Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Mikrop sistem kapitalizm, mikrobik hastalıklar üretir: Koronavirüs salgınıGulan 2020
Cihan Eren Sadece salgınları değil her türlü sorunu toplumsal düşünmek ve tartışmak zorundayız. Bu yöntemi temel almazsak hiçbir sorunu kalıcı çözemeyiz. Sorun yaşayan ve bu sorunları çözmek zorunda kalanın da insan olduğunu düşünürsek başka yolumuzun olmadığı görülecektir. Hastalık, insan denilen canlının metabolizmasının ve sosyal aktivitelerinin tümünün ya da bir bölümünün doğal işleyişinin dışına çıkması, anormal duruma düşmesi halidir. Dolayısıyla toplumun faydası için düşünüp konuşan, eylem koyanlar, insan metabolizması ve sosyolojisi için normalliğin ve anormalliğin ne olduğunu doğru tanımlamak zorundadır. Belirttiğimiz gibi hastalık insanın özellikle biyolojik yaşamındaki anormal bir durumun adıdır. Tabii kimi psikolojik ve sosyolojik olanları da vardır. Fakat önemli olan sağlıklı toplumsal yaşamın doğru tanımlanmasıdır. Toplumsal yaşamın ne olduğu doğru tanımlanmaz ve doğru kurulmazsa anormal hastalıklı hale ‘normal sağlıklı bir yaşam’ deme tehlikesi vardır. İnsan böyle bir anormalliğe alıştırılabilir. Ve sadece ölümle sonuçlanan vakalara hastalık hali diyecek kadar düşürülebilir. Dinler dahil birçok bilimsel alan devletçi uygarlığı hastalık üreten bir düzen olarak tanımlamıştır. Hatta dinler devletçi sistemin yarattıklarını kıyamet sebebi sayarak insanlığı binlerce yıl önceden uyarmıştır. Anlamsızlık hâkim olduğunda veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme de başlar Devletçi sistemin son biçimi kapitalist modernitedir. Kapitalizm, kıyamet alametlerini en çok yaratan sistem olmakla seleflerinden ayrışmaktadır. Bu sistem yaptıklarını herkese mal eden, iktidar hastalığını ve benciliği herkese yayan yanıyla da tüm toplumu ve doğayı yok etmek istemektedir. Bu nedenle kapitalist sistem, yaşanan Covid-19 salgını için insanlığa, “Hepimiz, herkes suçludur, sonuçlarına herkes katlanmak zorundadır” diyerek karşıtlarından kurtulma yöntemine başvurmaktadır. Hastalığı ölümle sonuçlanan anormallik olarak algılatmak istemektedir. Böylece tam bir virüs üretim mekanizması olan gerçeğinin üstünü örtmeye çalışmaktadır. Oysaki salgın ölüme yol açacak bir tehdide dönüşmeden önce sistemin neden olduğu her türlü hastalıklı durumu Koronavirüs gibi ciddi bir tehlike olarak görüp tanımlansaydı ve kapitalist yaşam tarzının bunun kaynağı olduğu itiraf edilip kendisinin de bir çeşit virüs, mikrop olduğu daha derin tartışılmış ve alternatif çözümler yaratılmış olunsaydı son salgın durumu yaşanmayabilirdi. Çünkü Rêber Apo’nun, Kapitalist Uygarlık adlı kitabında belirttiği gibi “Yaşamın anlamını savunmanın bittiği yerde veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda kanserli vakalar önlenemez hale gelir. Bunun nedeni de kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu gerçeği antropolojinin sıradan tespitlerindendir. Anlamsızlık hâkim olduğunda veya kör madde yığınlaşması hücreyi sardığında kanserleşme de başlar.” Bu alıntıdaki kanser kelimesi yerine virüs kelimesini koyduğumuzda yaşanan gerçekliğin toplumsal ve sistemsel nedenleri önemli oranda açıklanmış olur. Unutmayalım ki, insanlık çok önceden “Ne ekersen onu biçersin” ya da “Rüzgar eken fırtına biçer” demiştir. Egemenlerin kölecilik adı altında insanlık tarlasına ektikleri sınıflı devletçi uygarlık, kapitalizm olarak biçilip, insanlık tarlasının temizlenmesi aşamasına gelmiştir. Önderlik, “Kapitalizm esas olarak uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına denk gelmektedir”, tespitini yaptıktan sonra “Benim daha çok ağırlık verdiğim tez budur” demiş ve “yaşamın aşırı simülakr ve medyatikleşme niteliği kazanması, gösteri ve tüketim toplumunun egemenliği, ekonominin arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile getirilmesi çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir” vurgusunda bulunmuştur. İşte her türlü hastalığı üreten gerçeklik budur. Bu gerçeklik bilince çıkarılmadan ve gerekleri yerine getirilmeden insanlığın daha yaşanılır bir dünya sistemi kurması pek olası görülmemektedir. Kapitalist sistemin salgınlara neden ve nasıl yol açtığını bilmek radikal çözümlerin temelini teşkil edecektir Koronavirüs salgınının kapitalist sistemin eserlerinden biri olduğundan şüphe duymamak gerekir. İster tıp adına ister ekoloji adına isterse de sosyoloji adına olsun, bu gerçekliği inkar etmek mikrop-virüs üretip yaymak, toplumsal yaşamın doğa ile koparılamaz organik bağını inkar etmek demektir. Salgına karşı mücadelenin doğru verilmesi toplumsal yaşamın olmazsa olmaz ilkelerini bilmekten, onları esas alarak yaşamaktan geçer. Sadece Covid-19 adı verilmiş virüsün neden olduğu hastalığa karşı değil her türlü virüs ve hastalık haline karşı, toplum ve doğa sağlığını birlikte düşünmekten başka yolumuz yoktur. Her türlü hastalığa karşı en doğru mücadele yöntemi, hastalık üreten, bağışıklık sistemini işlevsizleştirerek insan bedenini hastalıklara açık hale getiren sisteme karşı mücadelededir. Kapitalist sistemi her türlü musibetin birinci ve esas sorumlusu olarak görmeden, bu sisteme karşı mücadele etmeden acısız ve sorunsuz yaşanamayacağı yeterince açığa çıkmıştır. Hatta Kapitalizmin merkezi sayılan ABD’de salgın nedeniyle ölenlerin binalarda günlerce kaldığı, koktuğu yine sahipsiz denilerek cenazelerin günlerce morglarda tutulmasından da anlaşıldığı gibi ölmüş insanlara karşı bile kötü ve çirkin bir sistemdir. Kapitalist sistem dünya savaşlarından da bilindiği gibi toplu ölümlere yol açan bir sistemdir. Bu nedenle Koronavirüs salgınında da yüz binlerce insan ölmemiş, öldürülmüş sayılmalıdır. Kapitalist sistem doğayı yok etmenin eşiğine getirerek, tüm canlıların ekosistemini büyük tehlike altına sokmuştur. Bu tehlike tüm canlı varlıklarda yaşamını sürdürme, kendini diğer varlıklardan koruma güdüsüyle kendini savunmaya yol açmıştır. Bu da çok bilinmese de görülüp itiraf edilmese de varlıkların tümünü adeta savaş içine çekmiştir. Başka bir ifade ile günümüzde tüm canlılar hayatta kalma mücadelesi içine sokulmuştur. Oysaki yaşam, çok doğal bir hareket hali olarak mekanı ve zamanı belli bir aktivitedir. Yaşam için ya da var olmak için olması gereken doğal süreçlerin ve eylemlerin dışında farklı yükümlülükler altına girmek ne doğal ne de gereklidir. Böyle bir sonuca kapitalist talan ve yalan sistemi yol açmıştır. Dünya gezegenini canlıların ortak gemisi benzetmesiyle belirtirsek bu gemi kemirgen kapitalist sistem tarafından adeta delik deşik edildiği için her yerinden su almaya başlamıştır. Batma tehlikesine neden olan bu durumu gören canlılar kurtulmak için çırpınıp durmaktadır. Bu çırpınış hali, olmaması gereken bir durumdur. Canlılar içinde yüzme bilmeyen ve yüzme bilmediğini bilen insan olduğu için de boğulma tehlikesini en çok yaşayan ve korku içinde çırpınan da o olmaktadır. Bu durumda bazı canlılar gemiyi onarmaya çalışmaktaysa da kapitalist sistem gemiyi kemirmeye devam ettiğinden batma tehlikesi her gün biraz daha artmaktadır. Geldiğimiz noktada bizi bekleyen şeyin insanın ya kendi türündeki bazılarının bu kemirgenliğine son vererek canlıların gemiyi onarmasına destek olup kurtuluşa yol açacağı ya da ‘kemirgenlerin’, ‘can simidiyle atla kurtulursun’ sözüne inanıp bir daha karayı görmememek üzere atlayışı yaparak sonunu getireceği gerçeğidir. Dünya gezegeninin yaşanan salgınla insanlığa söylemeye çalıştığı şeyin bu olduğu kesin gibidir. Kapitalist sistemin salgın ve benzeri tehlikelere neden ve nasıl yol açtığını bilmek sağlıklı yaşam için radikal çözümlerin temelini teşkil edecektir. Demokratik Konfederalizm Önderliğimizin kapitalizme ilişkin yapmış olduğu tespitler bu gerçekliği daha fazla görünür kılmaktadır. Önderliğimiz, “Kıtlığa dayalı krizleri de aynı kategoride değerlendirebiliriz. Bilinçli mal üretiminden vazgeçilmesi veya hastalık ve afetler karşısında insanların çaresizliğinden medet umulması. Mevcut teknik ve donanımlar harekete geçirilirse ciddi bir açlık ve kitlesel hastalıklar düşünülemez. Amaç hegemonik sistemin varlığını korumak olduğunda bu yapay bunalım türüne başvurulmakta, hastalık ve afetler koz olarak kullanılmaktadır. Bir kez daha ‘kapitalist ekonomi ve toplumu’ denilen aygıtın resmi hegemonik uygar güçle bağlantısını netçe görüp yorumlayabiliyoruz. Metot aynıdır: Aç bırak, hastalığını ve felaket halini kullan! Üstüne üstlük kurtarıcı melek ve hatta tanrısı olduğunu kanıtlamış olursun. Kulların sana bol bol şükretsin!” Bu değerlendirmeyi salgının gündem yapılmaya başlandığı günden itibaren sistem adına yapılan değerlendirmelerde, tedbir adı altında alınan kararlarda, uygulamaya konulan tedavi yöntemlerinde de çok rahatlıkla görebiliyoruz. Koronavirüs salgınının ilk olarak Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıktığı söyleniyor. Bu kentte kapitalist sistemin belli başlı şirketlerinin olduğu, bu şirketlere ait işyerlerinde üstü kapatılmak istense de modern kölelik sistemi ile yüzbinlerce insanın çalıştırıldığı biliniyor. Çin nüfus sayısı yanında ekonomik sistem olarak da kapitalist sistemin büyüklerinden biri kabul ediliyor. Bu ülkede yeterli ve dengeli beslenme gibi sağlıklı yaşamın temel taşı kabul edilen daha birçok yaşamsal ihtiyacını karşılamayacak bir milyardan fazla insanın olduğu da biliniyor. Bir buçuk milyarlık Çin’de yaşam standartları yüksek olanların sayısının iki yüz milyonu geçmediği basına yansıyan bir diğer gerçeklik oluyor. Çin’de kabaca yedi kişinden altısı insanca yaşam olanaklarından mahrumdur. Nüfus artışı ayrı bir değerlendirme konusu olsa da iktidarla doğrudan bağlantılı bir mevzu olduğunu, temelinde ataerkil, hanedan ve faşist zihniyette dayalı politikalar olduğunu biliyoruz. Milyonlarca nüfus ile ifade edilen şehirleşmenin de doğrudan kapitalist sistemin bir eseri olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları insanın biyolojik yapısını da tahrip etmektedir Virüsün neden olduğu hastalığın kapitalist sistemle doğrudan bağını anlamamıza yardımcı olacak bir diğer önemli veriyse son yıllarda çok açık ve sert biçimde gündeme getirilen Çin-ABD arasında yaşanan ekonomik merkezli dünya hegemonu olma çelişkisi ve çatışmasıdır. Hırsızın kendini överken hırsızlığını ele vermesi deyimindeki gibi koronavirüs salgınında da ABD ve Çin merkezli açıklamalar itiraf niteliğindedir. Pervasızlık o kadar ileri düzeydedir ki bu devletler açıkça virüsü üretip, yaydıklarını söyleye biliyorlar. Çin, ‘virüsü ABD askerleri, askeri olimpiyatlar döneminde ülkemize getirdi’, ABD başkanı ise ısrarla Çin’in virüsü bir laboratuvarda üreterek yaydığını söyleyebiliyor. Her iki devlet bu iddiaları ileri sürerken doğrudan ve dolaylı biçimde rakibinin kendisini alt etmek için bunu yaptığını söylemeye çalışıyor. Bu sözlerle anlatmak istedikleri, anlamsız, doğaya ve insanlığa düşman, kâr hırsını vazgeçilmez kabul etmiş kapitalist talan sisteminin egemenliğini sürdürmek için gerektiğinde hangi yol ve yöntemlere başvuracağıdır. Ve görüldüğü gibi milyonlarca hasta, yüzbinlerce ölü, milyarlarca aç ve işsiz insanın durumu kendilerini ilgilendirmemektedir. Kapitalist talan ve yalan sistemi mayası gereği her şeyi merkezileştirmek isteyen, bunun için elindeki her türlü aracı kullanmaktan çekinmeyen bir sistemdir. Tüm zenginlikleri tek elde toplamak sistemin asıl hedefidir. Bu tekleşme ailede baba ile başlayıp en üste sermaye şirketlerine varan birbirine eklenmiş iktidar zincirine dayanmaktadır. Devletler içinden bir devlet, devlet sınırları içinde de bir ya da birkaç kişinin her şeyi kontrol etme gayesi, bu sistemin varmak istediği nihai noktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri açık biçimde işletilen bu sistem yasası, bugün toplumsal yaşam yanında doğamızı da yok etme sınırına getirerek Covid-19 denilen virüsün neden olduğu hastalıkla baş başa bırakmıştır. Her yanıyla SOS işareti veren yaşam gerçekliği ortada duruyorken bile sistemin derdi ekonomik çıkarları, hegemon olma yarışını kazanmaktır. Kapitalist sistemin işleyiş yasaları toplumsalık yanında insanın biyolojik yapısını da tahrip ederek savunma sistemini güçsüzleştirmiştir. Hava kirliliği, besin maddelerinin genetiğinin değiştirilmesi, işsizlik ve yoksulluğun neden olduğu stres, konfor adı altında yapılanların yol açtığı hareketsizlik gibi sayarak bitiremeyeceğimiz kadar çok olan gereksiz ve aynı zamanda ölçüsüzlükler, insan metabolizmasında doğa ile uyum bağını bozarak tehlikelere açık hale getirmiştir. Bu sonuç sistem güçlerinin kendi aralarındaki mücadelesinde milyonlarca insanın kurban edilmesine yol açmaktadır. Zaten dikkat edilirse salgın nedeniyle hasta olan milyonlarca insan içinde sermayedar ve devlet üst düzey yöneticileri yok denecek kadar azdır. Yüz binleri bulmuş ölümler içinde ise sayıları bir elin parmak sayısını geçmemektedir. Salgının herkesi etkilediği söylense de hastalanan ve ölenler yoksullardır. Salgının neden olduğu ortamda sistemin düşündüğü başlıca konu ekonomidir. Ekonomi derken de insanların ihtiyaç duyduğu besin maddelerinin temini, barınma ve giyinme gibi temel ihtiyaçların karşılanmasında yaşanan ve yaşanacak olası sorunların çözümünü düşünmek olmadığını çok iyi biliyoruz. Ekonomik sorunlar derken sermaye şirketlerinin kar edememesini anlatmak istiyor, para kazanamamayı ifade ediyorlar. Hemen her devletin daha ilk haftalarda şirketleri kurtarmak için milyar dolarlarla ifa edilen destek paketleri açıklaması da bunu yeterince göstermektedir. Her ne kadar Kanada yine kısmen de olsa Almanya gibi devletler toplumun temel ihtiyaçlarını gözettiğini belirtmişse de genel yaklaşımın sermaye şirketlerini korumak ve desteklemek olduğu bilinmektedir. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve piyasa analiz şirketlerinin açıklama üstüne açıklama yaparak belirttikleri de yaşanan gerçekliği yeterince göstermektedir. Başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki sağlık politikaları bile tek başına kapitalist sistemin insana, doğaya nasıl yaklaştığını ele vermektedir. Türk devletinin faşist iktidarının salgının neden olduğu mağduriyetler içinde bile “Şehir Hastaneleri” adını verdiği sermaye şirketlerine ait, otel, kafeterya, dükkan karşımı binaları propaganda etmesi, belirtmeye çalıştığımızı anlaşılır kılan bir diğer veri olmaktadır. Avrupa ve ABD’de bu salgınla devlet fonlarından geçinenlerin öldürülmek istendiği gibi vahşi bir politikanın da devrede olduğu basında tartışılmaktadır. Sürü bağışıklığı yöntemi ile aslında çalışamayacak durumda olanların ama özelikle de yaşlıların ölmesi istendiği iddia edildiğini hatırlayalım. Aslında kapitalizmin nasıl bir ekonomik ve toplumsal sistem olduğunu, bu sistemin nasıl işlediğini anlamak için artık Karl Marks’ı okumak da pek gerekmiyor. ABD başkanı Trump’un konuşmalarını dinlemek, onun nasıl bir kişilik olduğunu anlamaya çalışmak sistemi tanımak için yeterlidir. Yine Türk cumhurbaşkanının ortaklarıyla düşündüklerini ve yaptıklarını muhaliflerine yükleyen dini bulamaçlı konuşmaları ve bu konuşma metinlerini içeren görüşleri inanarak topluma sunan kişilik yapısı da sistemi anlamak için yeterince veri sunmaktadır. Sistem, insanları yalnızlaştırarak kendine muhtaç bırakmaktadır Kapitalist sistem hastalık üreten bir mikrop ve virüs fabrikasıdır. Koronavirüs salgını da bunun en önemli göstergesidir. Tedbirse, sistemin kendini nasıl yürütebileceğine göredir. Örneğin tedbirler bağlamında ilk akla gelen üretimden düşmüş kesimleri eve hapsetme ama emekçileri çalıştırmadır. Normalleşme denilirken de alışveriş merkezlerini açma işinin birinci sırada yer alması sistemin tüketim olmadan yaşamayacağını itiraf etmesi anlamına gelmektedir. Zaman zaman toplumun tüm kesimlerini evlere hapsetmesi ancak zenginlerin kendi mekanlarında istedikleri gibi hareket serbestisi içinde davranması bir diğer itirafı olmuştur. Sosyal mesafe adı altında insanların yan yana gelmesini engellemesi fakat binlerce kişinin bir arada tutulduğu ordu ve polisi örgütlenmesinde bu kurallı uygulamaması, fabrikalarda yüzbinlerce işçiyi aynı ortamda, yakın mesafede çalıştırmaya devam etmesi sistemin hangi güce dayanarak ayakta durdurduğunun açık göstergesidir. Kapitalizmin, “tedbir” denilince en çok bireyciliği geliştiren, normalleştiren yöntemlere başvurması da dikkat çekmektedir. Bu yöntemleri olmazsa olmaz kurallarmış gibi topluma sunması dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu bağlamda özellikle de Türkiye'deki faşist çete yönetiminin toplumsal dayanışmaya, yardımlaşmaya saldırması, başta HDP olmak üzer birçok siyasi örgütün ve yerel yönetimlerin halka hizmet etme çabalarını engellemesi özü itibarıyla bu kapsamdaki saldırılardandır. Bu saldırısını her ne kadar muhalif siyasi partilerin önünü almak biçiminde yansıtmaya çalışsa da gerçekte kapitalist faşist bir zihniyetin toplumsallığa karşı saldırısıdır. Salgının yol açtığı sorunların çözümüne dönük çalışan kesimleri engelleme saldırılarının gerçek ve asıl nedenlerini iyi tanımak özgür ve demokratik bir gelecek için çok önemlidir. Bu nedenle sistem saldırılarını toplumsallığın hangi noktalarında yoğunlaştırıyorsa alternatif çözüm sahiplerinin de karşı mücadelelerini o noktalarda vermesi gerekmektedir. Kapitalistler toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın gelişmesini engellemeye çalışıyorsa bizlerin de dayanışma ve yardımlaşmaya ağırlık vermemiz gerekecektir. Çünkü sistem, insanları yalnızlaştırarak kendine muhtaç bırakmakta ve kendisini tek kurtarıcı güç olarak sunmak istemektedir. Salgınla birlikte baskıcı faşist yönetimler rahat bir nefes almış gibidir. Hastalık faşistlerin arzuladığı toplumsal yaşam tarzının uygulanmasına yeni bazı olanaklar sunmuştur. Baskıcı uygulamaları için isteseler de kolay kolay bulamayacakları bir ortama kavuşmuş olmaları bu durumu kontrollerinde daha nasıl uzatacakları arayışına yol açmıştır. Salgını kontrol altında tutmak bu anlama gelmektedir. Faşist hükümet ve devletler muhalif siyasi tutum sahipleri bir yana istedikleri söze, tutum ve davranışa salgınla mücadele tedbirleri adı altında ceza kesebilmekte, soruşturma açıp tutuklayabilmektedir. Ağızlarına geleni söyleyip buna da halkın sağlığı ve güvenliğini gerekçe edebilmektedirler. Bu konuda başı çekenlerin Türkiye ve Brezilya faşist liderleri gibi liderler olması tesadüfi değildir. Devlet sistemi ama özellikle de Türkiye gibi faşist devlet ve hükümetler salgını tam bir psikolojik savaş aracı olarak kullanmaktadır. Korku ve sindirme yöntemlerinin bini bir para etmektedir. Türk devleti bir yandan halkı yardım kampanyaları adı altında soyarken diğer yandan da ‘rızık veren tanrı’ olduğunu hissettiren ajitasyonlarla gücünü ve hakimiyetini göstermeye çalışmaktadır. Halkı evlere hapsederek tepkisiz ve tavırsız bırakmaya mahkum edip Kürt halkının şehitliklerine, gerilla cenazelerine saldırmaktadır. Özcesi birçok ülkede çevre tahribatları başta olmak üzere halka dönük artan devlet saldırılarını yukarıda Türkiye’den verdiğimiz örneklere eklediğimizde, ulus devletin salgından çıkardığı en temel sonucun toplumsal yaşama, değerlere ve halkın maddi imkanlarına saldırmak olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Bu durum “komplo teorisi” kapsamına girse de acaba iddia edildiği gibi virüs bilinçli üretilip dünyaya yaydırıldı mı sorusunu akla getirmektedir. Sistemin faşizan bir dünya arzusu Birkaç aydır koronavirüs ile ilgili çok yoğun tartışmalar yapılmaktadır. Hemen her gelişme ile bir bağı kurulup yorumlar geliştirilmektedir. Bu yöntem Türkiye gibi devlet sistemi çürümüş aslında harabe gibi üst üste yığılmış, hükümeti çete olan ülkelerde yöneticilere gündem saptırma imkanı sunmaktadır. Zaten sistem salgınla birlikte nefes aldı derken belirtmeye çalıştığımızın önemli bir kısmını bu gündem saptırma içinde yapılan propagandalarla elde edilen kazanımlar sayesinde olmaktadır. Her devlet ve hükümet ne kadar güçlü, adaletli, korumacı, yardımcı, bilimsel gelişmeleri destekleyen vb. olduğunu söyleyip durmaktadır. Örneğin Türk devleti ve AKP-MHP faşizmine göre Koronavirüsü bilen, tanıyan onunla mücadele eden, sağlık tedbirleri ileri derecede olan, sağlık personeli fedakarlık eden ondan daha iyi bir ülke yoktur. Hatta Türkiye dışında bilimsel çalışmaların yapıldığı başka bir ülke dahi yoktur. Olsa bile çalışmaları çok geridir. Ve hemen her gün propagandanın birinci ağzı ve aynı zamanda sorumlusu olan iletişim merkezinin başındaki görevlinin ağzından aşı-ilaç bulduklarını piyasaya sunmaktan çekinmemektedir. Özcesi; virüsün mutasyona uğrayıp, hayvandan insana, insandan insana geçip hastalığa ve ölüme yol açması kapitalizmin doğa ve insan yaşamında yol açtığı tahribatların sonucudur. Bu bilimsel bir görüş olarak dilendirilmektedir. Ve bu görüşün doğruluğunu kabul etmek önünde ciddi bilimsel bir engel de görünmemektedir. İkincisi, salgının tehlikeli olmaya başlamasıyla ilan edilen salgın süreciyle birlikte devlet ve hükümetlerin baskı ve şiddet politikalarını artırmasıdır. Türkiye'de çıkarılan af yasasında da görüldüğü gibi devletin siyasi muhaliflerini virüsle öldürmek istemesidir. Yine yoksuları ölümle zenginleri de para ile baş başa bırakma politikası, kapitalist sistemin ve ulus devletinin nasıl bir akla ve mekanizmaya sahip olduğunu yeterince göstermiş bulunmaktadır. Tam böyle bir ortamda bir merkezden ayarlanmış gibi sağı ve soluyla sistem sahipleri hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demeye başlamıştır. Öyle görünüyor ki salgından daha fazla ciddiye alınması gereken husus hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacak sözünde gizlidir. Halkların bu sözü ciddiye alması özgür ve demokratik bir gelecek için her şeyden daha gereklidir. Ahlak sahibi, toplumsal duyarlılığı güçlü olan aydın ve entelektüeller kapitalist sistemin neden olduğu sorunları iyi bildikleri için toplumsal yaşam gereği halkların yararına hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı sözünü dikkate almıştır. Daha doğrusu bazı duyarlı filozoflar ve aydınlar bu sözü sistem sahiplerinden önce tartışmaya açmıştır. Dolaysıyla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak tespiti iki cepheden de tartışılmaktadır. Kapitalizm hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı sözüyle ne demek istediğini açımlamadan kullanmaktadır. Son birkaç aylık politikalar ve pratik uygulamalar sistemin faşizan bir dünya arzuladığını yeterince göstermiştir. Bu da egemenler açısından salgının neden olduğu gelişmelerden daha totaliter, baskıcı ve sömürgen bir sistem için çalışacakları anlamına gelmektedir. İtiraf etmeseler de yeni bir dünya kurulacak derken mevcut realiteyi çağrıştıran Hollywood yapımı filmlerde simülasyonu yapılmış bir dünya sistemi öngördüklerini söyleyebiliriz; insanların açlıktan öldüğü, birbirini vurduğu, talan ve yağmanın geliştiği, zenginlerin bilmediğimiz bir gezegene uzay gemileri ile gittikleri, oradan dünyamıza gelişmiş silahlarla saldırıp dünyamızı içindeki insanlarla yok ettikleri bir gelecek daha doğrusu bir sonuç tasarladıklarını düşünmek abartı sayılmamalıdır. Her türlü sorunun bu sistemden kaynaklandığını tüm çıplaklığı ile topluma kavratmak gerekir Salgının yol açtığı sosyal, ekonomik ve psikolojik durumun en çok etkilediği coğrafyanın AB ve ABD olduğu görülmektedir. Buralarda sistemin kendisini böylesi bir duruma göre yapılandırmadığını, halklarınsa böyle bir gelişmeye pek hazırlıklı olmadıklarını söylemek mümkündür. Bu da kendisiyle birlikte salgından sonra esas tartışma ve değişimin buralarda olma ihtimali güçlendirmektedir. Gelişmeler özellikle de AB ülkelerinde yaşayanların yeni arayışlarının daha derli toplu ve bilinçli olma olasılığını doğurmuş gibidir. Bu gelişmenin hem olumlu hem de olumsuz yanları iç içedir. Olumlu yanı AB ve ABD halklarının kapitalist sistemi daha iyi görmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaptıkları sorgulamalar ve verdikleri mücadelelerle yol açtıkları sosyal demokrasiden daha ilerde toplumcu gelişmelere yol açma imkanına kavuşmuş olmalarıdır. AB ve ABD ulus devletlerinin kendilerine verdikleri ekonomik sus paylarının nereden kaynaklandığını ve hangi politikalarla elde edildiğini sorgulama ortamının doğmuş olmasıdır. Eğer Avrupa solu, yeşil ve feminist hareketi darlığını ve yüzeyselliğini aşar, ‘kapitalist şerbetlenmeyi’ kabul edip ruhundaki kapitalist bencilliği ve üstünlük duygusunu atıp enternasyonalist çizgiyi daha da sağlamlaştırırsa olumlu gelişmelerde önemli bir rol oynayabileceği bir dönemden bahsedebiliriz. Bu da tüm dünyaya pozitif sonuçlar şeklinde etkide bulunacak zincirleme gelişmeleri beraberinde getirir. Çünkü AB ve ABD’de verilecek demokratik toplumcu mücadeleler ulus devlet ve sermayeyi çerçevesini şimdiden kestiremeyeceğimiz sınırlandırmalara yol açacağı için dünyamız ekolojik olarak, halklar ise demokrasi ve adalet anlamında daha kolay nefes alabilecek fırsatlara kavuşur. Salgının yol açtığı tartışmaların AB ve ABD merkezli gelişmesindeki olumsuzluk ise kapitalist sistemin merkezi konumundaki bu coğrafyadaki ulus devlet ve sermayedarların bu durumu erkenden fark edip tedbir almasıdır; sistemlerini, maddi çıkarlarını koruma ve geliştirme adına halkları milliyetçi dinci politikalarla daha da zehirleyerek dünyanın diğer ülkelerini ve halklarını sömürmeyi artırması, kitlesel ölümlere yol açan silahlarla tehdit etmesi, tüm yükü buralara yükleyerek adeta buraları kendilerine kurban etmesidir. Daha şimdiden ‘Afrika kıtası çok büyük kitlesel ölümlerle yüz yüze kalabilir, açlık ve yoksulluk milyonlarca insanın ölmesine yol açabilir’ denilerek sanki böyle bir geleceğe ortam hazırlanmak istenmektedir. Yine adına gelişmekte olan ülkeler ve geri kalmış ülkeler denilen devletlerin büyük ekonomik sorunlarla yüz yüze kalacağını söylemek de olası bu olumsuzluğa ortam hazırlama olarak değerlendirilebilir. Salgın sonrası düzenin daha adil, eşitlikçi ve demokratik olması hem en insani ve olması gerekendir hem de gerçekleşmesi en kolay ve mümkün olandır. Bunun için kapitalizmin barbarlığını ve mikrop ve virüsünü en açık biçimde çekinmeden tartışmak gerekir. Her türlü sorununun bu sistemden kaynaklandığını tüm çıplaklığı ile topluma anlatarak kavratmak gerekir. Böyle bir ahlaki ve insani görevin başarıyla yerine getirilmesi için de en başta yeni ve sorun çözücü bir paradigmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Buna dönük arayışlar vardır. Örneğin Önder Apo’nun Demokratik, Ekolojik Ve Kadın Özgürlükçü Toplum Paradigması insanlığa sunulmuş en derli toplu paradigma ve alternatif sistem modeliyle elimizdedir. Birkaç yıldır Rojava ve Kuzey Doğu Suriye bölgesinde de pratik uygulamasıyla sınanmaktadır. Önder Apo’nun da belirttiği gibi paradigması bir deneme ve aynı zamanda tüm insanlığa bir öneridir. Salgın sonrasında hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyen dünyanın her hangi bir yerindeki sol ve sosyalistlerin, ekolojist ve feministlerin içinde yaşadıkları kültürlerin özgünlüklerini de dikkate alarak ekleyecekleri düşüncelerle, geliştirecekleri sistem modelleri ile insanlığı kurtuluşa götürebiliriz. Gerçekten de salgının neden olduğu yeni sistem tartışmalarında en azından içinde bulunduğumuz yaşamdan daha yaşanır bir dünya sistemine kavuşmak o kadar zor değildir. Yapılacaklar da o kadar anlaşılmaz ve gerçekleşmeyecek hususlar değildir. Yeter ki insan olduğumuzu, ahlaki ve politik bir tür olduğumuzu daha güçlü hatırlayalım. Gereklerini yerine getirebilelim. Sadece insan öldürmek ve toplumu aldatıp kapitalist moderniteyi kabullendiren uğraşlara harcanan maddiyatı ve enerjiyi daha insani alanlara aktarmak bile kendi başına birçok sorunu çözebilecektir. | ||
© 2021 Serxwebûn |