini düşünüyor. Ama günümüz dünyasında, küreselleşmiş, çıkarların iç içe geçtiği bir dünyada herhangi bir gücün, ‘ben şuraya gireceğim, tek başıma hakim olacağım’ demesinin zamanının geçtiği bir dönemde Türkiye’nin bu hali çok gerçekçi değildir. Günümüz dünya politika gerçeğine uymuyor. Artık 19. ve 20. yüzyıldaki gibi cepheden savaşlar yoktur. Sistem güçleri bile her yerde iç içeler. Türkiye ise bir yere gidip hakim olmayı düşünüyor. Bu bakımdan Türkiye’nin politikalarının belki kısa vadede bazı sonuçlar aldığı görülse de, Ortadoğu’da uzun vadede Türkiye’nin aleyhine gelişmeler yaşanması yüksek olasılıktır. Kuşkusuz bu kendiliğinden olmayacaktır. Nasıl ki içerde faşizm direnişle durdurulur, deniliyorsa, dışarda da bazılarının ‘dur’ demesiyle başarısızlığa uğrayacaktır. Bunları zaman içerisinde göreceğimiz kesindir. Dikkat edilirse Türkiye, bu saldırganlık sonucu Arap dünyasıyla karşı karşıya gelmiştir. Belki Libya ve Katar’la ilişkileri var ama Arap dünyası Türkiye’yle karşı karşıyadır. Her ne kadar çeteleri kullansa da, bazı İslami kesimlere seslenerek Arap dünyasında kendisine yer açmaya çalışsa da Arap dünyasının, genel Arap kamuoyunun ağırlıklı bölümü Türkiye’ye karşıdır. Arap dünyasını da 19. yüzyıldaki gibi, eski Araplar olarak görmemek lazım. Son yüzyılda ellerine geçirdikleri ekonomik imkanlarla, bununla yarattıkları sosyal, kültürel gelişmelerle belli bir güce ulaştıkları açıktır. Yani artık Arapları eskisi gibi etkisiz değillerdir. Bu yönüyle Arap Birliği’nin, Arapların Türkiye’ye tepkileri, Türkiye’yi olumsuzluklarla karşı karşıya bırakabilir. Bu yönüyle Türkiye maceracı ve sonunda tehlikelerle karşılaşacak politikalar izlemektedir. Bu politika Türkiye halklarının çıkarına değildir. Türkiye halklarının çıkarına olan politika; Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorununu, Alevi sorununu çözerek demokrasi içinde kendisini güçlendirerek, demokratik gücü temelinde Ortadoğu’yu etkilemesidir. Türkiye demokratikleştiği takdirde askeri ve zor gücüyle değil, diğer imkanlarıyla Ortadoğu’da etkili olabilir. Ama mevcut siyasal koşullar, içerde de dışarda da soykırımcı faşist iktidarın başarısızlığını beraberinde getirecektir. Bu yönüyle Türkiye’nin içerde ve dışarda saldırganlığına bakarak mevcut iktidarı güçlü görmemek gerekiyor. Özellikle içerde rejim zayıftır. AKP-MHP faşist iktidarının hem iç hem de dış politikası halkların çıkarına değildir. Bu çerçevede Türkiye’nin yurtseverleri, demokratik güçleri, Kürtler ve Aleviler başta olmak üzere Türkiye’nin tüm demokratik dinamikleri bir araya gelerek, içerde ve dışarda Türkiye halklarının çıkarına olmayan bu faşist iktidarın politikalarına karşı direnmeli, mevcut faşist iktidarın hem içerde hem dışarda halklara karşı savaş politikalarını yenilgiye uğratarak Türkiye’yi demokratikleştirmeli, bu temelde de Ortadoğu’nun demokratikleşme mücadelesini yükseltmelidir. | ||
© 2021 Serxwebûn |