Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
22. yılda komploya ve tecride karşı topyekûn özgürlük direnişini zafer çizgisinde geliştirelim!Sibat 2020
PKK Yürütme Komitesi Değerli Yoldaşlar, ‘Kürt Soykırım Günü’ olan 15 Şubat Uluslararası Komplo’sunun ve komploya karşı büyük özgürlük direnişinin 22. yılına giriyoruz. Hareket ve halk olarak 21 yıldır Önder Apo öncülüğünde Uluslararası Komplo saldırılarına karşı tarihi bir direniş yürütüyoruz. Bu temelde öncelikle bu kahramanlık direnişinin yaratıcısı Önder Apo’yu ve tarihi İmralı Direnişi öncülüğünde gerçekleşen halkımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesini selamlıyoruz. ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan, 21 yıldır Önder Apo’yu sahiplenen ve savunan kahraman şehitlerimizi saygı, sevgi ve minnetle anıyoruz. 22. yılda Önderlik ve şehitler çizgisinde daha doğru ve kararlı bir biçimde yürüyerek Uluslararası Komplo’yu ve onu temsil eden İmralı işkence ve tecrit sistemini yenilgiye uğratıp tarihe gömme hedef ve irademizi bir kez daha ifade ediyoruz. Bu vesileyle, komploya karşı direnişin 7. yıldönümünde İmralı işkence ve tecrit sistemiyle birlikte yaşamama ve bu sistemi yerle bir etme çağrısı yaparak 1-2 Şubat gecesi bedenini ateşe veren PKK Yeniden İnşa Komitesi üyesi Viyan Soran Yoldaşı da saygı ve minnetle anıyoruz. Her ne kadar uyguladığı yöntemi benimsemesek de, yaptığı tarihi çağrının büyük önemini derinden idrak ediyoruz. Komploya karşı direnişin 22. yılında hareket ve halk olarak Viyan Soran Yoldaşın çağrısına her zamankinden çok daha güçlü bir biçimde sahip çıkacağımızı ve pratikleştireceğimizi belirtiyoruz. Bu temelde 3. dönem partileşmemizin öncülerinden olan Viyan Soran Yoldaşı şehadetinin 14. yıldönümünde bir kez daha anıyor, amacını başarma ve anısını yaşatma sözümüzü yineliyoruz. Değerli Yoldaşlar, Halkımızın ‘Kara Gün’ olarak tanımladığı 15 Şubat Komplosunu 21. yıldönümünü yaşıyoruz. Yani hareketimiz ve halkımız için bu 22. ‘Kara Şubat’ oluyor. Bu temelde her yerde Uluslararası Komploya karşı eylemler gelişiyor. Komployu kendi içinde yenmekten tutalım da Uluslararası Komplocu sistemi, onu var eden zihniyet ve siyaseti yok etmeyi hedefleyen gerilla ve halk eylemlerine kadar dört parça Kürdistan ve yurtdışında tarihi önemde eylemler gerçekleşiyor. Hareketimiz ve halkımız 22. yılda Uluslararası Komplo’yu kesin yenilgiye uğratıp tarihe gömme iddia ve iradesini bu temelde net bir biçimde ortaya koyuyor. Ancak Uluslararası Komployu ve onu temsil eden İmralı işkence ve tecrit sistemini parçalayıp yenilgiye uğratarak yok etme temelinde var ve özgür olacağına, insanlığın tarihi özgürlük yürüyüşüne önemli bir katkı sunacağına inanıyor. Çünkü Uluslararası Komplo Kürt soykırım sistemini temsil ediyor, Kürt halkını yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasetin uluslararası düzeyde örgütlü ve planlı bir saldırısı oluyor. Kürt’ü yok sayan, yok etmek isteyen zihniyet ve siyasetin son planlı saldırısı: Uluslararası Komplo Bu temelde Uluslararası Komplo’yu küresel kapitalist sistemin öncülüğü olan ABD yönetiminin kararlaştırıp planlayarak uygulamaya koyduğunu biliyoruz. Yine söz konusu öncülüğün, Uluslararası Komplo’yu başarıya götürebilmek için bütün iktidar ve devlet güçlerini komploda ihtiyaç duyduğu oranda kullandığını da biliyoruz. Böylece Uluslararası Komplo, Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasetin son planlı saldırısı olarak tarihin en ağır katliam ve soykırımı olma gerçeğini ifade ediyor. Böyle bir saldırganlığın Önder Apo’nun imhasını ve ona dayanarak PKK’nin tasfiyesini amaçladığını, bunlara dayanarak da Kürt düşmanı soykırım zihniyet ve siyasetini başarıya götürmeyi hedeflediğini çok iyi biliyoruz. Bu bakımdan 22. yılına girerken hareket ve halk olarak Uluslararası Komplo gerçeğini mevcut gelişmeler temelinde tekrar tekrar irdeleyip bilince çıkarmamız ve komplo karşısında özgür birey ve demokratik toplum olarak nasıl durmamız gerektiğini yeniden değerlendirmemiz büyük önem taşıyor. Kısaca Uluslararası Komplo deyip geçmemek gerekiyor. Nelere dayandığını, kimler tarafından kararlaştırıldığını, nasıl planlandığını, amaçlarının ve hedeflerinin neler olduğunu, nasıl yürütüldüğünü, nasıl amansız bir imha saldırganlığı olduğunu çok iyi bilince çıkarmamız gerekiyor. Buradan baktığımızda, kuşkusuz Uluslararası Komplo’nun, küresel sistemin ortaya çıkardığı Kürt soykırımı gerçeğine bağlı olduğunu, onu başarıya götürmek amacını taşıdığını net bir biçimde görüyoruz. Ne zamanki Kürt’ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasete dur diyen ve onun yerine Kürt varlığını ve özgürlüğünü geçiren bir Önderlik, parti ve mücadele ortaya çıkıyorsa, işte o zaman söz konusu bu düşünsel ve pratik gelişmeye Uluslararası Komplo dediğimiz saldırı dayatılıyor. Çok iyi biliyoruz ki, Önder Apo gerçeği Kürt halkının varlık ve özgürlüğünün temsil edilmesi oluyor. Hem de en zor koşullarda, sıfırdan başlanarak en küçük bir duyguyu, düşünceyi, örgütü, eylemi, imkânı iğne ucuyla kuyu kazarcasına bir çabayla ortaya çıkartmayı ifade ediyor. Dikkat edilirse ABD öncülüğündeki küresel kapitalist sistemin ‘Uluslararası Komplo’ diye tanımladığımız saldırısı da işte böyle bir Önderlik gelişimini ortadan kaldırmayı amaçlıyor ve hedefliyor. Uluslararası Komplo saldırısının bütün oklarını Önder Apo’ya yöneltmiş olması kesinlikle bu anlama geliyor. Çok açık ki, Önder Apo şahsında saldırılan esas güç Kürt halk gerçekliği ve Kürt özgürlüğüdür; Kürt özgürlüğüne dayalı olarak Ortadoğu’nun demokratikleşmesi ve insanlığın tarihi özgürlük ve demokrasi yürüyüşünün gelişmesidir. Dolayısıyla Uluslararası Komplo, Kürt varlığına bir düşmanlık ve saldırıdır, Kürt’ün özgürlüğüne saldırıdır. Uluslararası Komplo, Ortadoğu halklarının demokratikleşmesine ve demokratik birliğine yöneltilen saldırıdır. Uluslararası Komplo insanlığın özgürlük ve demokratik yaşamına yöneltilmiş en vahşi saldırı olmaktadır. Tüm bu değerlerin temsili olarak ortaya çıkan Önder Apo gerçeğini hedeflemesi onun stratejik ve ideolojik amaçlarını net bir biçimde ortaya koymaktadır. 21 yılda Ortadoğu ve Kürdistan adeta bir kan gölü haline getirilmiştir Bilindiği gibi, Uluslararası Komplo somut olarak 9 Ekim 1998 günü Önder Apo’nun Suriye’den çıkartılmasıyla başlatılmış, Rusya’dan Avrupa’ya ve oradan da Afrika’ya kadar uzanan tarihin en büyük takibi dört ayı aşkın süreyle yürütülmüştür. Böyle bir saldırı ile Önder Apo’nun imhası hedeflenmiş ve buna dayanılarak da Kürt halkının özgürlük öncüsü olan PKK’nin tasfiyesi gerçekleştirilerek Kürt Soykırımı’nın önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmak istenmiştir. Bu temelde Kürt Soykırımı’nın başarıya götürülmesi hedeflenmiştir. Dikkat edilirse, uluslararası komplocu güçler gerçekten de oldukça planlı ve örgütlü bir biçimde hareket etmişlerdir. Kendileri açısından gerçekleştirilebilecek en uygun bir saldırı stratejisini ortaya çıkartıp uygulamaya koymuşlardır. Kürt Soykırımı’nı gerçekleştirerek Ortadoğu’yu daha çok bölüp-parçalama, faşist diktatörlükler altında yaşar hale getirme, yaşamı tüm insanlığa zehir etme hedefi gütmüşlerdir. Uluslararası Komplo saldırısı altında geçen 21 yıl içerisinde Ortadoğu’da ve Kürdistan’da yaşananlar ortadadır. Ortadoğu’nun demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü yönündeki bütün çabalar engellenip boşa çıkartılırken, bu 21 yılda Ortadoğu ve Kürdistan adeta bir kan gölü haline getirilmiştir. Kürt sorununun özgürlükçü demokratik çözümü engellenmiş, Ortadoğu’daki demokratik gelişmeler boğulmuş, insanlığın özgürlük umutları karartılmaya çalışılmıştır. Başta Kürtler olmak üzere Ortadoğu halkları binlerce evladını böyle bir ağır kriz ve çatışma ortamında şehit vermiştir. Sonuçta Kürt özgürlüğü ve Ortadoğu demokrasisi engellenmiş, ama başta silah tekelleri olmak üzere tüm tekelci sermaye güçleri kârlarını onlarca kat artırmışlardır. Kürt ve Ortadoğu halklarının kanı üzerinden göbeklerini şişirmişlerdir. Adeta kan emici birer vampir olduklarını net bir biçimde ortaya koymuşlardır. Şimdi 15 Şubat komplosu ve komploya karşı tarihi direnişin yeni bir yılına girerken tüm bu gerçeklikleri, tarihsel süreç içerisinde yaşanan olayları, bunların ne anlama geldiğini, kimler tarafından yapıldığını, bunlara karşı nasıl durulup mücadele edildiğini ve bundan sonra da nasıl mücadele edilmesi gerektiğini her zamankinden daha fazla sorgulayıp, bilince çıkartmamız gerektiği açıktır. Değerli Yoldaşlar, Bilindiği gibi, Uluslararası Komplo saldırısı somut olarak 9 Ekim 1998 günü Önder Apo’nun Suriye’den çıkartılmasıyla başlatılmış olsa da, ondan önceki süreçte de 1990’ların başından itibaren böyle bir saldırının hazırlanması durumu vardır. Yine söz konusu saldırının Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı ve Kürt halkının soykırıma tabi tutulması olan Kürt sorunuyla bağlı olduğu da bilinmektedir. Geçen 21 yıllık süreç içerisinde geliştirilen özgürlük ve demokrasi mücadelesi karşısında çok değişik biçimler alarak, yeni yeni planlamalara kavuşturularak uygulanmaya ve başarılmaya çalışılmıştır. Örneğin 9 Ekim 1998 gününden itibaren Önder Apo’nun komplocu yöntemlerle imhası ve buna dayanılarak Kürt halkının özgürlük öncüsü olan PKK’nin tasfiye edilmesi hedeflenmiştir. Tabii bunların gerçekleştirilmesine dayalı olarak da Kürt Soykırımı’nın tamamlanması hedefi güdülmüştür. Ancak bu komplocu imha saldırılarına karşı Önder Apo’nun geliştirdiği çok dikkatli ve duyarlı bir duruş ve mücadele, yine Hareketimizin ve halkımızın ‘Güneşimizi Karartamazsınız’ şiarı temelinde Önder Apo etrafında kenetlenmesi söz konusu imha hedefini boşa çıkartmış ve başarısız kılmıştır. Karanlık yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyeceğini anlayan komplocu güçler, yöntem değiştirerek ve yeni bir planlama yaparak 15 Şubat 1999 komplosunu ortaya çıkartmışlardır. Dikkat edilirse, Kürt Soykırımı ve PKK’nin tasfiyesi ve Önder Apo’nun imhası hedefinden vazgeçmemişlerdir; sadece komplocu yöntemlerle Önder Apo’yu imha edemeyince yöntem değiştirmek, kendilerine yeni imha yöntemleri bulmak zorunda kalmışlardır. 15 Şubat Komplosu’yla buldukları ve seçtikleri imha yöntemiyse çok açık ki idam yöntemi olmuştur. 15 Şubat 1999 günü çeşitli kirli pazarlıklar temelinde ABD yönetiminin Önder Apo’yu TC devletine teslim etmesinin temel amacı kesinlikle bu tarzda bir imhanın gerçekleştirilmesidir. Bu temelde sonu gelmez bir Kürt-Türk savaşı yaratmak ve bundan çıkar sağlamak istemişlerdir. Ancak Önder Apo, uluslararası komplocu güçlerin söz konusu idam yöntemlerine karşı da çok duyarlı ve yaratıcı bir temelde ve onu boşa çıkartıp başarısız kılmayı hedefleyen güçlü bir duruş ve mücadele geliştirmiştir. Önder Apo’nun idamı boşa çıkartmaya dönük tarihi duruş ve direnişine Hareketimiz ve halkımız da daha doğru ve etkili yöntemlerle sahip çıkıp katılım göstermiş, böylece komplocu güçlerin idam planları da boşa çıkartılıp başarısız kılınmıştır. Önder Apo, Kürt varlığı ve özgürlüğünü hedeflediği kadar, Uluslararası Komplo’nun Türkiye demokrasisini ve birliğini de hedeflediğini ortaya koyarak ve bu temelde Türkiye kamuoyunda önemli bir duyarlılık yaratmayı başararak, komplocu güçlerin sonsuz bir Türk-Kürt çatışması yaratmayı hedefleyen idam yöntemlerini de başarısız kılmayı bilmiştir. İmralı Mücadelesi Dikkat edilirse, böyle bir tutum ve direniş temelinde idam da önlenmiş, ancak komplocu güçler, Önder Apo’nun imhası ve PKK’nin tasfiyesi hedefinden vazgeçmemişlerdir. Önder Apo’nun komplocu yöntemlerle ve idam yöntemiyle fiziki imhasını gerçekleştiremeyince, bu sefer İmralı tecrit ve işkence sistemi içerisine alıp, çürütme politikasıyla ideolojik ve siyasi imhasını gerçekleştirmek istemişlerdir. Böylece tarihin en ağır fiziki ve psikolojik baskı, işkence ve tecrit ortamında Önder Apo’yu düşünemez, yeni düşünceler geliştiremez, dolayısıyla mücadele edemez duruma getirmeyi, bu temelde PKK’yi ve Kürt halkını Önderliksiz kılarak mücadele edemez duruma düşürüp parçalanır ve tasfiye olur hale getirmeyi hedeflemişlerdir. İmralı çürütme politikasının hedefi kesinlikle budur. İmralı işkence ve tecrit sistemi tamamen bir ideolojik ve siyasi tasfiye sistemidir. Önder Apo’nun deyimiyle Uluslararası Komplo’da gardiyanlık rolü verilen Türk egemenleri, Önder Apo’ya ve PKK’ye karşı İmralı tecrit ve işkence sistemi temelinde mücadele etmeyi kendi çıkarları açısından daha uygun bulmuşlardır. İdamı durdurmaları ve İmralı çürütme politikasını gündeme getirmeleri tamamen bu temeldedir ve böyle bir amaca bağlıdır. Ortalama insan aklı İmralı işkence ve tecrit sistemine karşı mücadele edilip başarılı olunamayacağını sansa da, Önder Apo’nun dehası, disiplini ve yaratıcılığı söz konusu işkence ve tecrit koşullarında da çalışıp mücadele edebilmeyi ve zafer kazanmayı öngörmüştür. Koşullar çok ağır ve imkânlar yok denecek kadar az olsa da Önder Apo düşmanın dayattığı İmralı mücadelesini kabul etmiş, böyle bir mücadeleyi yürütüp başarılı sonuçlar alacağına inanmış, Hareketimizi ve halkımızı böyle bir mücadele etrafında kenetlenmeye ve bu mücadeleyi destekleyip yürütmeye çağırmıştır. Hareketimiz ve halkımız da Önder Apo’nun bu çağrısına olumlu yanıt vermiş, böylece İmralı çürütme politikasına karşı ve komployu yenilgiye uğratma amacı temelinde tarihi İmralı mücadelesi ortaya çıkmıştır. Önder Apo, çok zor ve imkânı az koşullarda da olsa insan üstü bir çabayla yeniden bir araştırma ve inceleme çalışması yürütmüş, Uluslararası Komplo’yu anlama ve onu yenilgiye uğratmanın yol ve yöntemlerini bulma yönünde bütünlüklü ve derinlikli bir düşünce yoğunlaşması yaşamış ve ortaya çıkardığı yeni düşünceleri ‘Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa’ adlı savunmasında kapsamlı bir teorik çözümlemeye kavuşturmuştur. Söz konusu çözümlemede ‘Demokratik Ortadoğu ve Özgür Kürdistan’ çözüm formülünü geliştirerek, Kürt sorununun Ortadoğu çapında demokratik çözümünün teorisini ve programını ortaya çıkarmıştır. Önder Apo’nun geliştirdiği bu yeni teori ve program, Uluslararası Komplo güçlerinin İmralı çürütme politikasını başarıya götürmekle görevlendirdiği Bülent Ecevit’in, ‘Kürt sorununun Avrupa Birliği’ne giriş çerçevesinde ve bireysel haklar temelindeki çözüm programını’ yerle bir etmiştir. Nitekim komplocu güçler, Önder Apo’nun geliştirdiği ‘Demokratik Ortadoğu ve Özgür Kürdistan’ çözümü karşısında Ecevit’in bireysel haklara dayalı Kürt çözümünün hiçbir geçerliliğinin olmayacağını anlayınca, kısa bir anda Ecevit hükümetini düşürmüşler ve yerine İslam ümmeti ve İslam kardeşliği temelinde Kürt toplumunu aldatabileceğini düşündükleri AKP iktidarını Uluslararası Komplo saldırısını başarıya götürmek üzere görevlendirmişlerdir. AKP iktidarı, 2002 sonundan itibaren aldığı bu görevi 2003-2005 yılları arasında bir yandan ‘İslam Ümmeti Birliği’ kandırmacasını geliştirerek, diğer yandan PKK’ye içten tasfiyeci-provokatif bir çizgi dayatıp PKK’yi bölüp-parçalamaya çalışarak uygulamaya koymak ve başarmak için yoğun çaba harcamıştır. Buna karşı Önder Apo, ‘Bir Halkı Savunmak’ isimli savunmasıyla cevap vermiş, bir yandan tasfiyeciliği teşhir ederken, diğer yandan paradigma değişimi temelinde geliştirdiği Kürt sorununun Demokratik Konfederalizm çizgisindeki çözümüyle AKP’nin İslam ümmeti anlayışını boşa çıkartmayı başarmıştır. 21 yıllık büyük mücadele ve ortaya çıkan mevcut sonuç tarihi öneme sahiptir Devlet + demokrasi formülü temelinde Kürt sorununun çözümünü öngören Demokratik Konfederalizm Sistemi, PKK ve Kürt halkı tarafından güçlü bir biçimde sahiplenilince, uluslararası komplo güçlerinin AKP eliyle komployu başarıya götürme planları da bozulmuş, bu temelde AKP de Uluslararası Komplo’yu yürütmede başarısız kalmıştır. Nitekim Kürt sorununun Demokratik Konfederalizm temelindeki çözümü etrafında PKK kendisini yeniden eğitmiş, programlamış, örgütlemiş ve 2005 yazına kadar yeniden yapılanmasını tamamlamıştır. Kendini Demokratik Konfederalizm çizgisinde yeniden yapılandırarak, Uluslararası Komplo’ya karşı ve komployu yenilgiye uğratmayı hedefleyen yeni bir mücadele süreci içerisine girmiştir. AKP sahtekârlığı temelinde de PKK’nin imha ve tasfiye edilemeyeceğini gören uluslararası komplocu güçler, yeniden durum değerlendirmesi yaparak, 23 Ağustos 2005 tarihinden itibaren PKK’ye karşı yeniden topyekûn özel savaş konsepti temelinde imha ve tasfiye planlarını uygulamaya koymak zorunda kalmışlardır. Nitekim 2005 tarihinden bu yana süreç içerisinde çeşitli taktik ateşkesler gündeme gelmiş olsa da uluslararası komplocu sistem, topyekûn özel savaş konsepti temelinde PKK öncülüğünü ve Kürt halkının direnişini imha ve tasfiye etmeyi hedefleyen bir saldırıyı yürütmüştür ve hala da çok çeşitli yöntemlerle ve ittifaklar temelinde yürütmeye çalışmaktadır. Buna karşı Önder Apo, PKK ve Kürt halkı da söz konusu topyekûn faşist-soykırımcı saldırıları boşa çıkartmayı hedefleyen ve son derece yaratıcı, zengin yöntemler içeren bir topyekûn devrimci direnişi geliştirmiştir ve bugün de söz konusu direniş, dört parça Kürdistan ve yurtdışında Uluslararası Komplo’yu yenilgiye uğratma, komplonun temsilini yapan İmralı işkence ve tecrit sistemini parçalama, Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması temelinde Kürt sorununu çözüme götürme hedefi doğrultusunda kararlılıkla sürmektedir. Kuşkusuz 21 yıldır yaşanan bu büyük mücadele ve ortaya çıkan mevcut sonuç tarihi öneme sahiptir. Hiç kimse bu durumu hafife alamaz, basit göremez ve mevcut sonuçlara yüzeysel ve ucuz yaklaşamaz. Kim ki öyle yaklaşmak isterse kesinlikle somuttan koparak yanılgıya düşer. Fakat gerçek böyle olmakla birlikte, bu 21 yıllık mücadelenin de doğru değerlendirilmesi, çeşitli aşamalarında yaşananların gerçekçi analiz edilmesi, doğruları ve başarıları kadar hataları ve başarısızlıklarının da ortaya çıkartılarak doğru ve yeterli bir eleştirel-özeleştirel yaklaşımın geliştirilmesi kesinlikle gereklidir. Biz bu durumu bundan önceki yıldönümlerinde de zaman zaman gündemleştirerek gerçekleştirmeye çalıştık. Örneğin 21 yıl boyunca Uluslararası Komplo saldırganlığına karşı direnişin tarihi önemde olduğunu, hiçbir zaman küçümsenip hafife alınamayacağını, ortaya çıkartılan sonuçların insanlığın özgür ve demokratik yaşam umutlarını güçlü bir biçimde canlı tuttuğunu belirttik. Bunlar önemli görüşlerdi ve gerçekliği ifade ediyorlardı. Fakat şu hususları da değerlendirdik ki, Uluslararası Komplo ve komploya karşı mücadelede yeni bir yıla girerken bunları yeniden ifade etmekte kesinlikle yarar var: Evet, bir günde Önder Apo’yu imha etmeyi, altı ayda PKK’yi tasfiye etmeyi ve Kürt Soykırımı’nı başarmayı hedefleyen, Uluslararası Komployu 21 yıldır başarısız kılmış olmanın kendisi tarihin en büyük başarılarından birisidir. Bunu hiç kimse yadsıyamaz ve de görmezden gelemez. 21 yıldır küresel kapitalist sistemin komplocu saldırılarını boşa çıkartıp, başarısız kılmış olmak Kürdistan Özgürlük Hareketinin tarihi başarısına işaret etmektedir. Bu gerçeği bu temelde görüp ifade etmemiz gereklidir. Çünkü saldırı hafif ve tek yanlı değildir. Dikkat edelim, sıradan bir saldırı değil, bir soykırım saldırısıdır. Katliam ve imhaları hedefleyen, bu yöntemlerle yürütülen bir saldırıdır. Yine saldırı bir gücün, iki gücün, üç gücün değil, iktidar ve devletçi sistemin son modernitesi olan kapitalist modernitenin ABD-İsrail-İngiltere öncülüğü temelinde planlayarak, tüm iktidar ve devlet güçlerinin ve onlara bağlı çete örgütlenmelerinin ortaklaşa ve birlikte yürüttükleri bir saldırıdır. Gerçekten de saldırı katliamcıdır, imhacıdır, soykırımcıdır, küresel düzeydedir ve topyekûndur. Önder Apo’yu, PKK’yi, Kürt halkının varlık ve özgürlük mücadelesini hedefleyen Uluslararası Komplo saldırısı işte bu düzeyde bir imha ve tasfiye saldırısıdır. O nedenle, sadece kendi öz gücüne dayanarak, büyük bir cesaret ve fedakârlıkla ve her gün şehitler vererek Kürt halkının geliştirdiği direnişin bu komplocu saldırıları 21 yıldır boşa çıkartmış ve başarısız kılmış olması, hala buna karşı büyük mücadele yürütür konumda bulunması, bu temelde Kürt sorununu çözme, Kürt varlık ve özgürlük mücadelesini zafere taşıma umut ve amaçlarını her zamankinden daha güçlü bir biçimde canlı tutuyor olması büyük bir başarıyı ve gelişmeyi ifade etmektedir. Öncelikle bunu doğru anlamak ve tüm boyutlarıyla vurgulamak kesinlikle gerekir. Fakat diğer yandan biz şunu da değerlendirmiştik: Tabii 21 yıl az bir süre değil, uzun bir tarihi süreci ifade ediyor. Dolayısıyla bu kadar uzun bir sürede yürütülen mücadele eğer daha yaratıcı ve etkili yol ve yöntemlerle geliştirilmiş olsaydı, kuşkusuz sonuçları çok daha ileri düzeyde olabilirdi. Uluslararası Komplo çoktan yenilerek tarihin çöp sepetine atılabilirdi. İmralı işkence ve tecrit sistemi yıllar öncesinden paramparça edilerek Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması sağlanabilirdi. Önder Apo şunu ifade etti: “PKK doğru çizgide altı ay savaşsa yenemeyeceği düşman yoktur, çözemeyeceği sorun yoktur” dedi. Dikkat edelim, 21 yıl 42 tane altı ay yapıyor. Demek ki izlenen mücadele yöntemlerinde hatalar ve yetersizlikler vardır, eksiklikler çoktur. Zayıf bir mücadele yürütülmüştür. Kendi örgütledikleri yargı kurumlarında bile artık PKK’yi mahkûm edemiyorlar Tabii biz şunu da çok iyi biliyoruz ki, komplocu güçler de Önder Apo’yu İmralı işkence ve tecrit sistemi altında tutarak PKK’nin altı ay içerisinde tasfiye olacağını hesaplıyorlardı. Fakat aradan 42 altı ay geçti, ama PKK dimdik ayakta ve özgürlük mücadelesine öncülük ediyor; dört parça Kürdistan’a yayılmaktan da öteye ulusal sınırları aşarak Ortadoğu bölgesine yayılmış, hatta bölgesel sınırları da aşarak küresel bir özgürlük ve demokrasi hareketi haline gelmeyi başarmış bulunuyor. İşte DAİŞ karşısında Kürt halkının yürüttüğü tarihi kahramanlık mücadelesinin sonuçları ortadadır. 1 Kasım Dünya Kobanê Günü’nde ve 2 Kasım Dünya Rojava Günü’nde dünyanın dört bir yanında gelişen etkinliklerde görüldü ki, Önder Apo’nun özgürlük ve demokrasi çizgisi başta kadınlar ve gençler olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki tüm işçi ve emekçiler tarafından dikkatle izleniyor, okunuyor, inceleniyor, benimseniyor. Böyle bir bilinç temelinde örgütlenerek eyleme geçiliyor. İnsanlık Kürt halkını, Kürt Özgürlük Mücadelesini ve Önder Apo gerçeğini daha yakından tanıyor, sahipleniyor ve soykırımcı-komplocu saldırılara karşı Kürt halkının mücadelesiyle dayanışma içine giriyor. Kürt halkının özgürlük mücadelesini dört bir yanda geliştirdiği eylemlerle destekliyor. Dolayısıyla PKK’yi altı ayda tasfiye edeceğini sanan komplocu güçler 42 tane altı ay geçtikten sonra Kürdistan sınırlarını da aşarak tüm dünyada kadınların, gençlerin, işçi ve emekçilerin, ezilen halkların özgürlüğünü ve demokrasisini isteyen bir PKK’yle karşı karşıya kalmış bulunuyorlar. Öyle ki artık mızrak çuvala sığmıyor. Yalanla, dolanla PKK’yi karalamak, PKK’ye karşı saldırı yürütmek de mümkün olmuyor. Kendi örgütledikleri yargı kurumlarında bile artık PKK’yi mahkûm edemiyorlar. Tam tersine PKK’ye karşı yürüttükleri saldırılar nedeniyle, Kürt halkı üzerinde uyguladıkları baskı ve soykırım nedeniyle kendi örgütledikleri hukuk kurumları bile kendilerini mahkûm eden kararlar almak zorunda kalıyor. İşte gerçek bu düzeye ulaşmış durumdadır. Gelişmenin bir boyutu bu temeldedir. Fakat yukarda da ifade ettiğimiz gibi, eğer 21 yıl içerisinde Önderlik çizgisinde doğru ve etkili mücadele edilseydi kuşkusuz gelişmeler mevcut durumu kat kat aşacaktı. Şu an yenilmeyen, bölgeye ve dünyaya yayılan ve direnen bir özgürlük hareketinin mücadelesinden bahsediyoruz. Geçen süreçte eğer Apocu çizgide doğru ve yeterli mücadele edilseydi, o zaman sadece dört bir yanda mücadele eden bir hareketten değil, Kürdistan’ın farklı alanlarında ve Ortadoğu’nun değişik yerlerinde büyük zaferler kazanmış bir hareketten söz edecektik; birçok alanda Demokratik Ulus inşaları geliştirmiş, Demokratik Konfederalizmler örgütlemiş olan bir gelişmeyle karşı karşıya kalacaktık. İnsanlığı Üçüncü Dünya Savaşı’ndan çıkartacak bir bölge ve dünya demokratik devrimi, demokratik konfederalizm hareketi zafer yolunda ilerliyor olacaktı. Dikkat edilirse bu süreçlerin henüz başındayız. Bu anlamda gelişmeler dardır, sınırlıdır. Önderlik çizgisinin ve gösterilen kahramanlığın gereklerine uygun ve yeterli değildir. Bu bakımdan da ciddi bir eleştirel-özeleştirel sorgulamaya ihtiyaç var. Geçen 21 yıllık mücadelenin derslerini derinliğine çıkartıp özümsemek üzere bu pratiği Önderlik çizgisinde derinliğine eleştirel-özeleştirel sorgulamadan geçirmemiz zorunludur. Bunu herkes yapmalıdır, ama herkesten daha çok da Apocu militanlar, PKK’nin kadro ve sempatizanları yapmalıdır. Önderlik çizgisinin esas alınması temelinde derinliğine bu pratiğin analizini geliştirmeli, başarıları kadar yetersizliklerini de görmeli, söz konusu yetersizlikleri ortaya çıkartan hata ve yanılgıları bulup onları mutlaka düzeltmeyi bilmelidir. Uluslararası Komplo’ya karşı 22. yıl mücadelesinin büyük başarıları böyle bir eleştirel-özeleştirel yenilenmeye, netleşmeye ve kararlaşmaya bağlıdır. Tüm yoldaşlar Şubat ayı boyunca böyle derin bir sorgulamayı mutlaka yapabilmelidir. 21 yıllık tarihi mücadelenin zengin derslerini çıkartarak kendilerini yenileyip 22. yıl mücadelesini bu temelde planlayıp yürütmeyi öngörmelidirler. 22. Şubat ayında Uluslararası Komplo’yu yenme ve İmralı işkence ve tecrit sistemini parçalama hedefiyle yeni bir mücadele hamlesini kesinlikle başlatmalılar. Bunu her alandaki komiteler daha derin bir bilinçle, daha yüksek bir kararlılıkla, daha güçlü bir zafer inancı ve azmiyle yürütebilmeliler. Eğer hepimiz böyle yaparsak inanalım ki, 22. yıl İmralı işkence ve tecrit sisteminin paramparça edildiği, Uluslararası Komplo’nun yenilgiye uğratıldığı, Kürdistan’ın özgürlüğü ve Ortadoğu’nun demokratikleşmesi temelinde yeni bir dünyanın yaratılması için büyük gelişmelerin yaşandığı bir yıl olacaktır. Sovyetler Birliği’den sonra kapitalizmin kriz ve savaş gerçeği Değerli Yoldaşlar, Çok açık ki yaşadığımız tarihsel sürece ve güncel siyasi gelişmelere biraz daha kapsamlı ve ayrıntılı bakmakta büyük yarar vardır. Nitekim biz Uluslararası Komplo’nun Kürt sorunuyla bağlı olduğunu, komployu planlayıp yürütenlerin Kürt sorununu yaratan güçler olduğunu söyledik. Tabi Kürt sorunu da Birinci Dünya Savaşı içerisinde küresel kapitalist modernite sistemi tarafından ortaya çıkartılmış bir sorun olduğuna göre, o halde Uluslararası Komplo da dünya savaşıyla bağlantılıdır. Buradan ele alıp baktığımızda geçen yüzyılı ve Üçüncü Dünya Savaşı ile Uluslararası Komplo’nun bağını daha doğru anlayıp çözümleyebiliriz. Çok iyi biliyoruz ki, geçen yüzyıl içerisinde askeri çatışmaların yoğunlaştığı dönemler oldu, hafiflediği dönemler oldu. Askeri çatışmaların yoğunlaştığı dönemlere dünya savaşı dönemi dendi, hafiflediği dönemler ise kapitalizmin krizinin, bunalımının azaldığı dönemler olarak değerlendirildi. Fakat geçen yüzyıla bütünlüklü baktığımızda biz şu gerçekleri de net bir biçimde görüyoruz: Aslında kapitalizm demek esas olarak ‘kriz, kaos, çelişki ve çatışma’ demektir. Kapitalist sömürü sistemi ancak baskıyla, terörle, katliam ve savaşla yürütülebilir ve yaşatılabilir. Bu bakımdan da aslında kapitalizmin krizsiz ve kaossuz hali yok gibidir, çatışmasız ve savaşsız bir durumu ve dönemi söz konusu değildir. Eğer geçen yüzyıllık dönem içerisinde ara ara bu tür durumlar görülmüşse, bunun kapitalizmin karakterinden ziyade Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi temelinde ortaya çıkan gelişmelere dayalı olarak yaşanmış olduğunu şimdi çok daha iyi görüyoruz. Bu bakımdan da Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden itibaren kapitalizmin kriz, kaos, çatışma ve savaş gerçeğinin çok daha net açığa çıktığını ve 30 yıldır devam ettiğini, söz konusu savaştan çıkış emareleri de gösteremediğini yine daha net bir biçimde görüp, anlıyoruz. Bütün bunlardan şu sonuçları rahatlıkla çıkartabiliriz: Madem ki Kürt sorunu küresel kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı bir sorunsa, bugün de söz konusu sorunu ayakta tutan güç aynı güçtür. Yine madem ki Kürt sorunu bir dünya savaşı içerisinde ortaya çıkmışsa, kendisi savaş demek olan kapitalist sistemin varlığı içerisinde sürekli bir savaşla söz konusu sorun var edilebilmektedir. Bu da bizi, Uluslararası Komplo’yla Üçüncü Dünya Savaşı’nın iç içe gelişmekte olduğu sonucuna götürmektedir. Bu çerçevede yeni bir yıldönümünde Uluslararası Komplo saldırısını değerlendirirken, kuşkusuz onu Üçüncü Dünya Savaşı’nın 30 yıllık gelişim süreci içerisinde ele almak ve değerlendirmek daha doğru ve sonuç verici olacaktır. Hele hele içinde bulunduğumuz süreçte Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni bir aşamaya girmekte olduğu dikkate alınırsa, o zaman mevcut siyasi-askeri gelişmeleri böyle bir bakışla ele almak hem 30 yıllık tarihsel süreci daha doğru ve derinlikli anlamamıza ve hem de güncel siyasi-askeri gelişmeleri doğru çözümleyerek olası gelişmeleri doğruya yakın kestirmemize yol açacaktır. Bu temelde ele aldığımızda da Üçüncü Dünya Savaşı’nın ve Uluslararası Komplo’nun 30 yıllık tarihsel gelişimini şu şekilde bir ifadeye kavuşturabiliriz: Bilindiği gibi, Üçüncü Dünya Savaşı Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle başlamıştır. Somut olarak savaşı başlatan olay, 2 Ağustos 1990 günü Saddam Hüseyin yönetimi tarafından Kuveyt’in işgal edilmesiyle başlatılan Körfez Krizi ve arkasından gelişen Körfez Savaşı olayıdır. Bunlar temelinde ABD, ‘Yeni Dünya Düzeni’ adı altında yeni bir planlama geliştirmiş, Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgalini gerekçe yaparak yüzbinlerce askeri gücünü Ortadoğu’ya sevk edip Ortadoğu’nun hassas noktalarını askeri denetim altına alan bir mevzilenmeyi ortaya çıkarmıştır. Derler ki ‘bir olaydan en fazla kim fayda görüyorsa söz konusu olayın arkasında o gücü aramak gerekir.’ Kuşkusuz 2 Ağustos 1990 Kuveyt’i işgal saldırısını Saddam Hüseyin yönetimi kararlaştırmış ve uygulamıştır. Fakat söz konusu saldırıdan en çok yararlanan güç ise ABD olmuştur. O halde Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt işgalinin ABD tarafından bir biçimde teşvik edilmiş, yönlendirilmiş olduğunu değerlendirmek çok da hatalı olmamaktadır. Nitekim geçen sürece baktığımızda bu tür durumları bir kere değil, birçok kez görüyoruz. Çünkü El-Kaide’nin 11 Eylül 2001 tarihli İkiz Kule Saldırısı da buna benzer bir olay oluyor. ABD’nin daha büyük bir askeri güçle ve işgal temelinde Afganistan ve Irak üzerinden Ortadoğu’ya askeri yöneliminin önünü açmış bulunuyor. O halde tıpkı Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgali gibi, El-Kaide’nin Amerika’daki İkiz Kulelere saldırısı da ABD’nin Ortadoğu işgalinin önünü açan, zeminini hazırlayan, gerekçesini oluşturan bir olay oluyor. Dahası sanki önceden planlanmış gibi, mevcut olaylar karşısında ABD yönetiminin de son derece hızlı, hazırlıklı davrandığını ve bu temelde yaklaşım göstererek hareket ettiğini görüyoruz. Böylece Körfez Krizi ve savaşıyla ABD yönetimi, kapitalist modernite sistemi adına ‘Yeni Dünya Düzeni’ olarak adlandırdığı stratejisini uygulama zemini buluyor. Bu stratejiyi bazıları ‘Amerika İmparatorluğu’nun yaratılması olarak da tanımladı. ABD’nin, ‘Tek süper güç’ haline gelmekte olduğunu söyleyenler de oldu. Fakat Önder Apo bunların tersine görüş belirtti. “Güçlü ABD, Sovyetler Birliği’yle çatışan ABD’dir” dedi. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle dünyada bloklaşmanın ortadan kalkmasının dünya genelinde çelişki ve çatışmaları daha çok açığa çıkaracağını ve bunun da özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin önünü daha fazla açacağını değerlendirdi. Nitekim geçen 30 yıla baktığımızda yaşananlar çok büyük ölçüde Önder Apo’nun düşünceleri temelinde gerçekleşti. Yaptığı değerlendirmeler çok büyük ölçüde pratikte gerçeklik buldu. Kısaca Üçüncü Dünya Savaşı, Ortadoğu’nun statükocu güçlerinin eylemiyle başlamış gibi görünse de, aslında küresel kapitalist modernite sisteminin bir saldırısı olarak ortaya çıktı. Küresel kapitalist modernite sistemi adına da kuşkusuz söz konusu saldırıları birinci derecede yürüten güç Amerika Birleşik Devletleri oldu. Bu bakımdan küresel sermaye sistemiyle ulus devlet statükoculuğu arasında yaşanan bir çatışma biçiminde değerlendirdiğimiz Üçüncü Dünya Savaşı’nın, esas itibariyle bir ABD müdahalesi ve saldırganlığı olduğunu söyleyebiliriz. Çok açık ki söz konusu saldırganlık da Ortadoğu’ya dönük ekonomik, siyasi ve askeri müdahale biçiminde yaşanmıştır. Kuşkusuz geçen süreçte ABD’nin Ortadoğu dışındaki diğer bölgelere yönelik de ekonomik, siyasi ve askeri saldırıları gelişmiştir. Örneğin Balkanlar’a, Doğu Avrupa’ya, Kafkasya’ya, Doğu Asya’ya, Afrika’ya, Latin Amerika’ya dönük çok çeşitli ABD müdahaleleri yaşanmıştır. Fakat bunlar parça parça ve dönemsel olaylar olarak gerçekleşmiştir. Süreklilik arz eden, 30 yıla yayılan, başat olan müdahale ve saldırı ise Ortadoğu’ya dönük olandır. Bu da Saddam Hüseyin yönetiminin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalini gerekçe yaparak, ABD’nin Ortadoğu’ya dönük ekonomik, siyasi ve askeri müdahalesi ve saldırısı biçiminde yaşanmıştır. Başlangıcı da böyledir, nitekim günümüzde yaşananın da böyle olduğu açık bir gerçektir. Aslında Üçüncü Dünya Savaşı bir ABD saldırısı, küresel sermaye sisteminin bir saldırısıdır. Buna karşı ulus devlet statükoculuğu da bir direnç içerisindedir. Kendisini var etmek, korumak, en azından sistemin yeniden yapılanma sürecinde de kendilerini yaşatmak isteyen bir direnci ifade etmektedir. Bunun da esas itibariyle yine Birinci Dünya Savaşı sürecinde ve sonrasında Ortadoğu’da dış güçler, küresel sermaye güçleri tarafından oluşturulmuş olan ulus devlet güçlerince temsil edildiği ortadadır. Çeşitli Arap ulus devlet yapıları bir direnç göstermiş olsalar da, Üçüncü Dünya Savaşı’nın statükocu ulus devlet direncini gösteren esas güçlerin TC ve İran devletleri olduğu açıktır. Nitekim Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt’i işgaliyle başlatılmış olan savaş, bugün ABD’nin İran’a dönük doğrudan askeri saldırılar yapması biçiminde devam eder hale gelmiştir. 2018 Kasım’ından bu yana ağırlaştırılan ekonomik ambargoları ve İran’a bağlı birçok güce dönük ABD ve İsrail tarafından geliştirilen askeri saldırıları bu temelde değerlendirmek gerekir ki, söz konusu saldırılar 2020 yılı başında Bağdat’ta İranlı General Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesiyle askeri bakımdan en üst düzeye ulaşmıştır. 3. Dünya Savaşı ve onun Uluslararası Komplo ile bağı Şimdi bu temelde 30 yıllık Üçüncü Dünya Savaşı sürecine ve bunun Uluslararası Komplo’yla bağına baktığımızda aslında şunları görmekteyiz: En başta savaş Ortadoğu’ya dönük ABD müdahalesiyle başlamış, oradan dünyanın değişik alanlarına yönelik müdahale olarak yaşanmıştır. Bu süreç bütünlüklü olsa da aslında birkaç aşamadan geçmiştir. Birinci aşamayı, ABD’nin Körfez Savaşı’yla birlikte Ortadoğu’yu denetim altına alması, Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat etrafında denetler bir pozisyon kazanması, buna dayalı olarak bir yandan ‘Oslo Barış Süreci’ adı altında Filistin Devrimi’ne tasfiyeyi dayatırken, diğer yandan ‘Çekiç Güç Operasyonu’ ile PKK’nin Başûrê Kurdistan’a girişini önleyip PKK’yi Bakurê Kurdistan’da sınırlandırarak Kürdistan Devrimi’ni kuşatma altına alması, Ortadoğu’nun bu temelde belli bir denetim altına alınmasına dayalı olarak da Balkanlar’da, Kafkasya’da, Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da 20. yüzyıl boyunca Ekim Devrimi’ne dayalı olarak küresel sermaye karşıtı oluşmuş gelişmeleri ekonomik, siyasi ve askeri müdahalelerle ortadan kaldırma, sistemin içine çekme, ABD öncülüğündeki küresel kapitalist modernite sistemine bir biçimde entegre etme saldırılarının sürdürülmesi biçiminde tanımlayabiliriz. Bu durum 1990’lı yıllar boyunca devam etmiş ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın birinci aşamasını oluşturmuştur. Aslında ABD’nin Ortadoğu müdahalesi temelinde bütün dünyada Yeni Dünya Düzeni Stratejisi temelinde ekonomik, siyasi ve askeri saldırılar yürüttüğü ve sonuçlar aldığı bir dönemdir. ABD’nin dünyanın diğer alanlarında önemli sonuçlar alması bu saldırıyla gerçekleşmiştir. Ortadoğu’da ise belli bir denetim kurma sağlanmıştır. Filistin Devrimi’ne ‘barış süreci’ dayatılıp tasfiye edilerek ve Kürdistan Özgürlük Devrimi’nin de Başûr’a yayılımı engellenerek, aslında küresel kapitalist sistem kendine karşıt olası devrimsel gelişmelerin önünü almaya çalışmıştır. Bu temelde ‘Çekiç Güç Operasyonu’ ile PKK’nin Başûrê Kurdistan’a yayılması engellenirken, Kürdistan Devrimi bir tür kuşatmaya alınmış olmaktadır. Başûrê Kurdistan yönetiminin oluşturulması, TC’yle ittifaka sokulması, böyle bir ittifak temelinde 1992 Güney Savaşı’yla sınır üzerinde gerilla üslenmesinin darbelenmesi bu durumu ifade etmektedir. Bütün bunları aslında Uluslararası Komplo’nun başlangıcı olarak da değerlendirebiliriz. Daha somut olarak Uluslararası Komplo saldırısını başlatmak için zemin hazırlama, ortam yaratma ve hazırlık yapma olarak ifade etmek mümkündür. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ikinci aşamasını, El-Kaide’nin Amerika’daki İkiz Kule saldırısı ardından ABD’nin Afganistan ve Irak’a dönük askeri müdahale ve işgalleriyle Saddam Hüseyin yönetiminin tümden yıkılması temelinde bölgeye dönük geliştirilen yeni bir saldırı ve müdahale dalgası süreci olarak tanımlayabiliriz. Nitekim ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi Afganistan ve Irak üzerinden gerçekleşmiş, ama söz konusu askeri saldırılara dayanarak ABD yönetimi ekonomik ve siyasi alanda bölgenin tüm güçlerine çeşitli biçimlerde müdahalelerde bulunmuştur. Bu biçimde, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından ‘Şer Üçgeni’ olarak tanımladığı Suriye-Irak-İran eksenini, Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat’ta yıkarak ortasından yarmıştır. ABD müdahalesiyle Afganistan’da Taliban yönetiminin sınırlandırılması ve Irak’ta Saddam Hüseyin yönetiminin yıkılması biçiminde somutlaşan bu ikinci ABD saldırı sürecinin, esas olarak 9 Ekim 1998’den itibaren Önder Apo’ya dönük Uluslararası Komplo saldırısıyla başlatılmış olduğu açık bir gerçektir. Her ne kadar söz konusu saldırı ve müdahale Afganistan ve Irak savaşlarıyla ete-kemiğe bürünmüş, bunun yolu da 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısıyla açılmışsa da, aslında böyle bir askeri saldırıyı yapabilmek için ABD, Uluslararası Komplo saldırısıyla Kürdistan’da hazırlık yapmıştır. Dikkat edilirse, ABD müdahalesi 1991 savaşında Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmayı gerçekleştirmemiştir. Halbuki bunu gerçekleştirmeye gücü vardı. İstese Kuveyt’ten başlattığı saldırıyı Bağdat’ta Saddam Hüseyin yönetiminin tümden yıkımına kadar götürebilirdi. Fakat götürmedi, tersine 2003’e kadar Saddam Hüseyin yönetiminin yaşamasına izin verdi. Neden? Çünkü onun varlığıyla bir tür denge kurdu. Saddam Hüseyin yönetiminin 1991’de yıkılmasının ortaya çıkartacağı Ortadoğu gerçeğine dönük yeterince hazırlığı yoktu. Saddam Hüseyin yönetiminin yıkılmasının Irak’ta ve bölgede yaratacağı boşluktan örneğin Filistin Devrimi’nin, yine Kürdistan Devrimi’nin yararlanmasından korktu. Bu temelde sistem karşıtı devrimci-demokratik gelişmelerin yaşanıp bölgede etkili olacağından korktuğu için Saddam Hüseyin yönetimini yıkmadı ve 2003’e kadar yaşamasına izin verdi. Nitekim ‘Oslo Barış Süreci’yle Filistin Devrimi’ni iyice tasfiyeye uğratıp zayıf düşürdükten, yine ‘Çekiç Güç Operasyonu’yla Kürdistan Devrimi’ni Bakurê Kurdistan’la sınırlandırıp ve ardından da 9 Ekim 1998 ve 15 Şubat 1999 komplosuyla Önder Apo’yu İmralı işkence ve tecrit sistemi altına aldıktan sonra Saddam Hüseyin yönetimini yıkma gücünü gösterdi. Çok açık ki, söz konusu bu olaylar birbirleriyle etle-tırnak gibi bağlıdır. Önder Apo’nun, ABD tarafından Türkiye’ye teslim edilmesi, Saddam Hüseyin yönetimini yıkma saldırısında TC’nin ABD’ye destek vermesi karşılığında olmuştur. MİT ve CIA arasında böyle bir pazarlık ve anlaşma yapıldıktan sonra 15 Şubat komplosu gerçekleşmiştir. Hatta şunu bile biliyoruz: Dönemin TC Başbakanı Bülent Ecevit’in 15 Şubat günü saat 12’de CIA temsilcilerine ‘Saddam Hüseyin yönetimine yöneltilecek bir ABD saldırısına Türkiye’nin destek vereceği’ sözünü ve güvencesini vermesi ardından 5 saat sonra CIA Önder Apo’yu MİT ve Türk Kontrgerillasına Kenya’da teslim etmiştir. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ikinci aşamasında, söz konusu savaşla Uluslararası Komplo bu denli iç içe geçen ve birlikte geliştirilen bir süreç olmuştur. Üçüncü Dünya Savaşı’nın üçüncü aşamasını, 2010’dan itibaren Arap sahasında faşist ulus devlet diktatörlüklerine karşı halkların geliştirdiği ‘Arap Baharı’ denen sürece ABD ve yine diğer küresel sermaye güçlerinin müdahalelerinin gelişimi biçiminde tanımlayabiliriz. 2010’dan itibaren başlayan bu süreç genelde 2017-2018’e kadar devam etmiştir. Aslında ABD, askeri müdahaleyle Afganistan’da ve Irak’ta zorla başardığını, söz konusu ‘Arap Baharı’ denen kitle hareketlerine dayanarak ve onları kullanarak daha kolay başarmak istemiştir. Nitekim Afganistan ve Irak savaşlarının sonuçları ortadadır. Hala ABD başarılı bir sonuca gidememiştir. Her ne kadar Bağdat’ta Saddam Hüseyin yönetimini yıkmış olsa da, Irak işgali ABD’ye pahalıya mal olmuştur. Binlerce askeri kayıp ortaya çıkmıştır. ABD’nin itibarı ciddi biçimde sarsılmıştır. Bir de Irak üzerinde doğrudan ordusuyla askeri denetim sağlamakta ABD ciddi biçimde zorlanmıştır. Merkezi devlet yapılanmasını parçalamanın devrimci-demokratik gelişmelere zemin oluşturduğunu ve imkân verdiğini, yine parçalanmalar yaratıp denetimi zorlaştırdığını gören ABD, benzer bir yöntemi başka ülkelere uygulayamaz duruma düşmüştür. Böyle bir ortamda, 2010’dan itibaren ‘Arap Baharı’ adı altında gelişen kitle hareketleri ABD için bulunmaz bir ortam yaratmıştır. Nitekim onlardan yararlanmaya çalışarak, Tunus ve Mısır’dan başlamak üzere hemen bütün Arap ülkelerinde var olan yönetimlerin bir biçimde değişimine yol açılmıştır. Mısır’da Hüsnü Mübarek yönetimi bu temelde devrilmiş, ardından gelen İhvan-ı Müslimin yönetimi ordu darbesiyle devrilerek bu süreçte Mısır yönetimi ABD’nin istediği bir yapıya kavuşturulmuştur. Yemen’de çatışmalar geliştirilmiş, Libya’da Muammer Kaddafi yönetimi devrilmiş, tüm bu çatışmalı süreç Suriye’de derin bir iç savaşa dönüşerek odaklanmıştır. Irak’taki durumun daha çok kontrol edilir hale gelmesi ve Suriye’deki mevcut BAAS yönetiminin daha da zayıflatılması için DAİŞ saldırganlığı ortaya çıkartılmış, vahşi bir saldırganlık temelinde gelişen DAİŞ’i kontrol altına almak için de Kürtlerle uzlaşmak, Kürt Özgürlük Hareketiyle taktik düzeyde de olsa belli bir ilişkiye girerek hareket etmek zorunda kalınmıştır. Açıkça görülüyor ki ABD, Arap Baharı hareketinden, hedeflediği yönetimleri yıkma temelinde yararlanmıştır. Fakat bunları yaparken Irak’ta ve Suriye’de İran etkinliği gelişmiş, İran’a dayalı olarak Haşdi Şabi milis örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Diğer yandan ise, Uluslararası Komplo’yla imha ve tasfiye etmek istediği Kürt Özgürlük Hareketiyle geçici de olsa bir taktik ilişki kurmak zorunda kalmıştır. Bu taktik ilişki de Kürdistan Özgürlük Hareketinin daha çok gelişmesine, insanlığa ilham veren Rojava Özgürlük Devrimi’nin gerçekleşmesine yol açmıştır. Aslında sürecin ve de tarihin en ilginç gelişmelerinden birisi bu olmuştur. Birinci ve ikinci dönemde en çok karşı karşıya gelen güçler, bu üçüncü dönemde taktik düzeyde de olsa birbiriyle ilişkilenmek, hem ilişki ve hem de mücadele içinde olmak durumunda kalmışlardır. Daha çok da imha ve tasfiye etmek için Kürt Özgürlük Hareketine saldıran ABD, bu dönemde bir biçimde Kürtlerle ilişkilenmek, bir yandan ileri düzeyde gelişim sağlamalarını engellemeye, bu temelde TC’ye destek verip PKK’ye karşı etkin saldırılar yürütmeye çalışırken, diğer yandan DAİŞ’e karşı savaşta Kürt Özgürlük Hareketiyle bir biçimde ilişki ve ittifak içine girmek durumunda olmuştur. Bu da Ortadoğu’nun en devrimci ve özgürlükçü gücü olarak Kürdistan Özgürlük Hareketinin daha çok gelişip güçlenmesine, Önder Apo’nun düşüncelerinin bölgede daha fazla yayılmasına yol açmıştır. Bu durumun ve bu temelde yaşanmış olan ilişki, çatışma ve çelişki diyalektiğinin doğru anlaşılmasına kesinlikle ihtiyaç vardır. Söz konusu ilişki ve gelişme önemli ve olumlu olmuştur, ama bu tek yanlı ve çatışmasız değildir. O bakımdan tek yanlı yaklaşımlar yanlıştır ve zarar vericidir. Öyle olmak yerine çok yönlü yaklaşabilmek ve söz konusu durumu nedenleri ve sonuçlarıyla daha doğru ve gerçekçi anlayabilmek kesinlikle gereklidir. Özgürlük Hareketimize yönelik saldırı geliştirme ihtimalleri güçlü bir biçimde vardır Değerli Yoldaşlar, Çok açık ki, Reqa’da DAİŞ çetelerinin yenilgisi ardından başlayan süreci, aslında Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni bir aşaması ve dördüncü dönemi olarak görmek gerekiyor. Tabii bu da özünde yeni bir ABD saldırısı oluyor. Söz konusu bu saldırı da esas olarak DAİŞ’e karşı mücadelede ortaya çıkartılan kazanımları ABD denetimi altına almayı ve İran’a karşı doğrudan mücadele etmeyi hedefliyor. Bu temelde, gelişen Kürt etkinliği, yeni bir milis gücü olarak örgütlendirilen Haşdi Şabi ve İran doğrudan ABD’nin hedefi oluyor. Nitekim ABD yönetimi, ‘Şer Üçgeni’ olarak tanımladığı Irak ve Suriye ardından, bu sefer de ekonomik, siyasi ve askeri saldırılarının hedefine doğrudan İran’ı koyuyor. Bir tür açıktan ABD-İran savaşı gelişiyor diyebiliriz. Aslında Kerkûk olayını, Efrîn işgalini, Haşdi Şabi’ye dönük ABD ve İsrail saldırılarını, 2018 yılında İran’a dönük ağırlaştırılan ABD ambargosunu, yine 6 Kasım’da yönetimimize ilişkin ABD’nin aldığı tutuklama kararını ve en son 1 Ekim 2019 tarihinden itibaren Lübnan’da, Irak’ta, İran içinde gelişen hareketlenmeleri, 9 Ekim tarihinden itibaren TC’nin Girê Spî ve Serêkaniyê’ye dönük işgal saldırılarını ve yılbaşında ABD tarafından İranlı General Kasım Süleymani’nin vurulmasını bu temelde ele almak ve değerlendirmek anlamlı oluyor. Nasıl ki küresel sermaye sistemi adına ABD, bir yandan Saddam Hüseyin yönetimine müdahale eder ve Irak’a savaş açarken, bir yandan da Kürt Özgürlük Hareketini sınırlandırıp imha etmeyi ve Önder Apo’ya saldırıyı planının bir parçası yaptıysa; şimdi de İran’a karşı saldırılarını doğrudan yöneltirken, yine PKK’yi saldırılarının temel bir hedefi yapmaktadır. Çünkü Irak’a saldırırken ortaya çıkacak boşluktan PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük Hareketinin yararlanacağını hesap ediyor, bu tür bir gelişmeden çok korktuğu için onu engelleyici tedbirler almak istiyordu. Şimdi de İran’la mücadele ederken ortaya çıkacak olası boşluklardan yine Kürt Özgürlük Hareketinin yararlanabileceğini ve gelişme sağlayabileceğini hesap ederek, bunu engellemek ve böylesi bir gelişmenin önünü alabilmek için doğrudan PKK’yi de hedefleri arasına alıyor. Bu temelde PKK’ye dönük saldırılarda AKP-MHP faşizmine çok yoğun bir siyasi ve askeri destek verdiğini, 2018 Kasım’ından bu yana KDP’yle birlikte YNK’yi de TC saldırılarına dâhil edip Özgürlük Hareketimize karşı çok yönlü bir saldırının geliştirilmesini sağladığını biliyoruz. Demek ki şimdi Kasım Süleymani suikastıyla birlikte ABD-İran gerginliği doruğa ulaşır ve en keskin bir savaş halini alırken, başta ABD olmak üzere birçok tarafın Özgürlük Hareketimize yönelik saldırı geliştirme ihtimalleri güçlü bir biçimde vardır. Bu gerçekleri görüp, öncelikle buna göre gerekli tedbirleri hareket olarak almamız lazımdır. Diğer yandan, saldırı tehdidi ve tehlikesi kadar, söz konusu artan çatışma durumu Özgürlük Mücadelemizi geliştirmek için daha fazla imkân ve fırsat da ortaya çıkartmaktadır. Tabii bundan yararlanmayı bilecek yaklaşımları, projeleri ve pratiği de daha şimdiden hazırlayıp geliştirmemiz önemlidir. Bir de her iki taraf da sert bir çatışma içerisine girdikleri için daha çok ilişki ve ittifaka ihtiyaç duyacaklardır. Bu anlamda imha amaçlı saldırılara ağırlık verme yanında, bunun tersi olarak uzlaşma, tarafsız kılma, hatta zayıf da olsa bazı ilişkilere yönelme yaklaşımları da ortaya çıkabilir. Bunları da daha şimdiden görüp anlamamız ve bu tür ihtimallerin oluşması durumunda Özgürlük Hareketimizin çıkarına bunları ustalıkla değerlendirmeyi bilmemiz gereklidir. ABD-İran çatışması doğrudan yürütülen bir savaş haline gelmiştir Kısaca; Kasım Süleymani suikastı, 40 yıllık ABD-İran çatışması ile 30 yıllık Üçüncü Dünya Savaşı’nı yeni ve daha önemli bir aşamaya getirmiştir. Şimdiye kadar iki taraf da daha çok dış hatlarda, farklı güçlere dayanarak bu mücadeleyi yürütürken, şimdi artık doğrudan İran üzerinde ve devlet güçleri resmen ve fiilen kullanılarak bu savaş yürütülür hale gelmiştir. Kasım Süleymani suikastı ABD-İran savaşını bir vesayet savaşı olmaktan çıkartarak, her iki devletin resmi güçleri ile doğrudan sürdürülen ve Üçüncü Dünya Savaşı’nı siyasi gerginlik ve askeri çatışma bakımından en üst noktaya taşıyan bir olay olmuştur. Artık ok yaydan çıkmış, ABD-İran çatışması doğrudan yürütülen bir savaş haline gelmiştir. Belli ki artık bunun geri dönüşü yoktur. Dolayısıyla taraflar güçlerini seferber ederek, kendileri için yararlı gördükleri yol ve yöntemleri kullanarak, daha önemlisi de bölgenin siyasi güçlerini kendine müttefik yapmaya çalışarak bu savaşı etkili sürdürmek ve başarılı sonuca ulaştırmak isteyecektir. Ancak bunun nasıl geliştirileceği ve ne tür sonuçlar vereceği kuşkusuz daha şimdiden net bir biçimde görülememektedir. Ama Ortadoğu’nun böyle bir savaş süreci içerisine girdiği, dolayısıyla Üçüncü Dünya Savaşı’nda en yoğun, karmaşık ve derin bir noktaya ulaşıldığı tartışma götürmez bir gerçektir. Nitekim 40 yıldır iki taraf öyle bir gerginlik ve bloklaşma yaratmışlardır ki, neredeyse her şeyi kendilerine bağlı kılmak isteyen, dolayısıyla Ortadoğu’daki çelişki ve çatışmaları adeta tıkatan, donduran, bu temelde sorunların çözümünü engelleyen bir durum ortaya çıkartmışlardır. Şimdi gelinen doğrudan çatışma durumu işte bu tıkanmaların aşılması, var olan sorunların çözüm yollarının devreye girmesi açısından daha önemli ve anlamlı olabilir. Ancak çok daha şiddetli askeri çatışmalara da yol açabilir. Bu anlamda başta İran halkları olmak üzere Ortadoğu’nun değişik alanlarındaki halk güçleri, şiddetlenen bu savaşın ağır yükünü, acısını, tahribatını yaşayabilir ve zarar görebilir. Kuşkusuz bu ihtimaller de vardır ve bunlar halklar açısından tasvip edilecek, olumlanacak durumlar değildir. Elbette hiç kimse böyle olmasını istemez ve bunun bir tarafı olmaya da çalışmaz. Sorunların böyle şiddetli ve zarar verici savaşlarla çözümlenmesi halklar açısından doğru değildir. Halklar ve tüm ezilenler açısından en doğru olan ve en çok tercih edilen yöntem demokratik siyasetin çözüm gücü olmasıdır. Kuşkusuz bu belirttiklerimiz olasılıklardır. Nitekim tarafların süreci nasıl götürmek isteyeceği konusu henüz tam net değildir. Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mühendis’in ABD tarafından vurulması, kuşkusuz İran’a karşı güçlü bir ABD darbesi olmuştur. Oldukça da cüretkâr bir saldırı olduğunu insan rahatlıkla söyleyebilir. En üstten İran hedeflerine saldırı yapmış olma anlamına gelmektedir ki, dikkat edilirse saldırı hedefine ulaşmış, ABD bu temelde İran’a gerçekten de ağır bir askeri darbe vurmayı başarmıştır. Diğer yandan, başta ABD başkanı Trump olmak üzere tüm yetkililer, saldırı tehditlerini sürekli yenileyerek İran’ı ve İran yanlılarını ağır bir psikolojik baskı altına almaya çalışmaktadır. İran’ın şiddet kullanması karşılığında askeri saldırıları daha çok artıracaklarını ifade etmektedirler. Bu bir psikolojik saldırı olduğu kadar, İran’ın benzer saldırı yapması durumunda ABD’nin içine gireceği bir somut tutum olarak görülebilir. Çünkü Kasım Süleymani’yi vurma kararı alan ve pratiğini geliştiren bir ABD’nin, artık geri adım atması ve savaşın dozajını düşürmesi söz konusu olamaz. Öyle yaparsa zaten savaşı kaybetme durumuna düşer. Bu bakımdan ABD’nin saldırgan bir pozisyonda olduğu ve bu tutumunu İran’ın tavrına göre sürdürmeye çalıştığı açıktır. ABD, İran’a da doğrudan bir askeri müdahalede bulunmak istememektedir Fakat ABD yaklaşımlarında tehditkâr tutum esas olmakla birlikte, bazı sınırlamalar da görülmektedir. Örneğin İran’ın iç yapısını doğrudan hedeflememektedir. Kasım Süleymani ve Haşdi Şabi komutanlığına yöneltilen saldırı, ABD yönetiminin, İran’ın, İran sınırları dışında ve Ortadoğu’nun değişik yerlerindeki gücünü ve etkinliğini hedeflediğini ortaya koymaktadır. Bu da gösteriyor ki, ABD İran’ı vurup dağıtmak istememektedir. İran’ın Ortadoğu’da hegemonik bir güç olmasını engellemek, İran dışındaki güçlerini ezmek, tasfiye etmek, İran’ı kendi sınırları içerisine çekilmiş bir güç konumuna düşürmek ve böylece İsrail’i tehdit eder güç olmaktan çıkarmak istemektedir. Bu temelde ABD yönetimi, bir yandan tehditkâr bir üslup kullanılırken, diğer yandan İran’ı uzlaşmaya, görüşmeye, müzakereye davet etmektedir. Ayrıca mevcut İran yönetimini değiştirmek gibi bir düşüncesinin ve isteğinin olmadığını da taahhüt etmiş durundadır. Çok açık ki ABD, Afganistan ve Irak’a olduğu gibi, İran’a da doğrudan bir askeri müdahalede bulunma yöntemine başvurmak istememektedir. Diğer yandan, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde uyguladığı yöntemlere benzer yollar izlemek de istememektedir. ABD’nin İran saldırısının hedefleri, son pratikler ve açıklamalarla oldukça netleşmiş ve somutlaşmış durumdadır. Mevcut İran devlet yapısının dağılmasını, parçalanmasını ve çözülmesini istememektedir. Bundan İran yönetimi kadar ABD yönetiminin de korktuğu ve bunun için de temkinli davrandığı açığa çıkmaktadır. İfade ettiğimiz gibi, ABD’nin istemi, İran’ın kendi sınırları dışındaki ve Ortadoğu’nun değişik yerlerindeki güçlerinin kırılması, İran’ın kendi sınırları içerisine çekilmesi ve ABD’ye karşıt bir politika izlemekten vazgeçirilmesidir. Yani ABD’yle uzlaşan bir noktaya çekilmek istenmesidir. En azından mevcut söz ve pratik, ABD politik tutumunun böyle olduğunu göstermektedir. Tabi bir biçimde İran daraltılır ve ABD ile uzlaşmak zorunda bırakılırsa, böyle bir duruma getirilmiş güce karşı ABD nasıl davranır bilinmez. Diğer yandan, dikkat edilirse ABD her zaman bir düşman güçle savaşarak ayakta kalmaktadır. Zaten İkinci Dünya Savaşı ardından Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele temelinde küresel sermaye sisteminin liderliği haline gelmiştir. Bütün yapılanması, zihniyeti, siyaseti bir düşmanla çatışma biçiminde şekillenmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ardından İran, Irak ve Suriye’yi Sovyetler Birliği yerine düşman görerek ve onlarla mücadele temelinde son 30 yıldır kendi sistemini ve egemenliğini sürdürmüştür. Şimdi Irak ve Suriye’yi önemli ölçüde etkisiz hale getirmiş olduğunu düşünüyor. Mevcut baskı, tehdit ve saldırılarla İran’ı da etkisiz hale getirirse, o zaman ABD kendi siyasetini nasıl yürütecektir? Bir düşmanı olmadan ve çatışır vaziyette bulunmadan kendi mevcut siyasi sistemini sürdürebilecek midir? Sürdüremeyecekse, o zaman yeni dönemde kimi düşman yapacaktır? Belli ki bütün bunlar da net değildir. Aslında bütün bunlar, ABD’nin kendi içerisinde reform yapıp yapamama, kendini değiştirip değiştirememe, yenileyip yenileyememe, dolayısıyla küresel sermaye sisteminin mevcut kriz ve kaosunu hafifletip hafifletememe durumuna bağlıdır. Böyle bir değişim gösterebilecek midir, gösteremeyecek midir? Bunu gösterebilmek demokrasiye duyarlı hale gelmesi demektir ki, bu karakterinin zayıf olduğu ortadadır. Esas olan karakteri rekabet, çelişki ve çatışma, düşman belirleme, o düşmanlarla çatışma halinde kendi çıkar ve sömürü düzenini ayakta tutma ve sürdürme durumudur. Böyle olunca, İran savaşında belli bir sonuca gitse bile, bu durumun Üçüncü Dünya Savaşı’nın sonu haline gelip gelemeyeceği tam net değildir. Şimdiden görünen, bu durumun savaşın sonu haline gelme olasılığının zayıf, yeni düşmanlar edinme temelinde savaşın devam etme olasılığının daha güçlü olduğudur. Fakat küresel kapitalist sistem, iç çelişki ve çatışmalarını savaş düzeyinde geliştirerek de bir sonuca gidememektedir. Bu da kaos ve krizin ağırlığından, kapitalizmin temel karakterinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla kapitalist sistemin kaderi kendi elinde değildir. Tam tersine kapitalist modernite sisteminin kaderi, aslında sistem karşıtı ve sisteme alternatif biçimde gelişecek olan Demokratik Özerklik hareketlerine bağlıdır. Onların gelişim ve başarısı, insanlığı kapitalist sistemin bu düzeye getirdiği kriz, kaos, bunalım, çelişki ve çatışmadan kurtarabilecektir. İran da, ABD’yle bir çatışmaya girmek istemiyor Bunun karşısında tabii İran’ın tutumunun ne olacağı da dikkate alınmayı ve doğru değerlendirmeyi gerektirmektedir. İran’ın Kasım Süleymani saldırısıyla önemli bir darbe yediği açıktır. Söz konusu darbeyi, bir yandan pratik misillemeler yaparak, diğer yandan ABD karşıtlığını İran’daki ve dıştaki yandaşları içinde geliştirerek iç muhalefeti zayıflatmakta kullanmaya çalışmaktadır. Bu anlamda belli bir etkinlik geliştirdiği söylenebilir. Nitekim Kasım Süleymani saldırısından önce İran içerisinde kitlelerin rejime karşı gerçekten de etkili protesto eylemleri vardı. Yoğun gösteriler oluyordu. ABD ambargosu Hamaney yönetimini ciddi biçimde sarsmış ve zayıflatmıştı. Çok değişik arayışlar ve etkili kitle eylemleri, yine demokratikleşme talepleri bu temelde ortaya çıkıyordu. Fakat mevcut rejim, Kasım Süleymani suikasti ardından bu durumu ustaca kullanmaya çalışarak, kendine muhalif olan yaklaşımları zayıflatıp gerileterek, içte ABD karşıtı milliyetçi duyguları ve düşünceleri geliştirerek toplum üzerindeki etkinliğini belli bir düzeyde pekiştirdi. Gerçi Kasım Süleymani gibi bir generalin vurulmuş olması bir anlamda İran’ın zayıflığı gibi de göründü. Bu anlamda yönetimin etkinliğini kitleler nezdinde bir düzeyde sarstı. Fakat o sarsıntıyı da yoğun propagandayla ve ABD’ye yönelik misilleme eylemleriyle gidermeye çalışarak kendi etkinliğini belli ölçüde güçlendirdi. Ayrıca İran yaklaşımlarında şu da görülmektedir: Çok açık ve doğrudan bir savaş ilanı olmasına rağmen, İran yönetimi bunu böyle değerlendirmemiş ve savaş olarak kabul etmemiştir. Sadece bir saldırı olarak görmüştür. Dolayısıyla söz konusu saldırının misillemesini yapmayı, kendine vurulan darbenin karşılığı olarak ABD’ye darbe vurmayı hedeflemiştir. Tutumunun böyle olacağını ilan etmiştir. Başlı başına bu bile İran devletinin de ABD’yle çatışmaya girmek istemediğini, bundan kaçındığını, bu konuda oldukça dikkatli davrandığını göstermektedir. Diğer yandan, çeşitli İran yöneticileri tarafından misilleme tehditleri yanında görüşme ve uzlaşma çağrıları da yapılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, misilleme tehditleri daha çok içe hitap eden, toplum üzerindeki etkinliği geliştirmeyi hedefleyen, toplumda ABD karşıtı şoven-milliyetçi duyguları körüklemeyi amaç edinen bir tutum oluyor. Gerçekteyse aslında İran da ABD’yle bu durumda bir çatışmaya girmek istemiyor. Zaten şimdiye kadar 40 yıldır hep sınırları dışında ve kendi resmi güçleri dışındaki güçlerle ABD’ye karşı mücadele etti. Şimdi ABD’nin çatışmayı doğrudan İran sınırları içerisine sokma çabasını engellemek istiyor. Fakat mevcut haliyle İran yönetimi, ABD’yle hızlı bir uzlaşmaya girmeye hazır değildir. Bu anlamda belli ki mevcut durum bir süre devam edecektir. Karşılıklı sözlü atışma, savaş, ortamı gerginleştirme süreceği gibi, misillemeye dayalı darbe vurma amaçlı çatışmalı durum ABD’yle İran arasında bir süre yaşanacaktır. Peki bu süre kaç yıl devam eder? Kuşkusuz tam bir şey söylenemez. Ne tür çatışmalarla yaşanacağı üzerinde de fazla bir şey belirtilemez. Hatta tam böyle olacak da denemez. Yani farklı durumlar da ortaya çıkabilir. Mevcut durumu değiştiren çatışmalı ya da uzlaşmacı süreçler de gündeme gelebilir. Tarafları daha yoğunluklu bir savaş içerisine çekme durumu yaşanabileceği gibi, erken uzlaşmayı ortaya çıkartan gelişmeler de olabilir. Ama en güçlü olasılık, mevcut çatışmalı durumun devam edeceğidir. ABD kendi politik planlaması temelinde İran’ın sınırları dışındaki kollarını kırmak, gücünü yok etmek için saldırılarını sürdürecektir. Bu doğrultuda başta İngiltere olmak üzere Avrupa Birliği’nden daha fazla destek alacaktır. Yine Rusya’yı ve Çin’i de böyle bir politikayı destekler hale getirmek için çalışacaktır. Mevcut durumda İran, biraz da Rusya ve Çin’in duruşuna güvenmekte ve oraya dayanmaktadır. Zaten şimdiye kadar da böyle bir dayanak temelinde ayakta kaldı ve ABD karşıtı mevcut politik tutumu sürdürebildi. Şimdi Rusya ve Çin için önemli bir politik alan açılmış oluyor. Onlar da kuşkusuz bu çatışmayı kendi lehlerine değerlendirecekler. Belli ki Avrupa Birliği gibi ABD’ye istediği her türlü desteği vermeyecekler. Zaten mevcut gerginlik karşısında her iki güçten de yapılan açıklama gösterdi ki, çatışmanın derinleşmesinden, şiddetlenmesinden ve savaşın büyümesinden yana değiller. Dolayısıyla İran’ı savaşı büyütmemeye yöneltecekler, İran üzerinde böyle bir telkinde bulunacaklar; ama ABD karşısında erkenden yıkılmaması için de kuşkusuz çeşitli düzeylerde destek vereceklerdir. Kısaca İran’ın da sistem içerisinde bu biçimde destek alacağı güçler vardır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni aşaması yeni özellikler içermektedir Değerli Yoldaşlar, Uluslararası Komplo’nun ve komploya karşı tarihi özgürlük direnişimizin 22. yılına girerken, Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı doğrudan ABD-İran çatışması haline gelerek adeta doruk noktaya ulaşmıştır. ABD-İran savaşı diye ifade edeceğimiz bu çatışmalı süreç açık ki bir süre devam edecektir. En azından önümüzdeki yakın dönemin yoğunlaşmış ABD-İran savaşı içerisinde geçeceği açıktır. Dolayısıyla taraflar Ortadoğu’daki süreci daha çok şiddetlendirecekler ve Ortadoğu’da yaşanacak siyasi-askeri gelişmeleri daha fazla kendilerine bağlamaya çalışacaklardır. Ortadoğu’nun her alanındaki olaylara ABD-İran gerginliğini yansıtmaya ve hakim kılmaya çalışacakları gibi, Ortadoğu’daki tüm siyasi-askeri güçlere de söz konusu savaş temelinde taraf olmayı dayatacaklardır. Daha çok yanlarına güç çekerek, güç toplayarak karşı tarafı tecrit etme, daraltma, böylece savaşı kazanma siyaseti izleyeceklerdir. Bu durum, daha önceki süreçlerde de değerlendirdiğimiz gibi, Ortadoğu’da yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaygınlaşarak ve derinleşerek devam etmesi anlamına gelmektedir. Geçmiş süreçte hareket olarak biz, söz konusu bu savaşın yaygınlaşıp derinleşerek devam edeceğini, çatışmaların giderek İran sınırlarına doğru kayacağını değerlendirmiştik. Nitekim şimdi yaşanan gelişmeler, geçmişte bizim yaptığımız bu değerlendirmeler çerçevesinde olmuştur. Şimdi ABD-İran savaşının nasıl gelişeceği, ne zaman ve ne biçimde sonuçlanacağı tam belli olmasa da en azından önümüzdeki birkaç yıllık sürecin ABD-İran savaşı ve gerginliği temelinde yaşanacağı söylenebilir. O halde bu durum, ortaya çıkan yeni bir siyasi-askeri durumu ifade etmektedir ya da Ortadoğu’da 30 yıldır yaşanmakta olan Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni bir aşaması olarak yeni özellikler içermektedir. Dolayısıyla bizim de Kürt Özgürlük Hareketi olarak söz konusu gelişmeleri dikkate almamız, kendi mantığı ve bütünlüğü içerisinde değerlendirmemiz, ortaya çıkan tehditler kadar imkân ve fırsatları da görmemiz ve bunun gerektirdiği kararlaşmayı, planlamayı ve pratikleşmeyi gecikmeden ve anı anına gerçekleştirmemiz kesinlikle gereklidir. Bu temelde meseleyi ele alıp bütünlüklü bir biçimde baktığımızda öncelikle şunu görmekteyiz ki, iktidarcı ve devletçi sistemin son modernitesi olan kapitalist modernite sistemini, onun yarattığı Kürt sorununu, böyle bir sorunu çözme, Kürt varlığını ve özgürlüğünü gerçekleştirme mücadelesinde söz konusu sistemle ilişki ve çatışmalarımızı doğru anlama ve uygulama ihtiyacı kesinlikle vardır. Kuşkusuz Önderlik savunmaları temelinde biz, hareket olarak bu konuları çok fazla okuyoruz, tartışıyoruz, sözlü ve yazılı temelde propaganda etmeye çalışıyoruz, iktidar ve devlet gerçeği üzerinde duruyoruz, aynı biçimde kapitalist modernite sistemini tüm boyutlarıyla çözümlemeye çalışıyoruz. Bunun karşısında alternatif sistem olarak Önder Apo’nun tanımladığı Demokratik Modernite Kuramı’nı daha derinden ve bütünlüklü anlamaya, böyle bir sistemi örgütlemeye, bu temelde Demokratik Ulus mücadelesini her alanda geliştirmeye çalışıyoruz. Fakat yürüttüğümüz pratiğe dönüp baktığımızda, aslında bütün bu alanlara yaklaşımımızda oldukça dar, yüzeysel, eklektik, biçimsel, kendine göre yaklaşımların var olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Dahası kapitalist modernite sistemiyle Demokratik Modernite sistemini birbirine karıştırma durumu yaşanabiliyor. Demokratik Modernite bilinciyle kapitalist moderniteyi ele alıp değerlendireceğimiz ve onu kendi iç özellikleriyle çözümleyeceğimiz yerde kapitalist modernite sistemine de kendimiz gibi yaklaşma, onun iç yapısını da kendimize benzermiş gibi ele alma eğilimleri gözüküyor. Temel farklılık yeterince görülemiyor ve anlaşılamıyor. Kürt halkı ve Özgürlük Hareketi olarak böyle bir sistem karşısında durumumuz nedir? Biz bunun neresindeyiz? Bu sistemle ilişki ve çelişkimiz nasıldır? Bu durumlar yeterince bilinemiyor. Ayrıca Önder Apo’nun ifade ettiği, ‘Sistem içinden sisteme karşı Demokratik Moderniteyi inşa mücadelesini yürütme’ durumu doğru anlaşılamıyor ve etkili yürütülemiyor. Ya sistemin dışında kalma, sisteme cepheden tavır alma, sistemle bir cephe çatışmasına girme durumu yaşanıyor ya da sistem içerisinde erime, sistem içileşme, sisteme alternatif olunacağı yerde ona benzeme durumları yaşanıyor. Kısaca sistemle ne kadar ilişkilendiğimiz ve nasıl bir mücadele içerisinde olduğumuz gerçekliği doğru ve yeterli bir biçimde anlaşılamıyor ve bunun gerektirdiği politik ve pratik tutum gösterilemiyor. Söz konusu sistemle ilişkiye girilince ona karşı mücadele unutuluyor. Sistemle mücadele edeceğiz denince de bu sefer imkân ve fırsatlar oluştuğu halde ilişki kurma, ondan yararlanma gücü ve ustalığı gösterilemiyor. Komplo’yu yenilgiye uğratmak için, onu daha doğru ve yeterli anlamak gerekiyor Tabii şunu da unutmamamız gerekiyor: Tanımladığımız söz konusu sistem, yani küresel kapitalist modernite sistemi aynı zamanda Önder Apo’ya, Özgürlük Hareketimize ve halkımıza karşı Uluslararası Komplo’yu geliştiren, uygulayan, yürüten sistem oluyor. Dolayısıyla biz burada komplocu güçlerden bahsediyoruz. Onlar karşısındaki tutumumuz ne olacak, onlarla ilişki ve mücadele durumunu nasıl yürüteceğiz? İşte bu sorulara cevap arıyoruz. 22. yılda komplocu sisteme karşı daha etkili ve bütünlüklü mücadele yürüterek Uluslararası Komplo’yu yenilgiye uğratmak için, her şeyden önce onu daha doğru, bütünlüklü ve yeterli anlamak gerekiyor. Bunun için de geçmiş pratiklerimizin derslerini doğru ve derin bir eleştirel ve özeleştirel yaklaşımla açığa çıkarmamız, özümsememiz ve yeni mücadele sürecine taşımamız gerekiyor. Birçok alanda komployu gerçekleştiren, dolayısıyla Kürt sorununu ortaya çıkartan sistemle aramızdaki ideolojik farklılık yeterince görülmüyor, anlaşılmıyor ve de önemsenmiyor. Bazıları farklılık olduğunu görseler bile, söz konusu ideolojik farklılığı, karşıtlığı ve bunun yol açtığı ideolojik mücadeleyi yeterince anlamıyor ve önemli görmüyor. Oysa ki ideolojik mücadele, siyasi ve askeri mücadelenin esasıdır, belirleyenidir. Üçüncü Dünya Savaşı dediğimiz sürecin birinci boyutu ideolojik mücadele boyutudur. Küresel kapitalist modernite sistemiyle aramızdaki mücadelenin, dolayısıyla Uluslararası Komplo’ya karşı mücadelemizin temel ayağı ideolojik mücadele ayağıdır. Bir defa bu durumun doğru görülüp anlaşılması, buna göre bir politik-askeri yaklaşımın geliştirilmesi gerekiyor. Yani ideolojik duruş ve mücadeleye uygun, onu başarıya götürecek bir politik-askeri planlamamız ve mücadelemiz olmalıdır. Çok açık ki bütün bunları doğru değerlendirip Önderlik çizgisini doğru anlayarak ve geçmiş pratiğin derslerini olumlu ve olumsuz yönleriyle doğru ve yeterli temelde çıkartarak önümüzdeki süreçte kapitalist modernite güçlerine, yani uluslararası komplocu sisteme karşı mücadelemizi daha doğru ve etkili yürütmemiz şarttır. Bunun da temelinde ideolojik farklılığımızı-karşıtlığımızı görmek ve esas almak vardır. İkincisi, stratejik olarak biz bu sistemle bir değiliz, aynı değiliz. Bizim stratejik müttefikimiz söz konusu sistem değildir. Stratejik müttefiklerimiz sistem karşıtı devrimci, demokratik ve sosyalist hareketlerdir, özgür kadın ve gençlik hareketleridir, ekolojik ve demokratik hareketlerdir. Dolayısıyla işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, ezilen halklardır ve onların ideolojik-siyasi hareketleri bizim stratejik müttefikimiz oluyorlar. Yoksa iktidarcı ve devletçi sistemin hiç birisi bizimle stratejik müttefik değildir. Biz onlarla taktik düzeyde ilişki kuruyoruz. Bu da ilişki ve mücadeleyi iç içe, aynı anda yaşamak, yürütmek oluyor. İkincisi, Kürdistan Özgürlük Hareketi olarak biz, kapitalist modernite sisteminin dışarıdan bölgeye yönelik müdahalesine kesinlikle karşıyız. Bu müdahale hangi adla olursa olsun, sözde hangi amacı güdüyor olursa olsun biz böylesi bir müdahaleye karşıyız. Dış devlet müdahalelerinin Ortadoğu halklarına olumluluk anlamında vereceği hiçbir şey yoktur. Tersine onlar her zaman olumsuzluk verirler, zarar verirler, baskı ve sömürü getirirler. Nitekim mevcut ulus devlet sistemlerini de zaten dıştan gelen kapitalist modernite saldırıları ortaya çıkartmıştır. Bunun halklara ne getirdiği de ortadadır. Dolayısıyla kapitalist modernite müdahale ve saldırılarıyla Ortadoğu halklarının kazanacağı hiçbir şey yoktur. Tam tersine, onlar Ortadoğu’yu daha çok bölüp, parçalamak istiyorlar, Ortadoğu’nun zengin kaynaklarını daha çok yağma ve talan edip sömürmek istiyorlar. Ortadoğu kültürünü, dilini, insanlığını daha çok zayıflatmak istiyorlar. Bu gerçeği çok iyi bilmemiz lazım. Çok açık ki, onlar Ortadoğu’nun ulus devlet diktatörlüklerini yıkmıyorlar, tam tersine ayakta tutuyorlar ve güçlendiriyorlar. Eğer onların desteği olmasaydı, Ortadoğu’da bu tür diktatörlüklerin hiçbirisi olamazdı. Halkların demokratik mücadelesi karşısında hiçbirisi ayakta kalamazdı. İşte 40 yıldır yürüttüğümüz mücadele karşısında TC faşizmi şimdiye kadar 40 defa yerle bir olur, yıkılır, tarihe gömülürdü. Arap halklarının direnişleri karşısında söz konusu diktatörlükler bin defa yok olurlardı. Dikkat edilirse dış müdahale onları yıkmıyor. Biraz yıkıyor gibi görünüyorsa da esas olarak ayakta tutuyor. Birini yıkıp yerine diğerini koyuyor. Ancak bir diktatörden diğerine değişiklik yaratabiliyor. Yoksa diktatörlüğü yıkıp yerine halkların demokratik yönetiminin gelişmesine hizmet etmiyor, tam tersine halkların demokratik seçeneğinin, demokrasi sisteminin gelişiminin önünü bu biçimde kapatıyorlar. O halde dış devlet müdahaleleriyle Ortadoğu halkları hiçbir şey kazanamazlar. Onlara şunu söylemek gerekiyor: ‘Gölge etmeyin başka ihsan istemez.’ Fakat gölge ediyorlar. Kendi mülkleri sanıyorlar, Ortadoğu’yu ele geçirebilmek, zenginlik kaynaklarını sömürebilmek için en vahşi saldırıları yapıyorlar. İşte dış müdahalenin bu gerçeğini görerek, bu tür müdahalelere her bakımdan karşı olmak lazımdır. Onlardan faydadan çok zararın geleceğini iyi bilmek gereklidir. Dolayısıyla kendi özgürlük ve demokrasi mücadelesini, özgür ve demokratik yaşamını söz konusu dış müdahalelerin yaratacağı gelişmelere dayandırma, onlardan bekleme anlayışına hiçbir zaman kapılmamak, tam tersine her şeyi kendi öz gücüyle, öz iradesiyle, halkın bilinçli ve örgütlü eylemliyle yaratmayı öngörmek kesinlikle gerekiyor. Bu noktada ‘bölgenin ulus devlet diktatörlüklerine karşıyız’ diye dıştan gelen kapitalist-emperyalist müdahalenin tarafı kesinlikle olamayız. Özellikle; ‘Düşmanımızın düşmanı, bizim dostumuzdur’ gibi bir anlayış bizim için kesinlikle doğru değildir. Nasıl ki faşist ulus devlet diktatörlüklerine karşıysak, aynı biçimde ve aynı düzeyde dıştan gelen emperyalist müdahale ve saldırılara da karşıyız. Onlara karşı da duruyoruz. Bu nedenle küresel sermaye sistemiyle ulus devlet statükoculuğu arasındaki çatışmada taraf değiliz. Üçüncü Dünya Savaşı denen bu çatışmalı tarafların hiç birisinin doğrudan yanında olamayız. Önder Apo bunun için, ‘Üçüncü siyasi çizgi’den bahsetti, “Üçüncü siyasi gücüz” dedi. Bu nedenle, önümüzdeki süreçte de ABD-İran çatışması temelinde dayatılacak olan taraflaştırmada kesinlikle taraf olmayacağız. Tersine hep kendi tarafımızda olacağız. Üçüncü taraf siyasetini bu doğrultuda yerinde, etkili ve doğru bir biçimde yürüteceğiz. Kısaca iki taraftan birisinin yanında olamayız. Çünkü onların hiç birisiyle stratejik ilişki ve ittifak yapamayız. Dolayısıyla biz kendi tarafımızdayız, üçüncü tarafız. Bu temelde bölge halklarına zarar veren söz konusu çatışmayı ortadan kaldırmaya çalışacağız. O çatışmanın ortaya çıkardığı imkân ve fırsatları halkların özgürlük ve demokrasilerini geliştirmek, demokratik devrimlerini ve birliklerini güçlendirmek için kullanacağız. Uluslararası Komplo’yu birinci derecede yürüten güç TC devleti ve AKP-MHP faşizmidir Baş hedef olarak belirlediğimiz AKP-MHP faşizmini yıkma mücadelemiz her alanda olduğu gibi devam ediyor. Mevcut gelişmeler, ABD-İran savaşının aldığı düzey, söz konusu mücadeleyi farklı yönde etkilemediği gibi, onu daha güçlü yürütüp başarıya götürmemizin ne kadar gerekli ve zorunlu olduğu gerçeğini açığa çıkartıp önümüze koyuyor. Bu nedenle, AKP-MHP faşizmini yıkma mücadelesini başta Bakurê Kurdistan ve Türkiye olmak üzere Rojava’da, Başûr’da, yurtdışında, her alandaki özgürlük mücadelemiz çerçevesinde ele alıp kesinlikle sürdüreceğiz. Çünkü mevcut durumda ABD-İran gerginliği yoğunlaştırılıp Ortadoğu’ya egemen kılınmak istense bile, kapitalist modernite sisteminin en zayıf halkası AKP-MHP faşizmidir. Yine Uluslararası Komplo’yu birinci derecede yürüten güç TC devleti ve AKP-MHP faşizmidir. Kürt sorununu ayakta tutan, Kürtlere karşı sömürgeci-soykırımcı saldırıları yürüten birinci güç AKP-MHP faşizmidir. Dahası Ortadoğu’da komplocu sistemin ve faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetin en zayıf halkası ve tehlikeli gücü Tayyip Erdoğan yönetimi, AKP-MHP faşist diktatörlüğüdür. Dolayısıyla AKP-MHP faşizmini hem yıkma imkânı ve ihtimali en güçlü bir biçimde vardır, hem de bu en büyük tehlikeyi önlemek Ortadoğu’da demokratik zihniyetin ve siyasetin gelişiminin önünü açacak en temel etken olacaktır. ABD-İran çatışması, Ortadoğu’daki kaynakları ele geçirmek ve yeniden paylaşmak üzere küresel ve bölgesel güçler arasındaki çıkar çatışmasıdır. Dolayısıyla söz konusu çatışmadan Ortadoğu halklarına bir fayda gelmez. Söz konusu çatışma Ortadoğu’ya özgürlük ve demokrasi getirmez. Oysa AKP-MHP faşizminin yıkılması ve bu temelde Kürdistan’ın özgür ve Türkiye’nin demokratik hale gelmesi, tüm Ortadoğu’da demokrasinin, demokratikleşmenin, demokratik devrimin gelişimini sağlayabileceği gibi, insanlık için de gerçekten özgür ve demokratik yaşamın önünü açacak, gelişimini sağlatacaktır. O halde AKP-MHP faşizmini yıkma mücadelesini, Uluslararası Komplo’ya karşı mücadelenin 22. yılında daha örgütlü, planlı, bütünlüklü ve daha güçlü bir şekilde yürütmemiz gereklidir. Bunu büyük bir özgürlük ve devrim hamlesi biçiminde yürütmeliyiz. Geçen yıl "Tecridi Kıralım, Faşizmi Yıkalım ve Kürdistanı Özgürleştirelim" direniş hamlesini tüm gücümüzü birleştirip yürüttük, önemli gelişmelere ve kazanımlara yol açtı. Şimdi de benzer bir biçimde ‘Tecridi Kıracak, Faşizmi Yıkacak, Demokrasiyi Kuracak’ ve bu temelde Kürdistan’ı Özgür ve Ortadoğu’yu Demokratik yapacak direniş hamlelerini son derece planlı, örgütlü ve bütünlüklü bir biçimde kesinlikle geliştirmemiz gereklidir. Bu konuda özellikle gerillanın duruşu, direnişi, eylemliliği öncü ve belirleyici konumdadır. Dolayısıyla gerillanın kırda olduğu kadar şehirde de demokratik modernite çizgisinde kendisini yenileyip yeniden yapılandırarak faşist-soykırımcı güçlere karşı eylemliliğini yaz-kış, gece-gündüz demeden 24 saat etkin bir biçimde yürütmesi kesinlikle önemli ve gereklidir. Aynı zamanda Rojava ve Başûr’daki mücadelenin esası da artık AKP-MHP faşizmini yıkma mücadelesi haline gelmiştir. Efrîn işgaline karşı savaş, Girê Spî-Serêkaniyê işgaline karşı savaş, TC’nin Rojava’ya yönelik işgalici saldırılarına karşı direniş; bugün Rojava halkımızın ve özgürlük güçlerimizin temel görevidir. Başûrê Kurdistan halkımızı en çok tehdit edenin TC faşizmi ve AKP-MHP’nin işgalci saldırıları olduğu ortadadır. Buna karşı TC’nin saldırılarını durduracak, askeri güçlerini Başûr’dan çıkartacak bir direnişi, ekonomik düzeyde başlatılan boykotu derinleştirip sürdürerek ve her tarafa yayarak geliştirme gereği vardır. Kadınlar ve gençler öncülüğündeki halk direnişimizi, Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de olduğu kadar yurtdışındaki sahalarda, Başûr’da ve Rojava’da da etkili bir biçimde geliştirmemiz gereklidir. Bunu çok zengin yöntemlerle sürdürmemiz gerekiyor. Yürüyüşler, mitingler, protestolar, oturma eylemleri, boykotlar geliştirmek, benzer birçok yeni ve yaratıcı yöntemle faşist-sömürgeci saldırganlığı ve tecridi kıracak, faşizmi yenilgiye uğratacak, Uluslararası Komplo’yu tarihe gömecek bir mücadeleyi ortaya çıkartmak şarttır. İfade ettiğimiz gibi, bütün bunlar Bakur, Türkiye, Başûr, Rojava ve yurtdışı bütünlüğü içerisinde gelişmek durumundadır. AKP-MHP faşizmini yıkmak, bütün bu alanlardaki ideolojik, siyasi, örgütsel ve askeri faaliyetlerimizin temel hedefidir. Bu hedefe bağlı olmayan, AKP-MHP faşizmine karşı mücadele etmeyen, bu faşizmi yıkmayı hedeflemeyen hiçbir duruş ve tutum kesinlikle doğru, devrimci ve sonuç alıcı değildir. O bakımdan, her alandaki özgürlük mücadelelerinin buna göre yeniden değerlendirilmesine, planlanmasına ve birbiriyle bütünlük içerisinde ve etkili bir biçimde geliştirilmesine kesinlikle ihtiyaç vardır. Ortadoğu’da kapitalist modernite hakimiyetini yeniden geliştirmeye çalışan ABD müdahalelerine karşı halkların Demokratik Modernite çizgisinin, özgürlük ve demokrasi anlayışının vereceği en etkili cevap, AKP-MHP faşizmini yıkarak Türkiye’yi demokratik ve Kürdistan’ı özgür hale getirmektir. Bu, bütün Ortadoğu’yu özgür ve demokratikleştirmenin önünü açmak olacaktır. O bakımdan yanlış yapmayacağız, mevcut çatışmalı durumu doğru çözümleyip anlayacağız ve kendi mücadelemizi doğru halkada ve etkili bir biçimde yürütmeyi kesinlikle bileceğiz. Her şeyi özsavunma temelinde gerçekleştirmek şarttır Mevcut gelişmeler Rojhilat özgürlük çalışmalarının yeniden ele alınmasını, planlanmasını, bu temelde daha etkili bir pratik mücadele süreci içerisine girilmesini kesinlikle gerektirmektedir. Dolayısıyla Rojhilat özgürlük güçlerinin böyle bir değerlendirmeyi, planlama ve pratikleşmeyi hiç gecikmeden ve de zamana yaymadan, ama dar ve yetersiz yaklaşımlara da düşmeden usta bir biçimde ve yeterli düzeyde geliştirmeleri gereklidir. Burada asıl olan ise hiç kuşkusuz başta kadınlar ve gençler olmak üzere emekçi halk kitlelerinin eğitimi, örgütlendirilmesi, süreci doğru anlar ve onun gerektirdiği mücadeleyi yürütür bir örgütlülük düzeyine kavuşturulması olmaktadır. Bu anlamda kitle eğitimi ve çalışmalarında yeni bir planlamaya ve tarza yönelmeye ihtiyaç vardır. Planın ikinci boyutu da işte bu noktada ortaya çıkmakta ve kitle çalışmalarını özsavunma temelinde yürütmek olmaktadır. Çok açık ki, her şeyi özsavunma temelinde gerçekleştirmek şarttır. Rojhilat alanı, özellikle bu konuda Bakur ve Rojava pratiğinden dersler çıkartmalıdır. Özsavunmaya dayanmayan bir siyasi çalışma, toplumsal faaliyet, kadın ve gençlik hareketi, kitle eğitimi ve örgütlenmesi kalıcı sonuç vermemektedir. Tam tersine yanılgılar ortaya çıkartarak sonunda kaybeden durumların gelişmesine yol açmaktadır. O halde Rojhilat’daki kadın ve gençlik örgütlülüğünün, kitle eğitim ve örgütlenmesinin temeline özsavunmayı koymak, bu temelde örgütlemek şarttır. Bunlarla birlikte ve üçüncü olarak, Rojhilat parçasında Kürt siyasetinin birliğini daha şimdiden yaratmak ve bunu hızla geliştirip gerçekleştirmek kesinlikle gereklidir. Kürt siyasetinin birliğiyle birlikte, İran’ın tüm demokratik siyasi güçleriyle ilişki ve ittifak içerisinde olmak, demokratik İran ittifakını yaratmak da çok çok önemli olmaktadır. Biz biliyoruz ki, Rojhilat özgürlük güçleri demokratikleşme temelinde Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirmek için geçmiş süreçte sistem içindeki güçlere bile açık oldu. Demek ki sistemin içinde olan ama demokrasiye açık güçlerle de ilişkilenmeyi öngörmek temelinde, ama daha çok sistemin dışında olan bütün kadın ve gençlik örgütleriyle, çeşitli demokratik-reformcu çevrelerle, yine İran içindeki farklı demokratik halk hareketleriyle en geniş İran demokratik birliğini oluşturacak bir ittifak çalışması içerisine girmek, Kürt siyasetinin birliği yanında bir de böyle bir demokratik İran siyasal birliğini ortaya çıkarmaya çalışmak, içinde bulunduğumuz sürecin en temel ve en önemli görevlerinden birisidir. ABD-İran çatışmasında egemen-baskıcı-sömürücü güçlerin kaybetmesi, özgürlükçü ve demokratik halk güçlerinin kazanabilmesi için böyle bir ilişki-ittifak ve bu temelde mücadele şarttır. Eğer Kürdistan parçalarında ve yurtdışında bu temelinde çalışılır ve mücadele edilirse, o zaman AKP-MHP faşizmini yıkarak Kürdistan’ın özgürlüğü ve Ortadoğu’nun demokrasiye kavuşması süreci mutlaka geliştirilir. Bu temelde tecrit kırılır, komplo yenilir, Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması kesinlikle sağlanır. Şunu artık herkes net olarak görüyor: Ortadoğu’da, Kürdistan’da ve dünyada bütün baskı ve sömürü zihniyetinin ve siyasetinin odaklandığı yer İmralı işkence ve tecrit sistemidir. Dolayısıyla Kürdistan’a özgürlüğü, Ortadoğu’ya demokrasiyi, insanlığa özgür ve demokratik yaşamı getirecek olan temel gelişme İmralı işkence ve tecrit sisteminin kırılması, parçalanması, Uluslararası Komplo’nun yenilmesi, dolayısıyla bütün halkların özgürlük önderi Önder Apo’nun özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşması olacaktır. 22. yılda Hareket ve halk olarak, bölgedeki ve dünyadaki bütün dostlarımızla birlikte böyle bir gelişmeyi ortaya çıkartmak için İmralı işkence ve tecrit sistemini kırmaya, AKP-MHP faşizmini yıkmaya odaklanan bir mücadeleyi tüm gücümüzle yürüteceğiz ve inanıyoruz ki büyük başaran ve mutlaka kazanan olacağız. Değerli Yoldaşlar, Kürt Özgürlük Hareketi olarak, ifade ettiğimiz söz konusu büyük ve kalıcı başarıları elde edebilmek için büyük potansiyele ve imkâna sahip olduğumuz açıktır. Bütün değerlendirmeler, aslında bu konuda hiçbir yetersizliğin ve zayıflığın yaşanmadığını ortaya koymaktadır. Halkımız gerçekten de büyük bir cesaret ve fedakârlıkla Önder Apo’nun açtığı özgürlük yolunda yürümekte ve her türlü bedeli göze almaktadır. Başta kadınlar ve gençler olmak üzere dünyadaki tüm ezilenler bu çerçevede halkımızın geliştirdiği özgürlük mücadelesini gittikçe artan ve büyüyen oranda desteklemektedir. O halde siyasi ve askeri alanda büyük mücadeleler yürütmemiz ve kazanmamız önünde hiçbir engel yoktur. Halk desteği, ezilenlerin desteği en ileri düzeydedir. Mevcut siyasi-askeri durum, Üçüncü Dünya Savaşı içinde yaşanan çelişki ve çatışmalar, dört parça Kürdistan’da özgürlük mücadelesini en ileri düzeyde geliştirip zafere ulaştırabilmek için tarihi büyüklükte imkân ve fırsatlar sunmaktadır. Demek ki Üçüncü Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı imkân ve fırsatların doğru değerlendirilmesi, yarattığı imha ve tasfiye tehlikelerinin önlenmesi, tecridi kıracak, komployu yenecek, Önder Apo’yu özgür yaşar ve çalışır koşullara kavuşturacak ve Kürt sorununu çözecek gelişmelerin ortaya çıkartılması, kesinlikle halkımızın ve dostlarımızın gücünü doğru örgütleyip başarıyla yürütecek bir parti öncülüğünün gerçekleştirilmesine bağlıdır. Bütün yoldaşlar bunu kendisi için sorun yapmalıdır. Önder Apo’nun bu temeldeki eleştirilerine olumlu ve doğru cevaplar verecek bir düzeye kendisini getirmeyi öngörmelidir. Şehitlerimizin emirlerinin gereğini, halkımızın, kadınların ve tüm ezilenlerin beklentilerini yerine getirecek bir duruşu ve tutumu ortaya çıkartmak için kendilerinde ne gerekiyorsa onu bitirerek bir çözüm gücü haline kendilerini mutlaka getirebilmelidir. Başka bir çözüm ve çare yoktur. Sorunları başka türlü ele almak kesinlikle doğru değildir. Sorunları, olumsuzlukları, başarısızlıkları başka etkenlere bağlamaktan uzak durmalıyız. Onlar yanlıştır, yanılgıdır. Kendini kandırmaktan öteye bir sonuç vermez. O halde hepimiz gerçekçi olmalı, doğru düşünmeli, Önderlik çözümünü kendimizden başlayarak tüm partide ve devrim mücadelesinde gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa onu gösteren bir tutumun ve pratikleşmenin sahibi olmayı kesinlikle bilmeliyiz. Liberalizme karşı kesinlikle etkili bir ideolojik-örgütsel mücadele yürütmeliyiz Çok açık ki bu anlamda ortaya çıkardığımız ve kararlaştırdığımız hususlar da vardır. Belli ki onları tekrarlamak, tekrar tekrar yazmak doğru olmuyor. Tekrar alışkanlık yaratıyor, kanıksanmaya yol açıyor. Hata ve eksiklikleri kabul edilirmiş gibi gösteriyor. O nedenle tekrarlamak doğru değil, tersine gidermek ve aşmak gerekiyor. Her yerdeki her yoldaşımız ve komitemiz hata ve eksiklikleri tekrarlayan değil, kesinlikle aştırtan, gideren ve düzelten olmalıdır. Zaten bize gelen raporlarda da yaşanan parti dışı anlayış ve tutumlar, hata ve eksiklikler fazlasıyla ifade ediliyor. Bireycilik, maddiyatçılık, tutuculuk, kendine görelik gibi anlayış ve tutumlar bol bol sıralanıyor. ‘Bana göre olsun, benim dediğim olsun’ anlayışı, yeterince yoğunlaşmama, verili olana tabi olma, yetinmeci anlayış ve tutumların ortaya çıktığı söyleniyor. Bunları artık hepimiz biliyoruz, raporlarda ve talimatlarda bol bol yazıyoruz; ancak bunları tekrar tekrar ifade etmek fazla gerekli ve anlamlı olmuyor. O halde peki ne gerekiyor? Çok açık ki bu durumları aşmak gerekiyor. Milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin, dinciliğin, bilimciliğin, kısaca kapitalist modernite liberalizminin her türlü etkisini, bin bir suratla ortaya çıkan biçimlerini bulup üzerimizden atmalıyız. Liberalizme karşı kesinlikle etkili bir ideolojik-örgütsel mücadele yürütmeliyiz. Aslında eksiklik ideolojik-örgütsel çizgi mücadelesindedir. Bunu kendi içimizde birey olarak yapmıyoruz, kendi dışımızda yoldaşlar karşısında, örgüt ortamında da yapmıyoruz. Sadece eğitim ortamlarında ve o da sınırlı bir düzeyde yapıyoruz. Yaptıklarımız yerinde kalıyor ve pratiğe yansımıyor. Oysa bunu yaşamımızın bir gereği ve parçası yapmalıyız. 24 saat sürekli ideolojik-örgütsel çizgi mücadelesi içinde olmalıyız. Eleştiri-özeleştiriyi temel bir silah olarak kullanmalıyız. Sınıf mücadelesini, cins mücadelesini en etkili bir biçimde yürütmeliyiz. İşte verili düzen bin bir türlü yalan-dolan uyduruyor. Her türlü baskıyı, terörü topluma makulmüş gibi kabul ettiriyor. Bir tecavüz kültürü oluşturmuş, toplumda her türlü düşüşü yaratmak için en aşağılık saldırıları yürütüyor. Bunları meşru gösterecek dil ve üslup uyduruyor ve bu temelde toplumu kandırıyor. Şimdi bütün bunları görmez, eleştirel gözle bakmaz ve düzeltici bir ideolojik mücadele konumumuz olmazsa, tabii o zaman fark etmeden ve istemeden kapitalist modernitenin liberal saldırılarının etkisi altına gireriz. Onları ‘doğru düşünceymiş, duyguymuş, davranışmış’ gibi algılar ve yaşar hale geliriz. Halbuki böyle olmamak lazım. Öncelikle ideolojik-örgütsel mücadeleyi kendi içimizde sürekli geliştirmeliyiz. Sınıf mücadelesi üzerinde yoğunlaşmalıyız. Küçük burjuva duygu, düşünce ve ruh hallerine karşı, yine bireyciliğine, maddiyatçılığına, dağınıklığına, parçalılığına, kaypaklığına karşı mücadele etmeliyiz. Küçük burjuva etkilerine karşı mücadele etmeden, Apocu fedai-militan çizgi tutturulamaz. Yine erkek egemen zihniyet ve siyasetin bütün biçimlerine karşı ruhta, duyguda, düşüncede ve davranışta etkili mücadele yürütmeliyiz. Yani kadın özgürlük mücadelesini doğru anlamalıyız. Önder Apo’nun geliştirdiği Jineolojiyi, yani Kadın Özgürlük Bilimi’ni iyi ve doğru anlamalı ve 24 saat böyle bir özgürlük bilimi temelinde yaşamalıyız. Elbette bunu sadece kadın yoldaşların bir görevi olarak da görmemeliyiz. Daha çok egemen zihniyet ve siyasetin kendisinden çıkmış olan erkeklerin görevi olarak görmeliyiz. Söz konusu egemen zihniyet tarzından, ruh hali ve duygulardan kendimizi kurtarabilmemiz için erkek yoldaşların daha çok kendi meseleleri olarak görmesi, kadın özgürlük çizgisini anlaması, kadın gerçeğini doğru kavraması, dolayısıyla sınıf mücadelesiyle birlikte ideolojik mücadelenin temeli olan cins mücadelesini sürekli kılması, özgür yaşam çizgisinin temelini oluşturan kadın özgürlük çizgisinde kendisini eğitmesi, donatması, değişime ve dönüşüme uğratması kesinlikle şarttır. Parti ölçülerinden uzaklaşma yaşanıyor Biz daha önceki talimatlarda da benzer değerlendirmeler yaptık ve çözüm yolları gösterdik, bu temelde eleştirilerde bulunduk ve özeleştiriler verdik. Belli ki bütün bunların hepsi geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla tekrarlamamız gerekmiyor. Yine bize gelen raporlarda da bunlar belirtiliyor. Demek ki her alandaki yoldaşlar, komitelerimiz hata ve eksikliğin nerde olduğunun bilincindeler. Ancak elbette sadece yazmamalıyız ve birbirimize söylememeliyiz, bunların gereğini pratikte yapmalıyız. Diğer yandan, sanki ideolojik-örgütsel çizgi söz konusu örgütlermiş gibi görülerek, o örgütlerin ölçüleri esas alınıyor. Dolayısıyla parti ölçülerinden uzaklaşma yaşanıyor. Faaliyetlere bütünlüklü bakma, tüm faaliyetlere göre sorumluluk duyma, her türlü göreve hazır olma, görevi PKK’den alıp hesabı PKK’ye verme, dolayısıyla partide somutlaşan bütünlüğe ulaşma gerçekleşmiyor veya kayboluyor. Çok açık ki böyle olmaz, bunlar yanlıştır. Oysa eskiden de parti vardı ve bu alanların hepsi iş bölümü temelinde yürütülüyordu. Sonra bu iş bölümlerini örgütlere kavuşturduk ki daha çok profesyonelleşelim, daha çok derinleşelim, o işleri daha güçlü yürütelim. Yoksa bölünüp parçalanalım ya da tek yanlı olalım diye söz konusu örgütleri kurmadık. Demek ki gerçek kimlik unutulabiliyor. Şimdi belli ki böyle partileşme olamaz. Partinin yürüttüğü çeşitli faaliyet alanlarını daha derinden yürütebilmek için kurduğu örgütler ne PKK’nin yerine geçerler ve ne de PKK’nin dışındadırlar. Onların hepsi PKK bütünlüğünün birer parçası konumundadırlar. Önder Apo “Kök Parti PKK’dir” dedi. Dolayısıyla kök örgüt PKK’dir. Bütün parti kadroları görev ve sorumluluklarını kuşkusuz partiden alırlar ve hesabı partiye verirler. Söz konusu diğer örgütlerde ve görev alanlarında da partinin verdiği görev ve sorumluluk temelinde çalışıyorlar. Yine tüm görevlere, her alandaki çalışmaya her zaman kadrolar hazır olmuyor. Bazı kadrolar görevi partiden almıyorlar, kendilerine görevi kendileri veriyorlar. Bazı görevlere ‘hazırız’ bazı görevlere ‘hazır değiliz’ diyorlar. Bireycilik o kadar gelişmiş ki, kendi planını kendisi yapıyor, örgütün planının içerisine girmiyor. Bireysel plan ve projeler örgüt plan ve projelerinin önünü geçiriliyor. Sanki ayrı bir örgütmüş, farklı bir partiymiş de bir ittifak-koalisyon oluşturuyormuş gibi yaklaşıyor, örgütte böyle bir araya geliniyor. Belirleyici olan bireycilik oluyor. Bu düzeyde bir bireyci duruş yaşanıyor. Dolayısıyla bu durum en azla yetinmeciliği ortaya çıkartıyor. Kendini bu kadar parçaladın mı, daralttın mı, tek yanlı kıldın mı, ufak bir iş yapsan da büyük bir iş yaptığını sanıyorsun. Diyorsun, aman ne kadar iş yaptım, yeterlidir, ancak bu kadar olur! Halbuki bir devrimci militan o yapılanın onlarca kat fazlasını yapabilir. Diğer yandan çeşitli görevlerin yapılmadığını görünce, ‘kim yapmadı, niye yapılmadı’ diye hep eleştiren, suçu dışarda gören, kendini görmeyen, özeleştiri yapmayan, çareyi kendinde yaratmayan, hep dışarıdan bekleyen tutumlar, duruşlar, yaklaşımlar ortaya çıkıyor. Açık ki bunların da düzeltilmesi gerekiyor. Gerçekten de komple devrimciliğe, iş ve görev bölümüne, çeşitli örgütlerde görev ve sorumluluk almaya doğru yaklaşmamız lazımdır. Çok açık ki bizleri parti eğitiyor ve bütün alanlarda görevi parti veriyor. O halde partinin görevi tek değildir, başka görevleri de vardır. Sen de bir parti militanı olduğuna göre, her zaman ve her yerde tüm parti görevlerini yapmaya hazır olman gerekir. Doğru parti militanlığı, Apocu militanlık kesinlikle böyle olur. O halde düzeltme yapmalıyız. Son derece daraltılmış olan yaklaşımlarımızı aşmalıyız. Eskiden tek faaliyet savaştı, gerillaydı; gerillacılık içerisinde yetiştik, böyle bir darlık ve tek yanlılık bizde biraz alışkanlık haline geldi. Ondan sonra örgütlerimiz çoğalıp o örgütlerde görev alma durumu ortaya çıkınca, bu sefer tek örgüt oymuş sanıp partiyi unutma, parti kadrosu olduğu gerçeğini kaybetme gibi bir durum yaşanır oldu. Bunları kesinlikle aşmamız ve hızla düzeltmemiz gerekir. Parti bilincini geliştirmek, görev ve sorumluluğun partiden alındığını, dolayısıyla da hesabın partiye verilmesi gerektiğini bilmek lazımdır. Parti bütünlüğü temelinde görev yürüten komple devrimciler haline gelmeyi kesinlikle bilmeliyiz. Böyle olursa mevcut darlığı, tek yanlılığı, parçalılığı kesinlikle aşarız. Bu azla yetinmeciliği, sorumluluğu hep dışarda gören anlayış ve tutumları kesinlikle gideririz. Her işi yapan, tüm parti işlerinden sorumlu olan, en büyük görevlere göz diken, eleştiri-özeleştiriyi içinde yapabilen, her şeyden kendisini sorumlu tutan bir Apocu militan çizgiyi kendi şahsımızda ortaya çıkartır. Önderliği, Partiden kopartıp tek hedef haline getirerek imha etmek istiyorlardı Diğer yandan, daha önce de belirttiğimiz gibi, Uluslararası Komplo devam ediyor ve bu temelde PKK’yi imha ve tasfiye amaçlı uluslararası komplocu güçler tarafından son derece planlı ve örgütlü bir saldırı yürütülüyor. Bu çerçevede PKK gerçeğine çok daha fazla sahip çıkmak ve parti gerçeğini savunmak kesinlikle gerekiyor. 21 yıl önce saldırılar Önder Apo’ya yönelirken, gerçekten de ‘Apo'ya hayır PKK’ye evet’ diyorlardı. Fakat biz çok iyi biliyoruz ki bu sahte bir evetti. Önderliksiz bir PKK’nin olamayacağını bildikleri için, hedefi daraltmak amacıyla bu sloganı kullanıyorlardı. Önderliği, Partiden kopartıp tek hedef haline getirerek saldırıp, imha etmek istiyorlardı. Nitekim o sloganın arkasından ‘Aposuz PKK altı ay bile dayanmaz’ dediler. Dolayısıyla 15 Şubat Komplosunun arkasından, ‘Ağustos’a kadar PKK dağılıp gidecek, esamesi bile okunmaz hale gelecek’ diye hesap yaptılar. Şimdi ise ‘Parçalardaki gelişmelere evet, PKK’ye hayır’ diyorlar. Gerçekten parçalardaki gelişmeleri komplocu güçler benimsiyorlar mı? Kuşkusuz hayır! Parçalardaki gelişmeleri yok edebilmek için, öncelikle onları bütünleştiren ve doğru çizgide tutan PKK’nin yok edilmesi gerektiğini değerlendiriyorlar. ‘Zaten Önderlik İmralı işkence ve tecrit sistemi içerisine alınmış, dolayısıyla pratikte etkili olamıyor, Önderlik çizgisini pratikte uygulayan örgütlenme olan PKK’yi imha ve tasfiye edersek o zaman Önderliği de yenilgiye uğratmış oluruz ve Kürt Özgürlük Hareketini tümden tasfiye ederek Kürt Soykırımı’nı gerçekleştiririz’ diyorlar. Bu temelde PKK’ye yöneltilmiş saldırılar var. Hatta bize “PKK’liyiz yerine Apocuyuz deyin” diyenler bile oldu. İşte ‘Apocuyuz deyin yeterlidir, niye PKK’liyiz diyorsunuz ve PKK bayrağı kaldırıp öne çıkartıyorsunuz’ dediler. Peki niye böyle söylüyorlar? Çünkü PKK’siz Önder Apo sadece bir teorik analizdir, Önderlik gerçeği pratiğe partiyle geçmektedir, PKK ve PAJK öncülüğüyle pratikleşmektedir. Örgütlü parti öncülüğü olmazsa Önderlik ne yapar? Gövde olmazsa, organizmalar olmazsa beyin neyi yönetir, neyle kendisini pratikleştirir? Açık ki çok makul gibi görünen bu talep de çok bilinçli ve planlı bir saptırmadır. Önderliksiz parti, partisiz Önderlik olamaz. Bu gerçekler birbirlerinden kopartılamaz. Yine PKK’siz parçalardaki devrimci gelişmeler, mücadeleler olamaz. Onlardan kopuk olarak PKK ele alınamaz. Çok açık ki Önder Apo’nun ve PKK’nin reddi ve inkârı üzerinde bir Kürt özgürlüğü ve Kürt demokratik siyaseti var olamaz ve Kürt sorunu çözüme gidemez. Bu nedenle parti gerçeğine, parti bütünlüğüne doğru yaklaşmak, partiye yöneltilen imha ve tasfiye amaçlı saldırıların içeriğini, özünü doğru anlayıp onlara karşı doğru duruş ve mücadele yürütür konumda olmak gerekir. Fakat ne yazık ki bu noktada yetersiz, eksik, hatalı tutum ve davranışlar pratikte çok yaşanıyor. Şunu hepimizin çok iyi bilmesi lazım: Bütün Kürdistan’da demokratik çözümün ve barışın tek muhatabı Önder Apo’dur. Yönetimimiz defalarca açıkladı; demokratik siyasi çözüm gücü Önder Apo’dur. Hareketimizin baş müzakerecisi Önder Apo’dur. Bu sadece Bakurê Kurdistan için değil, dört parça Kürdistan için böyledir. Bütün alanlarda Kürt sorununun demokratik siyasi çözüm iradesi ve gücü Önder Apo’nun çözüm gücüdür. Önder Apo’nun düşüncelerinin pratikleştiği alan da en başta parti öncülüğüdür. Önderlik parti öncülüğü olarak somutlaşmakta ve devrimi örgütleyip yönetmektedir. İdeolojik-örgütsel çizgi duruşu olarak bir doğrultuya ve somutluğa ulaşmalıyız Şimdi dikkat edelim, uluslararası komplocu güçlerin, faşist-soykırımcı zihniyet ve siyasetin çözümden bu kadar kaçması, PKK’yi imha ve tasfiye saldırılarını bu kadar yoğunlaştırıp sürdürmesi nereden kaynaklanıyor? Çok açık ki, birincisi; faşist-soykırımcı-sömürgeci zihniyet ve siyaseti yenilgiye uğratacak etkili bir mücadele geliştiremememizden kaynaklanıyorsa; yine ikinci olarak; düşmanın gaddarlığından, yeminli Kürt düşmanı olmasından ve soykırımcılığından kaynaklanıyorsa; bir üçüncüsü de; bizim bu denli parçalı duruşumuzdan, Önderlik ve parti bilincini ve anlayışını doğru edinememe ve pratikte doğru yürütememe durumumuzdan kaynaklanmaktadır. O halde, pratikte ret ve inkâr anlamına gelen anlayışlara karşı mücadele edilmezse, ülke bütünlüğü ile parça arasındaki diyalektiği yeterince kuramama yaşanabilir. Ülke ve ulus bütünlüğünden kopma, dar-mahalli yaklaşımlar içerisinde kalma ortaya çıkabilir. Zaten belli bir mahalli yaklaşım var. Kürdistan’ın bölünüp parçalanmış olmasının etkileri var. Bunu gidermek, ulusal bütünlüğü, ulusal siyaseti, ulusal ruhu ve tutumu geliştirmek için Önder Apo ve PKK büyük bir çaba harcadı ve önemli ölçüde giderdi de. Şimdi Önderlik ve parti öncülüğüne yanlış yaklaşırsak, o zaman söz konusu eğilimler içimizde daha fazla gelişebilir. Örgüt içinde parçalılık gibi, bu sefer parçalarda da farklı tutumların, eğilimlerin gelişmesi gibi bir durum söz konusu olabilir. O halde bütün bu konularda da yanlış anlayış ve tutumların bilince çıkartılarak aşılması, doğru Önderlik anlayışının ve parti tutumunun esas alınması kesinlikle gereklidir. İdeolojik-örgütsel çizgi duruşu olarak bir doğrultuya ve somutluğa ulaşmalıyız, ama onun politik ve pratik uygulamalarını son derece yaratıcı yöntemlerle ve böyle bir mücadeleyi güçlendirici temelde yapmalıyız. Her yerdeki birimlerimiz, komitelerimiz, arkadaşlarımız her türlü politik-askeri pratiği yaparken şunu düşünmeliler: Bu yaptığımız Kürt Özgürlük Mücadelesini, Önderlik ve PKK mücadelesini güçlendiriyor mu? Önder Apo’nun gerçekleştirmek istediği çözüme hizmet ediyor mu? Yoksa tersi mi oluyor? Önderliği ve partiyi zayıflatan, çözüme hizmet etmeyen bir durumda mı kalıyor? Bu durumu çok iyi değerlendirmek gerekir. Her militanın, her alandaki pratik görevin Önderlik ve parti çözümünü güçlendirmek olduğunu bilmek ve öyle davranmak lazımdır. Önderlik ve Partinin çözümünü güçlendirmeyen, hatta onun yerine başka şeyler koyma izlenimini yaratan politik tutum ve davranışlardan herkesin kesinlikle uzak durması şarttır. Başarının tek yolu Önderlik çizgisidir Değerli Yoldaşlar, Sonuç olarak, parti öncülüğünü Önderlik ve şehitler çizgisinde doğru ve başarılı bir biçimde geliştirebilmek için tüm kadro ve sempatizanların gerçekten seferber olması gerekir. Kesinlikle başarılı bir politik-askeri mücadele verebilmek için, onun önünde başarılı bir ideolojik-örgütsel çizgi mücadelesi vermenin şart olduğunun bilinmesi lazımdır. Bunun için de komünal yaşam ve kolektif çalışma çizgisinde tüm yoldaşlar ve parti komitelerimiz yoğunlaşmalıdırlar. Kapitalist modernitenin ve özel savaşın olumsuz etkilerine karşı yoğun bir mücadele yürütmelidirler. Pratikte her zaman yaratıcı, inisiyatifli, iradeli, girişken ve etkili bir tarzın sahibi olmalıdırlar. Gerillacılık zaten yaratıcılık ve inisiyatif demektir. Girişkenlik ve her koşulda her işi başarıyla yapabilme gerçeği demektir. Bu açıdan gerillacılıkla, gerilla tarzıyla çelişen her türlü tarzı, yöntemi mutlaka aşmak gerekiyor. Yine alışkanlıkların esiri olma durumu çok fazla var. Alışkanlıklar üzerimizde çok etkilidir. Yine pragmatik, faydacı yaklaşımlar içimizde çok fazla açığa çıkıyor. Öz güce güven, öz gücü örgütleyip harekete geçirmede zayıflıklar yaşıyoruz. Belli ki bunları gidermemiz lazım. Bu alışkanlıkların etkinliğini kıracak bir bilinci ve iradeyi mutlaka yaratmalıyız. Biz bazı çıkarlar, faydalar için hareket eden bir güç değiliz. Bir özgürlük ve demokrasi hareketiyiz, felsefemiz ve ideolojimiz var, ret-kabul ölçülerimiz söz konusu, o nedenle pragmatik-faydacı yaklaşım bizde olamaz. İlkeli yaklaşım her zaman geçerlidir. İdeolojide, ilkede katılık, siyasette esneklik Önderlik tarzımızın esasıdır. Zaten özgüce güven, öz gücünü örgütleme, halkın gücüyle her şeyi yapma özgür olmanın temel koşuludur. Başkasından alınanla özgürlüğe ulaşılamaz, özgür yaşama kavuşulamaz. Tam tersine başkasından alınan sadece insana bağımlılık ve kölelik getirir. Dolayısıyla onları kesinlikle aşmamız gerekir. Bu temelde Önderlik ve şehitler gerçeğimiz üzerinde her zamankinden çok daha fazla yoğunlaşmalıyız. Şehitler pratiğinden doğru dersler çıkartan, o dersleri günlük yaşamımıza ve pratiğimize etkili bir biçimde uygulayan bir düzeye kendimizi getirmeliyiz. Daha önce de belirttik, bir kez daha vurgulamakta da yarar var: Sorunlarla karşılaştığımızda sorunun çözümünü Önderlik ve şehitler çizgisinde aramalıyız. Bunu için de, birinci olarak; Önder Apo’nun yürüttüğü parti pratiğimizin derslerine bakmalıyız. İkinci olarak da; Önderlik savunmalarını okuyup, incelemeliyiz. Önder Apo ne diyor? Sorunlara, olaylara nasıl bakıyor, hangi çözüm yöntemlerini öneriyor? Onları arayıp bulmalı ve karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümünü kesinlikle Önderlik savunmalarında, Önderlik çizgisinde aramalı ve bulmalıyız. Bu konuda da zayıflıkların olduğunu belirtip eleştirdik. Kendine görelik bu temelde ortaya çıkıyor. Ya yıkılıp sorunların altında kalınıyor ya da kendine göre bir çözüm yolu bulunarak pratikte hata ve eksiklik içine giriliyor. Tabii sonuçta da başarısız kalınıyor. Oysa tek doğru Önder Apo’nun düşüncesi ve tarzıdır, başarının tek yolu Önderlik çizgisidir. Önderlik gerçeğinden kopan, çözümü Önderlikte bulmayan hiçbir anlayış ve tutum Kürdistan pratiğinde başarılı olamaz. O halde Önderlik ve şehitler çizgisi temelinde kendimizi eğitmek, parti ölçülerini geliştirmek, parti öncülüğünü güçlendirmek, her zaman ve her yerde her türlü devrimci görevi başarıyla yürüten parti militanı haline gelmek, bu temelde komple devrimciliğe ulaşmak hepimizin temel hedefi ve gerçekleşme biçimi olmalıdır. Bunlar temelinde, Önder Apo’yu ve İmralı Direnişi öncülüğünde Uluslararası Komplo’ya karşı gelişen özgürlük ve demokrasi mücadelemizi, topyekûn Devrimci Halk Savaşı temelinde gerillamızın ve halkımızın yürüttüğü kahramanlık direnişini selamlıyor, bu direnişin kahraman şehitlerini bir kez daha saygı ve minnetle anıyor, tüm yoldaşları parti pratiğimizden doğru dersler çıkartarak, Önderlik ve şehitler çizgisini derinden özümseyerek, 15 Şubat komplosu karşısında ruh, duygu, düşünce ve davranış olarak kendini yenileyip Apocu militan haline getirerek, 22. yılda Uluslararası Komplo’ya karşı daha güçlü mücadele etmeye ve daha büyük başarmaya çağırıyoruz! -Kahrolsun 15 Şubat komplosu! -Kahrolsun faşist-soykırımcı-sömürgeci diktatörlük! -Yaşasın komploya karşı özgürlük ve demokrasi mücadelemiz! -Yaşasın Devrimci Halk Savaşımız! -Bijî Rêber Apo! 1 Şubat 2020 | ||
© 2021 Serxwebûn |