Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Tüm toplumsal sorunların kaynağı kadın özgürlük sorunudurNîsan 2020
Elif Ronahî Toplumsal ve bununla bağlantılı olarak giderek çoğalan ve katmerleşerek büyüyen ekolojik sorunları ele alırken, elbette ki bunları özgürlük sorunundan bağımsız olarak ele almak mümkün değildir. Özellikle içinde bulunduğumuz çağ olan 21. yüzyılın bu ilk çeyreğinin büyük bölümünü geride bırakırken, hâkim sistem olarak kapitalist modernitenin tüm özgürlük söylemleri ve iddialarına rağmen özgürlük sorununun giderek daha fazla büyümesi, çelişkilerin daha da derinleşmesi, yaşanan toplumsal kör düğümlerin katlanarak çoğalması yaşanmaktadır. Tüm bunlar çok temel bir sorundan kaynağını almaktadır ve bu kaynağı doğru tespit ederek buna göre mücadele yol ve yöntemlerini belirlemek büyük önem taşımaktadır. Kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte toplumsal ve ekolojik sorunların daha fazla çoğaldığı, yeni boyutlar kazandığı bir gerçekliktir. Fakat kapitalizmin ve modernitesinin kendisini üzerinden oluşturduğu ve devamlılığını sağladığı tarihsel-toplumsal gerçekliğin de doğru tahlil edilerek ele alınması önem taşımaktadır. Sorunun doğru tespit edilişi ve tarihsel arka planıyla birlikte ele alınıp irdelenmesi, doğru kaynağa inmeyi de getirecektir. Nitekim Rêber Apo tarihsel toplumsal gerçekliği iki nehre benzeterek ele alıp irdelemekte, kapitalist moderniteyi de bu temelde değerlendirmektedir. Bu iki nehrin birini Demokratik Uygarlık diğerini ise devletçi veya merkezi uygarlık olarak ele almaktadır. Demokratik uygarlıktan koparak bir sapma biçiminde ortaya çıkan devletçi uygarlığın oluşumu ve gelişimiyle birlikte toplumsal sorunların da baş gösterdiğini, tarihe bu iki çizginin çatışma ve çelişkilerinin damga vurduğunu belirtmektedir. Kapitalist modernist sistem de tarihte yaşanılan sapmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan devletçi uygarlık sisteminin son evresi olarak varlık bulmaktadır. Bu nedenle kapitalizmi ve onun modernitesini ele alırken, bu tarihsel toplumsal gerçeklikle bağlantılı ele almak gerekmektedir. Günümüzde gittikçe derinleşen toplumsal ve ekolojik sorunlar kaynağını ataerkil zihniyetten almaktadır Devletçi uygarlığın son evresi olarak kapitalist modernite çağında yaşanan sapma elbette ki giderek daha fazla derinleşmekte, toplumsal yarıklar çoğalmaktadır. Bunun sonucunda da toplumsal sorunlar daha fazla ağırlaşmakta, bir ur gibi büyüyen sistem toplumun akıl, ruh ve bedensel bütünlüğünü bozmakta, giderek daha hastalıklı bir hale sürüklemektedir. Sürüklenen toplum tam bir cendereye alınmakta, sistemin kâr ve sömürü çarkında ezilerek adeta bir posaya dönüştürülmektedir. Ahlaki ve politik toplum değerlerinin içi boşaltılmakta, toplum özyönetim anlayışından uzaklaştırılarak dejenere edilmekte, idari yapılanmalara mahkûm edilmekte, böylelikle iktidar mekanizmalarının birer dişlisi haline dönüştürülmektedir. Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, güvenlik, ekolojik vb.. alanlarda kıskaca alınarak toplum güçten düşürülmekte, tüm bu alanlarda özsavunmasını yapamaz konuma getirilmektedir. Binlerce yıldır bu konuda uygulanan yöntemler, geliştirilen politikalar, izlenen iktidarsal yollar kapitalist modernite çağında daha fazla dallanıp budaklanmakta, insanlık adeta bir uçurumun kenarına itilmektedir. Elbette ki tüm bunların dayandığı, üzerinden kendisini inşa edip kurumlaştırdığı kaynak birdir ve aynı aklın bir sonucu olarak açığa çıkmaktadır. Bu kaynak, egemen erkek aklına dayalı ataerkil kurumlaşma ve bu kurumlaşmanın ete kemiğe bürünmüş hali olarak iktidarcı-devletçi yapılanma olmaktadır. Kapitalist modernite de egemen erkek aklının ürünü olan sistemin son evresini ifade etmektedir. Egemen erkek aklına dayalı olarak gelişim gösteren sistem, ilk çıkışını kadın ve onun toplumsallığından koparak yaşadığı sapma sonucunda gerçekleştirmiştir. İnsanlık tarihini ele alıp irdelediğimizde ilk toplumsallaşmanın öncüsü, koruyucusu ve yapıcısının kadın olduğu gerçekliği çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkmaktadır. Kadın öncülüğünde, kadın emeği, çabası, aklı, ruhu ve özüyle gelişim gösteren toplumsallık ve ilk toplumsal kurumlaşmalar, kadın öncülüklü toplumsallığın varlığını ortaya koymaktadır. Kadına dayalı toplumsallıkta tüm toplumun özgür düşünce ve iradeye dayalı eşit, adil, katılımcı, ortaklaşmacı, dayanışmacı ve paylaşımcı bir anlayışla yaşamı geliştirdiği, inşa ettiği bir toplumsal düzeninin hâkimiyeti söz konusudur. Aynı zamanda doğayla bir içiçelik ve ihtiyacı kadar doğadan yararlanma olduğu gibi, kadın ve doğanın özdeş tutulduğu bir felsefik yaklaşım hâkimdir. Ahlaki ve politik toplum olarak nitelendirdiğimiz toplumsallık da nitekim bu tarz bir toplumsallık olmaktadır. Demokratik Uygarlık olarak nitelendirilen toplumsallığın kendisidir de bu aynı zamanda. Dolaysıyla egemen erkekliğe dayalı olarak bir sapma şeklinde gelişen devletçi uygarlık, başlangıcından bu yana kadın karşıtlığı ve kadın özüne dayalı toplumsallık karşısında bir tahakküm sistemi olarak kendisini örgütlemiştir. Tarihsel toplumsal gerçekliği bu çerçeveden ele alıp irdelediğimizde böylelikle tüm toplumsal ve bununla bağlantılı olarak gelişen ekolojik vb. sorunların kaynağını da daha doğru tespit etmek mümkün olmaktadır. Bu anlamıyla günümüz kapitalist modernite çağında gittikçe derinleşen, yaygınlaşan ve kangrenleşmeye doğru giden toplumsal ve ekolojik sorunlar kaynağını ataerkil zihniyetten ve onun etrafında örülmüş olan sistemsel yapılanmadan almaktadır. Bir ataerkil sistem olan merkezi uygarlığın son evresi olarak kapitalist modernite de, binlerce yıllık sistemin bir devamı ve kendisini büyütüp genişleterek süregelmesinin bir sonucu olarak bu aşamaya kadar getirebilmiştir. Toplumsal sorunların başlangıç noktası kadının toplumsal yaşamın dışına itilmesidir Her tür toplumsal ve ekolojik sorunun kapitalist sistemde daha fazla katlanarak büyümesi, kanserli bir hal alması en temelde kadın sorunuyla bağlantılıdır. Bu nedenle toplumsal ve ekolojik sorunları kadın sorunundan bağımsız ve kopuk ele almak, sorunun kaynağını doğru tespit edememek ve teşhisi doğru yapamamak, böylelikle de çözümünü de doğru gerçekleştirememek olacaktır. Bir sorunun doğru teşhisi, sorunu aşabilmenin ilk ve sağlam adımlarının atılmasını, çözüm yollarının doğru belirlenmesini getirecektir. Rêber Apo bu nedenle kendi paradigmasını Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü Paradigma olarak tanımlamaktadır. Buna göre de toplumsal ve ekolojik sorunların çözümünün kadın özgürlüğünden geçtiğini belirtmekte, kapitalist modernitenin aşılabilmesi için geliştirilmesi gereken sistem olarak Demokratik Moderniteyi ortaya koyarken, bunu da en temelde bir kadın toplumsallığı olarak anlamlandırmaktadır. Çünkü toplumsal sorun demek, kadın sorunu demektir. Kadın sorunu demek özgürlük sorunu demektir. Özgürlük sorunu demek, toplumun maddi ve manevi değerlerinden uzaklaşması, düşmesi, bunlara yabancılaşması, ahlaki ve politik değerlerin zayıflaması demektir. Toplumsal sorun demek; toplumun özünden, hakikatinden uzaklaşması, kendisini doğuran, oluşturan köke yabancılaşması demektir. Yine toplumsal akıl ve ruhtan uzaklaşması, toplumsal hafızanın zayıflatılması demektir. Bu da her türlü istismara, sömürüye, talana, gaspa, yalana, hırsızlamaya açık olmak demektir. Nitekim Rêber Apo, uygarlık sistemini bir tecavüz sistemi, bir tekel sistemi olarak nitelendirmektedir. Sistemin bir tecavüz ve tekel sistemi olarak örgütlenmesi, kendisini böylesi bir zihniyet ve ideoloji üzerinden kurumlaştırması, toplumun sürekli olarak her türlü tecavüze açık halde tutulması, tecavüze maruz bırakılması anlamına gelmektedir. Toplumun ahlaki dokusuna saldırmak, ahlaki ve politik dokusunu parçalamak, bölmek, zayıflatmak ve bunun üzerinden kendisini hâkim kılarak yaşayabilir kılmanın koşulu olmaktadır. Çoğulculuk, demokratik yapılanma yerine tekelleşmenin kendisini hâkim kılması toplumsal dokunun bozunuma uğramasını getirmektedir. Bu tekel ve tecavüz sistemi ilk saldırılarını, yalan, gasp ve sömürü düzenini kadının köleleştirilmesi, düşünsel, ruhsal, duygusal ve fiziksel tecavüzü üzerinden geliştirerek gerçekleştirmiştir. Kadının toplumsal yaşamın dışına itilmesi, iradi kırılmaya uğratılarak yaşamın egemen erkeğin tekeline alınması, yaşamın bozulması, anlam kaybına uğraması, tek renkliliğin hâkim kılınması ve özgürlüğün yitiminin başlangıcını oluşturmaktadır. Toplumsal sorunların başlangıç noktası da budur. Kapitalizm de bu tecavüz sisteminin en son temsilcisi ve evresi olarak varlığını sürdürmektedir. Üstelik uygarlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar kadın köleliğini daha da derinleştirerek, kadını tam bir meta haline getirerek, tamamıyla bir krizli kimliğe dönüştürerek, genel olarak özgürlüğü çarpıtarak, her tür tecavüzü meşrulaştırarak, iktidarsal sistemi ve onun mekanizmalarını çok daha fazla kurumlaştırarak, sömürü düzenini en maksimum düzeye çıkartarak bunu gerçekleştirmektedir. Sahte özgürlük anlayışının geliştirilmesi ve toplumun temel özgürlük sorunlarının görünür kılınmasının engellenmesini de liberalizm ideolojisiyle gerçekleştirmekte, aynı zamanda cinsiyetçilik, milliyetçilik, dincilik ve bilimcilikle bu ideoloji iyice yaygınlaştırılıp genelleştirilmektedir. Böylelikle de kadında ve toplumda özgür olduğu sanrısı yaratılarak, özgürlük ideallerinden ve arayışlarından uzaklaştırılmaktadır. Liberalizmle toplumun esas sorunlarının üstü örtülürken özgürlük ahlakından koparılmakta, böylelikle kapitalist modernitenin üç sacayağı kendisini toplumun her hücresine iyice yedirebilmektedir. Ulus devlet ve endüstriyalizm üzerinden yükselen ve kendisini kurumlaştıran kapitalizm, bu anlamıyla her ne kadar kendisini merkezi uygarlığın diğer aşamalarından farklı bir sistem olarak lanse edip sunuyorsa da, özünde tecavüz sisteminin en derinleşmiş, zirveleşmiş ve en büyük tekelleşme sistemini ifade etmektedir. İktidarcı-devletçi sistemin tüm aşamalarına bakıldığında sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel vb. tüm alanlarda kendisini tekelleşmeyle hâkim kılmıştır. Kapitalist modernite de bu sistemin son evresi olarak aynı zihniyet inşası ve yapılanmasına dayalı olarak kendisini sürdürmektedir. Her ne kadar kendisini tüm uygarlık sistemlerinden bağımsız, ‘süreksiz ve biricik’ olarak nitelendirip, öyle olduğu iddiasında olsa da ilk tekel ve tecavüz sisteminden, onun yapılanma biçimi, zihniyeti ve kurumlaşma tarzından bağımsız ve kopuk değildir. Bu anlamıyla kapitalizm, kadın toplumsallığına karşıtlık temelinde ortaya çıkan iktidar ve sermaye tekelinin günümüze ulaşmış en gelişkin ve örgütlü, en kurumsal ve toplumun her alanına en fazla sızmayı gerçekleştirebilmiş halini ifade etmektedir. İdeolojik, politik, ekonomik ve askeri olarak kendisini hâkim kılan gerçek anlamıyla bir tekelcilik sistemidir. Bir ekonomik sistem olduğu iddiasında bulunurken aslında tam aksine ekonomi karşıtı, ekonominin gaspı ve talanı üzerinden toplumsal ekonomiyi en zayıf bir hale düşüren, kâr ve sermaye düzenine dayalı ekonomi düşmanı bir iktidar düzenidir. Rêber Apo bu nedenle en yalın ifadesiyle kapitalist sistemi “Ev hırsızı” olarak nitelendirmektedir. Kadının ve toplumsallığının ekonomisine, sistemine, yaşamına sızarak, ardından hırsızlayıp, gasp ederek kapitalist iktidar düzenin kurumlaştırılması gerçekleştirilmiştir. Rêber Apo’nun “Kapitalizm ekonomi değil, iktidardır” belirlemesi en fazla da bu gerçekliği ortaya koymaktadır. Ekonominin gerçek yaratıcısı ve oluşturucusu olan kadının ekonomi ve tüm toplumsal yaşam alanlarından binlerce yıl önce uzaklaştırılmasıyla gerçekleşen ilk ev hırsızlığına dayalı olarak gelişen iktidarsal düzen, kapitalist modernite sisteminde en örgütlü halini almıştır. Kadın toplumsallığının alt edilmesi ve egemen erkekliğin hâkim sistem haline gelmesiyle baş gösteren iktidar ve devlet sorunu kapitalist moderniteyle birlikte tarihteki en katmerli halini almış, uygarlık sisteminin daha önceki süreçlerinde toplumun dışında ve üstünde örgütlenen iktidar ve devlet olgusu tüm topluma yayılmış, bir ağ gibi örgütlenerek toplumu sarmış ve iktidar adeta temel toplumsal amaca dönüştürülmüştür. Ulus devlet sistemiyle birlikte devletçi toplum zihniyeti ve anlayışı en üst düzeye çıkartılmış, toplum tamamıyla devlete bağımlı ve bağlı konuma getirilmiştir. Devletçiliğin ve devletli olmanın bu denli kutsandığı bir yaşam felsefesiyle bürokrasi de tırmandırılmış, olağanüstü bir hacim kazandırılmıştır. Toplumun doğal yapılanmasının ve özünün tamamıyla zıddı bir örgütlenme tarzı açığa çıkartılmıştır. Toplumun doğal ilişkilenme ve iş bölümüne dayalı örgütlülüğü adeta dumura uğratılmış, bürokratik yapılanma ve ilişki ağları hâkim hale getirilmiştir. Böylelikle de iktidar ve devlet zihniyetinin sızmadığı, kendisini hâkim kılmadığı neredeyse hiçbir ilişki biçimi ve alanı kalmamıştır. Toplumsal yaşam iktidarın denetimi ve kontrolüne alınarak kâr ve sermaye odaklı yeniden üretim esas alınıp toplumsal dejenerasyon yaratılmıştır. Devlet ve iktidarın, buna bağlı olarak bürokrasi, militarizm vs sorunların bu denli büyümesi toplumun küçülmesi anlamına gelmektedir. Devlet ve iktidar büyüdükçe egemenlik sahaları, hiyerarşik ve bürokratik yapılanma da giderek büyümekte, toplum küçülmektedir. Bu da toplumu tam bir kaos ve kriz durumuna sürüklemektedir. Çünkü tüm toplumun kapitalistleştirilmesi, devletleştirilmesi mümkün değildir ve bunun yarattığı çelişki, çatışma ve sorunlar yaşanılan kriz ve kaosun giderek artmasına neden olmaktadır. Toplumsal sorunlar iktidar ve devlet sorununa bağlı olarak çoğalmakta, derinleşmektedir. Bu en fazla da toplumun temel harcı, bir arada tutan temel dokusu olan ahlaki yapısının bozulması, zayıflatılması ile bağlantılı olarak açığa çıkmaktadır. Toplumsal ahlak zayıfladıkça toplumsal sorunlar da çoğalmakta, ahlakın yerine konulan hukuk toplumsal değerleri ve dokuyu korumaktan uzak, iktidar, devlet ve sömürü tekellerinin bir hâkimiyet aracı olarak işlev görmektedir. Bu nedenle de hukuk bırakalım toplumsal sorunları çözmenin bir aracı olmayı, toplumsal çatışmayı ve çelişkilerin üstünü örtmenin ve kapitalist sisteme eklemenin bir aracı olarak rol oynamaktadır. Ahlaki çöküntü ve bozulmanın yol açtığı sorunlara hukuk çözüm olamamaktadır. Ahlaki ve politik dokunun zayıflatılması, toplumu her türlü saldırıya açık hale getirmektedir Ahlaki dokunun zayıflaması toplumsal ilişkileri ve toplumsallığı zayıflatmakta, dağıtmakta ve parçalamaktadır. Toplumsallık karşısında konumlandırılan bireycilikle toplum-birey dengesi bozulmakta, toplumun bir üyesi olan birey bireycilikle adeta toplumu kemiren bir gerçekliğe dönüştürülmektedir. Böylelikle insan olgusu kendisine yabancılaştırılmakta, varlık parçalanmakta, insan öz hakikatine karşıt hale getirilmektedir. Parçalanan, bölünen toplum ve yalnızlaştırılan birey böylelikle iktidar ve sermaye tekellerinin her türlü uygulamayı üzerlerinde gerçekleştirebilecekleri savunmasız bir pozisyona itilmektedir. Her türlü saldırıya açık hale gelmekte, güçsüzleşmektedir. Ortak düşünce, ruh, duygu birliği zayıflatılmakta, toplum ortak akıl ve ortak karardan mahrum kılınmaktadır. Bu anlamıyla toplumun politik yapısına da yönelinmekte, toplumun kendi yaşamına, ihtiyaçlarına, sorunlarına dair tartışma, planlama ve pratikleştirme gücü yok edilmektedir. Bürokrasi en fazla bu noktada devreye girmekte, toplumsal politika yerine ikame edilen idarecilikle, bürokratik yapılanma pekiştirilmekte; toplum adına düşünme, tartışma, karar alma, toplum dışında üst bir kesimin tekelinde gerçekleştirilmektedir. Ahlaki ve politik dokunun zayıflatılması, toplumu her türlü saldırı ve sömürüye açık hale getirmekte, tekelleşme azmanlaşmaktadır. Üç S’lerle toplum uyuşturulmakta, bunlarla birlikte eğitim, bilim, medya organlarıyla tekel sisteminin devamlılığının sürdürülebilmesi için toplum yeniden dizayn edilmekte, güdüselleştirilen, duygusu, düşüncesi ve ruhu kapitalist moderniteyle şekillendirilen toplum böylelikle sistemin teminatı haline getirilmektedir. İnsanlık ve doğa kapitalist üretim ve sermayeye kurban edilmektedir Özellikle endüstriyalizm ve ulus-devlet sistemiyle birlikte kâr ve sömürü düzeninde sınır tanımayan, tüm toplumsal değerleri ve alanları kontrolüne alan, ulus devlet çarkında toplumları, halkları, dilleri, kültürleri vs adeta öğüten, endüstriyalizmle doğaya sınırsız yüklenerek eko sistemi alt üst eden, toplumsal ve ekolojik tüm alanları kâr ve sömürü düzeni içerisindeki bir sektöre dönüştüren bir yapılanma söz konusudur. Kapitalist modernite gözü dönmüş bir kâr ve büyüme hedefiyle iki yüzyıl gibi kısa bir sürede toplumsal-ekolojik yıkım ve kırımlara neden olmuş, sürekli kriz ve kaos üreterek kendisini var eden yapısıyla toplumu ve doğayı felaketin eşiğine getirmiştir. İnsanlığın emeği, binlerce yıllık birikiminin bir ürünü olarak gelişim gösteren bilimsel-tekniksel gelişim ile endüstrileşme, kapitalist modernitede tamamıyla iktidar tekellerinin denetimine girerek endüstriyalizme dönüşmüş, kâr ve sermayenin hizmetine koşturularak toplumsal ve ekolojik sorunları felaket boyutlarına taşımıştır. Tüm canlı yaşamı tehdit altındadır. Gün geçtikçe canlı türleri bu nedenle yok olmakta, doğal kaynaklar tüketilmekte, ekolojik yıkım toplumsal yaşamı da tehdit eder duruma gelmektedir. Köy-tarım toplumunun karşısına oturtularak gittikçe çoğalan kentleşmeler, mega kent projeleri ile ekoloji, nüfus, eğitim, sağlık vb. toplumsal sorunlar da giderek çoğalmaktadır. Kâr ve sömürü düzeninin el atmadığı, sömürü malzemesi haline getirmediği, metalaştırmadığı neredeyse hiçbir şey bırakılmamaktadır. Bu temelde de kâr ve birikim hırsıyla her türlü yol ve yöntem mübah görülmekte, insanlık ve doğa kapitalist üretim ve sermayeye kurban edilmektedir. Her şeyin kâr ve sermaye hırsına peşkeş çekilmesi tam da kapitalizmin bir ekonomi biçimi olmadığının, tam tersine bir iktidar ve tekel sistemi olduğunun en açık göstergesidir. Kapitalist dönemde olduğu kadar tarihin hiçbir döneminde toplumsal ekonomi bu denli yıkıma uğratılamamış, işsizlik, açlık, yoksulluk bu denli çoğalmamış, yine açlık, işsizlik ve yoksulluk politikalarıyla toplum tehdit edilerek sömürü düzenine bu denli tabi tutulmamıştır. Tüm bunlar bile kapitalizmin yarattığı toplumsal yıkımı çözümlemeye yeterli veriler olmaktadır. Militarizm tarihin en üst seviyesine çıkarılmakta, savaş, şiddet, soykırım politikalarıyla toplum ve doğa kıyımdan geçirilmektedir. Toplum militarize edilerek savaş yaşamın bir gerçeği haline getirilmekte, toplum bir şiddet toplumuna dönüştürülmektedir. Silahlanma yarışında ulus devletler birbiriyle büyük rekabet içerisine girerken, toplumun kendisinde de bu anlayış geliştirilmektedir. Bu nedenle de endüstriyalizmin en temel alanlarından biri silah endüstrisi olarak öne çıkmakta, teknik ve bilim savaş ve şiddetin hizmetinde temel bir araca dönüştürülmektedir. Ekonomik ve toplumsal iktidar bu yolla sağlanmakta, politikalar buna göre belirlenmekte, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar üretilmekte, tehdit aracı olarak tutulmakta, ihtiyaç duyduklarında devreye konulmakta, savaşlar tarihin gördüğü en dehşet verici tarzda yürütülmektedir. Emperyalizmin egemenlik ve iktidar savaşlarının, ekonomik düzenlemelerinin bir sonucu olarak en son olarak türetilen, insanlığı kırımdan geçiren ve halen devam eden Koronavirüs dehşeti bunun güncel örneği olmaktadır. Bu kez biyolojik savaşlar devreye girmekte, 21. yüzyılın yeni savaş ve militarizm politikaları böylelikle kendisini daha belirgin kılmaktadır. Bir taraftan yeni kapitalist ekonomik düzenlemeler geliştirilirken, diğer taraftan bu ekonomi politikasına göre nüfus ve demografyaya yönelinip belirlenmekte, aynı zamanda ilaç endüstrisiyle kâr ve sermaye tekelleri devreye girmektedir. Kapitalizmin vahşetini bu en son toplum kırım olayı tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir. Kadın, hiçbir zaman kapitalizmde olduğu kadar metalaştırılmamış, cinsel bir obje haline dönüştürülmemiştir Tüm bunlar kapitalist modernitenin kadın, toplum, doğa ve özgürlük karşıtı bir sistem olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Genel olarak uygarlık tarihinin kadının bir kaybediş tarihi olduğu doğrudur. Fakat kapitalist moderniteyle birlikte kadının ve toplumsallığının kaybedişi akıl almaz düzeylere ulaşmıştır. Kadın, toplum ve doğa kırımı, egemenlik, sömürü, iktidar, savaş ve yıkım tarihin en yaygın ve derinlikli halini almıştır. Bu kırım politikalarıyla başta kadın tarihin en dip noktasını yaşar hale getirilmiştir. Kendisini bir özgürlük ve en gelişkin toplumsal sistem olarak sunan kapitalizmi, en temelde kadın yaklaşımında çözümlemek bu açıdan mümkündür. Eğer ki bir toplumun gelişkinlik ve özgürlük düzeyi kadının düzeyiyle orantılı olarak anlaşılabiliyorsa, kapitalizmin kadına yüklediği anlam, rol ve misyon, kapitalist toplumun gelişkinlik ölçülerini, özgürlük ve yaşam anlayışını da çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır. Kadın, hiçbir toplumsal süreçte kapitalizmde olduğu kadar metalaştırılmamış, kadın cinselliği bu denli kullanılmamış, cinsel bir obje haline dönüştürülmemiştir. Kadın cinsel bir obje olarak ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, sanat, spor vb.. tüm alanlarda son derece etkili bir biçimde kullanılmakta, endüstriyalizmin kâr hırsında, reklam sektörlerinde vs. temel bir meta olarak sunulmakta, temel sömürü malzemesi haline getirilmektedir. Bununla kadının kimliğinin, düşüncesinin, ruhunun, duygusunun, güzelliğinin içi boşaltılarak toplumu uyuşturmanın temel aracı kılınmaktadır. “Metaların kraliçesi” haline getirilen kadın, her şeyiyle pazar konusu olmaktadır. Aynı zamanda kadın emeği en ucuz iş gücü olarak kullanılmakta, ev emeği ise görünmez emeğe dönüştürülmektedir. Kadında özgürlük yanılgısı en fazla da sunulan iş imkânları üzerinden yaratılmakta, böylelikle de özgürlük ufukları, arayışları, sınırları kapitalist yaşam anlayışına hapsedilmektedir. Her konuda olduğu gibi burada da kapitalist sistem erkeği bir kez sömürüyorsa, kadını iki kez sömürmektedir. Kadına yönelik sömürü çarkının ve egemenlik politikalarının en belirgin olan boyutlarından biri de kadın bedeni üzerinden geliştirilen hükümranlık sistemidir. Mülkleştirilen, objeleştirilen, metalaştırılan kadın bedeni, aynı zamanda sistemin sürdürülebilirliğinin de temel aracı haline getirilmiştir. Cinsiyetçilikle birlikte bir taraftan kadın bedenine yüklenme, diğer taraftan nüfusun çoğalması ve dengelenmesinin kadın bedeni üzerinden gerçekleştirilmesi durumu yaşanmaktadır. Ulus devletler kâr ve sermaye düzenlerinin düzeyine göre nüfus politikaları belirlemekte, nüfus politikalarının uygulandığı alan ise kadın bedeni olmaktadır. Bu temelde ya nüfusun çoğaltılması veya azaltılması kararları ve uygulamalarına gidilmekte, tüm bunlar ise kadının iradesi, istemi ve kararının dışında gerçekleştirilmektedir. Aynı zamanda milliyetçilik ve dincilik anlayışları temelinde de nüfusun oluşturulması, bir egemenlik ve tehdit aracı olarak üst seviyede tutulması politikaları da yine kadın bedeni kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Tüm bunlarla birlikte kadın iktidar ve tekel sisteminin teminatı olarak bir kuluçka makinesi olarak kullanılırken, artan nüfus artışı doğayı tehdit eder duruma gelmekte, toplumun eşit ve özgür yaşam olanakları daha da kısıtlanmakta, yaşam alanlarına sığmayacak düzeye gelen nüfusla birlikte toplumsal sorunlar çoğalmakta, devletçi sistemin idari yapılanması bu sorunlara cevaplar üretememekte, toplumsal krizler artmaktadır. Günümüz gerçekliğinde 8 milyara ulaşan dünya nüfusu ve bu denli yüksek bir rakamdaki insan sayısının yaşadığı barınma, korunma, ekonomik, sosyal vb. sorunlar dahi durumun vahametini açıklar niteliktedir. Kendi bedeni ve nüfus politikalarına yönelik kadının bilinç ve söz hakkına sahip olmaması, bu konuda kapitalist sistemin demografya politikalarına kadının da entegre olması durumu yaşanmaktadır. Elbette ki binlerce yıldır kadın bu tür sorunları yaşamaktadır ve yine binlerce yıldır kendi bedeni-varlığı üzerindeki söz ve karar hakkını yitirmiştir. Fakat özellikle kapitalizmin ulus devlet sistemiyle birlikte bu durum bilimsel yöntemler, izahlar ve ikna yöntemleriyle çok daha inceltilmiş ve derinleştirilmiş olarak yürütülmektedir. Hanedanlık kültürünün soy sürdürme ideolojisi, kapitalist modernist sistemde ulusun, devletin, iktidarın bekası için gerekli izahlara, yöntemlere büründürülerek belirlenmekte ve uygulanmaktadır. Bunun önüne geçmek ise en fazla kadının bilinçlenmesi, kendi bedeni ve varlığı üzerinde söz ve karar hakkına sahip olmasıyla gerçekleşebilecektir. Kapitalist modernist sistem kadın ve özgür toplumsallık düşmanı bir sistemi ifade etmektedir Bir tecavüz ve tekel sistemi olan uygarlık sistemi, başından itibaren kadın karşıtı bir gelişim göstermiştir. Bu durum kapitalist modernite döneminde katlanarak büyümüştür. Özgürlük arayışları ve özgür yaşam olanakları daraltılmış, sahte özgürlük ideolojisi ve felsefesiyle kadın ve toplum kuşatma altına almıştır. Kuşkusuz egemenlikli, iktidarcı, devletçi ve kadın karşıtı olan bir sistemin gerçek anlamıyla özgürlüklere olanak sunması mümkün değildir. Muhtevasını özgürlük karşıtlığı üzerinden oluşturmuş, inşasını kadın karşıtlığı temelinde geliştirmiş bir sistemin biçim değiştirmesi özünün değişmesi anlamına gelmemektedir. Bu nedenle kapitalist modernist sistem en kadın düşmanı ve yine en özgür toplumsallık düşmanı bir sistemi ifade etmektedir. Kendisinden önceki uygarlık aşamaları gibi kapitalist modernite de bir egemen erkek sistemi olmakla birlikte, erkek egemenliğinin en fazla kurumlaştığı, meşrulaştırıldığı, inceltilerek ve yumuşatılarak topluma ve kadına içselleştirildiği, cinsiyetçiliğin çok yönlü politikalarıyla kadının daha fazla karılaştırıldığı, erkeğin ise daha fazla egemenlikli kılındığı bir sistemi ifade etmektedir. Bu anlamda dile getirdiğimiz tüm toplumsal sorunların kaynağı, özü bu gerçeklikte gizlidir. Bu özü, kaynağı esas alarak mücadele yürütmek, ataerkil sistemin bütünlüklü kırım politikalarına karşı bütünlüklü mücadele perspektifi ve örgütlü gücünü oluşturmak bu nedenle önem taşımaktadır. Kadın Özgürlük Hareketi de tüm toplumsal sorunların kaynağının kadın sorunundan geçtiği bilinciyle mücadelenin her alanda daha fazla yükseltilmesi gerektiğini ortaya koyarken, bu mücadelenin Jineoloji ve Kadın Özgürlük İdeolojisi temelinde yürütmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Jineoloji bilimi temelinde tüm sosyal bilim alanlarını yeniden gözden geçirip irdeleyerek ele almak gelişmektedir. Bu temelde kadına dayalı yeni bir toplumsal sistemin geliştirilebilmesi için öncelikle ataerkil sistem yapılanması ve son evresi olan kapitalist moderniteye karşı zihniyet savaşımını yoğunlaştırmak önem taşımaktadır. Ataerkil sistem, kadın ve topluma yönelik ilk köleleştirme uygulamalarını, ilk saldırı ve tekel düzenini öncelikle zihinsel savaşım ve işgalle gerçekleştirmiştir. Bugün kapitalist modernite de kendisini bu denli genelleşmiş ve derinleşmiş kölecilik sistemine dönüştürürken aynı yöntemleri uygulamakta ve sürdürmektedir. Bu saldırılarını gerçekleştirirken en temelde bilimciliği, egemen erkek aklına dayalı pozitivist bilim anlayışını hâkim kılarak, bütünlüklü olarak toplumu bunlara ikna ederek ve aldatarak yürütmektedir. O halde bu işgal yöntemlerine karşı en öncelikli olarak geliştirilmesi gereken bir zihniyet savaşımı, zihniyet değişimi ve mücadelesidir. Egemenlik, iktidar, devlet ve tekelci zihniyete karşı durmak için de egemen erkekliğin geliştirdiği tüm bilmeleri, bu bilmelere dayalı gelişen kurumlaşma, sistem ve örgütlenme tarzlarını aşmak gerekmektedir. Üst akıl olarak egemenliğin değil, toplumsal aklın hâkim olabileceği bir bilme, kavrama, anlama, anlamlandırma ve bilince çıkarma durumu gerekmektedir. Jineoloji böylesi bir rol ve misyonla tarihsel ve toplumsal tüm olgulara, konulara ve oluşumlara yaklaşarak çözüm alternatiflerini geliştirme temelinde örgütlenmekte, Kadın Özgürlük İdeolojisi’nin dayandığı paradigmasal temelleri daha bir güçlendirmektedir. Kadın Özgürlük İdeolojisi de bu kadın ve yaşam bilimine dayalı olarak kendisini daha fazla genişletmekte, derinleştirmekte ve yaygınlaştırmaktadır. Kadın özüne dayalı yaşam anlayışı demokratik, komünal yaşam anlayışıdır Bu temelde Jineoloji ve Kadın Özgürlük İdeolojisi esasta yaşamın kendi kökleri üzerinde anlam bulmasının sağlanmasının, özgür düşünce ve iradenin açığa çıkartılmasının, tüm egemenlik sistemlerine karşı örgütlenme gücü ve mücadeleyi açığa çıkartarak geliştirmenin, yaşamın yeniden etik ve estetiğe kavuşturulmasının bilimi ve ideolojisi olmaktadırlar. Kapitalist modernitenin yaşamı anlamsızlaştırma, pozitivist bilim anlayışına karşı yeni bir sosyal bilim anlayışıyla tüm toplumsal yaşam ve örgütlenme alanlarını yeniden araştırma, irdeleme, tanımlama ve yapılandırma temelinde mücadeleyi esas almaktadır. Jineoloji bilimine dayalı Kadın Özgürlük İdeolojisi temelinde yaşamın yeniden kadın bakış açısı ile ele alınması, kadın aklı, yorumu ve analiziyle değerlendirilmesi ve inşa edilmesi amaçlanmaktadır. Bu temelde de başta yaşamın ve tarihin egemen erkek bilgisi, yorumu ve analizinden arındırılarak doğru temellere oturtulup yeniden ele alınması, kapitalist modernitenin de bu yeni bilim ve Kadın Özgürlük İdeolojisi temelinde çözümlenmesi, buna dayalı mücadeleyi geliştirilerek aşması temel hedef olmaktadır. Kuşkusuz kapitalist moderniteyi ve bir bütün ataerkil sistemi çözümleyip, eleştirmek ve gerçekliğini açığa çıkarmak kadar buna karşı alternatifler oluşturmak, alternatif örgütlenme ağları geliştirmek, yaşam alanları oluşturmak da önem taşımaktadır. Bu aynı zamanda özde bir kadın özgür toplumsallığı olan Demokratik Modernitenin de inşasını gerçekleştirmek anlamına gelmektedir. İktidarcı ve devletçi sistemi, bu sistemin son evresi olan kapitalist moderniteyi aşabilmek öncelikle onun tüm kurumsal yapılanma, örgütlenme ağlarından kurtulmak, bunları reddetmek ve demokratik ilke ve ölçülere dayalı bir yaşam anlayışını geliştirmekle mümkündür. Jineoloji ve Kadın Özgürlük İdeolojisi’nin temel hedefi de öncelikli olarak bu olmaktadır. Jineoloji böyle bir yaşamı geliştirmenin bilgisi, bilimi ve bilincini oluştururken, Kadın Özgürlük İdeolojisi de buna karşı mücadele etmenin düşünsel temellerini, yol, yöntem ve araçlarını, örgütlenme mekanizmalarını ve ağlarını geliştirmektedir. Bu temelde tüm yaşam alanlarının yeniden ele alınıp örgütlenmesi çalışmaları ve tartışmaları da gerçekleşmektedir. Toplumun kendi hakkında söz, tartışma, karar ve uygulama alanlarının oluşturulması, bu temelde kendi demokratik örgütlenme ağlarının geliştirilmesi önem taşımaktadır. Bu, bir egemen erkek sistemi olan devletçi ve iktidarcı yaşam anlayışı ve örgütlenme tarzını aşmak, kadın toplumsallığına dayalı yeniden özgür bir yaşam anlayışını geliştirmek demektir. Kadın özüne dayalı yaşam anlayışı demokratik yaşam anlayışıdır, komünal yaşam anlayışıdır. Bu açıdan kadına dayalı toplumsal yaşamın yeniden inşası bir tekel sistemi olan kapitalist modernitenin en karşıt kutbunda yer alan bir düşünce, bir sistem ve yaşam felsefesi olmaktadır. Rêber Apo, Jineoloji ve Kadın Özgürlük İdeolojisi’ni bu düşünce ve zihniyet yapılanmasına dayalı olarak geliştirmiştir. Dolaysıyla Jineoloji bilimi ve Kadın Özgürlük İdeolojisi’nin gelişmesi, güçlü örgütlenme ağlarına kavuşması, yaygınlaşması ve derinleşmesi de kapitalist yaşam anlayışı ve sisteminin aşılarak demokratik-özgür yaşamın gelişmesini getirecektir. Komünal ve eko-endüstriyel bir ekonomi anlayışının geliştirilmesi gerekmektedir Özgür yaşam alanlarının oluşturulmasının en önemli boyutlarından biri de ekonomi alanıdır. Kapitalist tekelciliğin hâkimiyetindeki ekonomi alanının yeniden özgür-eşitlikçi yaşam ölçüleri temelinde örgütlendirilmesi önem taşımaktadır. Bu temelde komünal ekonomi anlayışının kadın öncülüğünde yeniden örgütlendirilmesi de geliştirilmektedir. Bu konuda atılan belirli adımlar da olmuştur ve kadın emeği, çabası ve üretiminin komünal yaşam alanında ifade bulması kısmi de olsa gerçekleşmiştir. Yine aynı şekilde endüstriyalizmin kâr ve sermaye hırsıyla tarumar edilen ekolojinin korunması, ekolojik bilincin başta kadınlar olmak üzere toplumda geliştirilmesi önem taşımaktadır. Komünal ve eko-endüstriyel bir ekonomi anlayışının geliştirilmesi kadın özüne dayalı bir ekonomik anlayışa geri dönüşü de getirecektir. Paradigmamızın temel ayaklarından biri olan ekolojik bilincin geliştirilmesi, eko sistemin korunması, toplumsal ekolojinin yeniden sağlanmasıyla da bağlantılı bir durum olmaktadır. Kadın Özgürlük Hareketi bu açıdan toplumsal ekolojinin yeniden sağlanmasıyla bağlantılı olarak birinci doğanın da daha güçlü gözetilebileceğine ve ekolojik yaklaşımın gelişebileceğine inanmaktadır. Bu açıdan ekolojik sorunun özünün kadın ve erkek ilişkilerindeki dengesizliğe dayandığı, yine kaynağını buradan alarak tüm topluma uygulanan tahakküm anlayışından kaynaklandığı gerçekliği ele alınarak mücadele yürütülmektedir. Aynı şekilde kadının demografya konusunda söz ve karar sahibi olabilmesi için bilinç ve irade kazanması, bu konuda hem birinci hem de ikinci doğayı da gözeterek bir yaşam felsefesine kavuşması önem taşımaktadır. Bilinç kazanabilmek öncelikle bir eğitim olayı ve bilmeyle bağlantılı gelişebilecek bir durum olmaktadır. Kadının kendi varlığını erkeğin tekelinden çıkartarak başta bedenini kendisine ait kılması, egemenlik aracı olarak kullanılmasını engellemesi gerekmektedir. Bu konuda özellikle Jineoloji biliminin önemli çalışmaları, bilinç kazandırmaya yönelik eğitsel örgütlenmeleri vb. girişimleri de bulunmaktadır. Elbette ki kadın kadar erkeğin de bilinç kazanması, kapitalist sistemin bir çarkı olmayı reddetmesi de önem taşımaktadır, yani bu konuda toplumun genel olarak bilince kavuşturulması önceliklidir. Aşırı nüfus artışının önünün alınması hem toplumsal hem de ekolojik yaşamın, kadın sağlığının korunması açısından önem taşıdığı kadar, aynı zamanda ulus devlet ve kapitalist sistemin sürekli bir tehdit aracı olarak hazırda tutarak toplumu ve emekçi kesimi hizaya getirdiği yedek ekonomik ve potansiyel militarist gücün önüne geçmeyi de getirecektir. Kadının bu vb. tüm alanlarda kendisini yeniden ifade kavuşturarak örgütlenmesi ahlaki ve politik toplumun yeniden açığa çıkarılmasını getireceği gibi, aynı zamanda kapitalist modernitenin karşısında güçlü alternatif bir sistem oluşturarak yeni bir toplumsal inşayı da açığa çıkaracaktır. Kadın Özgürlük Hareketi de Jineoloji ve Kadın Özgürlük İdeolojisi temelinde bu toplumsal inşayı gerçekleştirmenin mücadelesini vermekte, bu bilinç ve örgütlülüğü tüm kadınlara taşırmayı hedeflemektedir. Esas olarak toplumsal sorunların aşılması, kapitalist modernitenin karşısında demokratik modernitenin güçlü inşası da yeniden kadın öncülüğünde toplumun güçlü bir özgürlük bilincine kavuşmasıyla, bu bilinç temelinde mücadele yürütmesiyle ve kendisini her alanda örgütlü kılmasıyla mümkün olacaktır. | ||
© 2021 Serxwebûn |