Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
AKP-MHP faşizminin yenilgisi tüm Kürtlerin ve Ortadoğu halklarının özgürlüğünü sağlayacaktırSibat 2020
Cemil Bayık Ortadoğu’da yaşanan tüm gelişmeleri anlamak için Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı’na bütünlüklü bakmak gerekiyor. Yoksa tek tek durumları ele almak ve izah etmek mümkün olmaz. Kuşkusuz her gerilim, çatışma ve olay farklı özgünlüklere sahiptir. Bu özgünlükleri de mutlaka dikkate almak gerekiyor. Yine farklı alanlardaki farklı ilişkiler, ittifaklar ve çelişkileri de dikkate alarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Ancak bütün bunları doğru değerlendirmek açısından da Ortadoğu’daki tüm gelişmelere bütünlüklü bakmak çok önemlidir. Yoksa sadece bir parçada yaşanan gelişmeleri değerlendirmek eksik sonuçlara götürebilir. Sadece İdlib’i değerlendirmek, sadece Firat’ın doğusundaki durumu değerlendirmek ya da Irak’taki durumu, ABD-İran çekişmesini, Lübnan’ı, Libya’yı tek başına değerlendirmek mümkün değildir. Bütünlüklü bir bakış olursa o zaman özgünlükleri fark etmek, ona göre söz konusu alanlardaki değerlendirmeyi de, bu çerçevede politik yaklaşımı da doğru belirlemek mümkün hale gelir. Üçüncü Dünya Savaşı diyoruz. Üçüncü Dünya Savaşı demek şunu söylemek anlamına geliyor; bu savaşın sonunda bölgede de dünyada da yeni dengeler oluşacaktır. Her dünya savaşının karakteri böyledir. Bu açıdan özellikle de küreselleşen günümüz dünyasında bütün güçler Ortadoğu merkezli dünya savaşının içindedirler. Zaten Ortadoğu tarih boyu dünya dengelerinin belirlendiği bir yer olmuştur. Jeostratejik konumu böyledir. İlk çağda da, orta çağda da böyle olmuş, günümüzde de böyledir. Belki kapitalizmle birlikte uygarlık ağırlıklı olarak Avrupa merkezli hale gelmiş olsa da Ortadoğu’nun dünya dengelerindeki ve siyasetindeki yeri azalmamıştır. Giderek Uzak Asya’nın ekonomik ve siyasi bakımdan önemli güç haline geleceği söylenmektedir. Nitekim Çin, Japonya, Kore, Singapur ve diğer tüm ülkelerde önemli ekonomik gelişmeler yaşanmaktadır. Ekonomik alanda önceden Avrupa ve ABD ağırlığı vardı, şimdi buna bir de Uzak Asya eklenmiştir. Hala ABD’nin ve Avrupa’nın ağırlığı devam etse de Uzak Asya’nın da önemli bir etkinlik içinde olduğu görülüyor. Ancak bu durum Ortadoğu’nun önemini azaltmıyor, daha da önemli hale geliyor. Artık tam ortasında yer alıyor. Bu açıdan Ortadoğu’daki savaş önemli sonuçlar doğuracaktır. Öte yandan günümüzdeki savaş, mücadele biraz da kapitalist modernitenin, kapitalist sistemin hakimiyet mücadelesidir. Ortadoğu’da bir taraftan kapitalist güçlerin kendi içindeki hakimiyet mücadelesi varken, diğer taraftan da bir bütün olarak kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya karşı mücadelesi var. Ortadoğu toplumsal ve kültürel yapısı da kapitalist moderniteye karşı direnmektedir. Hala kapitalist modernist güçler zihniyetiyle, kültürüyle, toplumsal anlayışıyla bu alana tümüyle hakim olamamışlardır. Her ne kadar askeri, siyasi etkinlikleri olsa da, bu bir türlü kalıcılaşamamaktadır. Ortadoğu’nun tarihsel toplumsal yapısı ve kültürü kapitalist modernist sistemin kendini tümüyle hakim kılmasına imkan vermemektedir. Ortadoğu’daki mücadele mevcut durumda bir taraftan kapitalist emperyalist modernist güçlerin kendi aralarındaki hiyerarşiyi belirleme mücadelesi olurken, diğer taraftan da Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirmek istiyorlar. Artık eski işbirlikçi ülkeler ihtiyaçlarını karşılamıyor, kendi işbirlikçilerini de değiştirmek istiyorlar. Sermayenin serbest ve güvenli dolaşımı, tümüyle tüketime açılması, kapitalist modernite değerlerinin hakim kılınması mücadelesi var. Soğuk Savaş dönemine dayanan işbirlikçiler artık kapitalist modernite ihtiyacını karşılamıyor. Hatta engel konumundalar. Öte yandan Ortadoğu dünyanın herhangi bir köşesi değildir. Ne Afrika’nın, ne Amerika’nın, ne de Uzak Asya’nın bir köşesidir. Binlerce yıllık uygarlığın beşiği olmuştur. Tüm toplumsal, kültürel, ekonomik yaşamın merkezi olmuş, bütün büyük dinler, inançlar bu coğrafyadan çıkmıştır. Devletçi sistem ilk burada şekillenmiş. Bu yönüyle kolayca kendi özgünlüğünü kaybedecek bir coğrafya değildir. Öte yandan sömürgeci devletçi erkek egemenlikçi sistemin en fazla derinleştiği, sorunları katmer katmer yaptığı bir alan olmaktadır. Devletçi, sömürücü, baskıcı ve erkek egemenlikli sistem en fazla burada yaşam bulmuş, şimdi burada da önemli bir krizi, kaosu yaşıyor. Türkiye’nin İdlib ve Serêkaniyê’yi işgal etmesi de ABD’nin politikasının bir parçasıdır Bu ortamda da halklar artık ne 5 bin yıllık devletçi sistemi, ne de dış güçlerin, kapitalist modernitenin bireyci, maddiyatçı yaşam anlayışını kabul ediyorlar. Çünkü Ortadoğu toplumsal yaşamın merkezidir. Bu bakımdan bireyciliğe, maddiyatçılığa dayalı uygarlığı Ortadoğu’nun, halkların kabul etmesi mümkün değildir. Bu yönüyle burada halkların direnişi, uyanışı ortaya çıktı, irade olma durumu ortaya çıktı. Buradaki uyanış Avrupa’daki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki uyanış ve irade olma konumundan farklıdır. Toplumcu karakteri güçlü, maddiyatçılığa, bireyciliğe karşı, kültürel değerleri ve tarihsel toplumsal değerleri önemseyen, hak, adalet, eşitlik ilkelerinin daha fazla hakim olmasını isteyen bir toplumsal uyanış ve hareketliliktir. Bu yönüyle halklar da devrededir. Her ne kadar öncülük yetersizliği varsa da, kapitalist modernist sistem, yine yerel egemen güçler toplumların bu uyanışını hem bastırmak hem de kendi egemenlikleri doğrultusunda yönlendirmek ve kullanmak isteseler de artık cin şişeden çıkmıştır. Halklar da mücadelenin parçasıdır, kendilerinin dikkate alınmasını istiyorlar. Irak’taki, İran’daki, Lübnan’daki hareketler büyük toplumsal hareketlerdir. Kuzey-Doğu Suriye’de Rojava merkezli bir toplumsal demokratik sistem kurulmuştur. Toplumun uyanışı, ayağa kalkışı ve kendi sistemini örgütleme gerçeği vardır. Bu yönüyle Ortadoğu’daki mücadele halkların da devreye girdiği karmaşık bir mücadele haline gelmiştir. Son 10 yıl içinde özellikle DAİŞ’e karşı mücadele biraz öne çıktı. Öyle ki, DAİŞ kendisini yaratanları bile korkutan bir heyula haline geldi. Buna karşı Uluslararası Koalisyon kuruldu. Herkes bir mücadele yürüttü. Bu mücadelenin merkezinde de Kürtler vardı. Çünkü Türk devleti DAİŞ’i Kürtlere saldırttı. Bir taraftan DAİŞ üzerinden Suriye üzerinde etkinlik kurmak isterken, diğer taraftan da DAİŞ eliyle Kürtlerin Suriye’de kazanım elde etmesini engellemek istedi. Ondan da öte Suriye’deki devrimci güçlerin tümden ezilme, bu temelde Kürtlerin soykırıma uğratılması hedeflendi. Buna karşı Kürtler büyük bir direniş gösterdiler. DAİŞ karşıtı tüm güçlerle belirli bir ilişkileri ve taktik ittifakları oldu. Bu, Kürtlere dünyada önemli bir itibar kazandırdı. Ve Kürtlerin merkezinde olduğu bu mücadele sonucu DAİŞ başkenti Reqa’yı kaybetti. Bu aslında DAİŞ’in Kobanê’de başlayan yenilgisinin kaçınılmazlığı anlamına geldi. Bu çerçevede de artık giderek devletlerarası mücadelenin öne çıktığı bir süreç başladı. Öte yandan DAİŞ’in yenilgisinin yarattığı önemli kazanımlar, mevziler ortaya çıktı. ABD, Kürtlerin önemli gelişme yarattığını görerek bunu frenleme çabası içine girdi. Kürtlerin DAİŞ’e karşı verdiği mücadelede ortaya çıkardığı sonuçları törpülemek, esas olarak kendi siyasi kazanımları haline getirmek isteyen bir politik yönelim gösterdi. Aslında Türkiye’nin Efrîn’e saldırtılmasını da bu çerçevede ele almak gerekir. Rusya önünü açtı ama ABD de teşvik etti. Kürtlerin sınırlanmasını önlerine koydular. Çünkü dünyada itibar kazanmış etkili devrimci bir gücün gelişmesini her iki taraf da kendi çıkarlarına uygun görmediler. ABD tabii ki kendisini Ortadoğu’da etkili kılmak istiyor. Öyle şuradan buradan geri çekilme durumu da yoktur. Bunlar tamamen aldatıcı şeylerdir. Aslında ABD, Türkiye’ye belirli bir rol vermiştir. Türkiye’nin İdlib ve Serêkaniyê’yi işgal etmesi de ABD’nin politikasının bir parçasıdır. Ama halkların mücadelesi, Kürtlerin mücadelesi ABD’yi ve Türkiye’yi çok teşhir ettiği için şimdilik tüm niyetlerini ortaya koyamıyorlar. ABD, Suriye’nin doğusunda petrol bölgeleri denen yerlerde kendi hakimiyetini, Türkiye’nin de Firat’ın batısı ve doğusundaki işgalini kullanarak tamamen Suriye’yi ve Irak’ı şekillendirme, Kürtler üzerindeki etkinliğini sürdürme politikasının bir parçası olarak görmek gerekiyor. Sorun sadece petrol bölgelerini kontrol etme değildir. Buralar üzerinde Suriye ve Irak üzerinde baskısını sürdürürken, diğer taraftan da Başurê Kurdîstan’daki yönetimi de kullanarak bölge politikalarında etkili olmak istiyor. ABD’yle İran arasındaki mücadele sertleşince devrimci güçler açısından yeni bir durum ortaya çıktı Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta vurularak ABD’nin askeri ve siyasi ağırlığını ortaya koymasını da bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Ortadoğu’da süren Üçüncü Dünya Savaşı gelinen aşamada ABD’yle Rusya, Suriye, İran ve bunlara bağlı güçler arasında hakimiyet sağlama mücadelesi yoğunlaşmıştır. Kuşkusuz cepheden şiddetli bir savaş içine girmeseler de her güç kendi ağırlığını artırmak, korumak, kendine güçlü bir konum kazandırmak istemektedir. ABD, bu vuruşlarla, “Ortadoğu’da esas dikkate alınması gereken güç benim, beni dikkate almadan herhangi bir yeni Ortadoğu düzeni gelişmez” demektedir. Kuşkusuz bunun yanında halkların da her yerde bir mücadelesi var. Zaten Kuzey-Doğu Suriye’de halklar bir sistem kurmuşlardır. Irak’ta bir mücadele yürütülüyor, İran’da sık sık halk hareketleri ortaya çıkıyor, Lübnan’da da var. Yakın zamana kadar belirli taktik ilişkide olan güçler, mevcut durumda taktik ilişkilerini sürdürüyor olsalar da aynı zamanda bir mücadele içindeler. Rojava’daki durumu bu çerçevede ele almak gerekir. Önceleri ABD, Rusya ve İran kendi dışındaki güçleri kendilerinden yana tavır almaya zorluyorlardı. Böyle bir dayatmaları vardı. Şimdi ABD’yle İran -tabii arkasında Rusya ve Suriye var- arasındaki mücadele sertleşince devrimci halk güçleri açısından yeni bir konum ortaya çıktı. Hem kendi politikalarını daha etkili kılma, sonuç alma koşulları olgunlaşmaktadır hem de çeşitli güçlerle mücadele ve taktik ilişkiyi birlikte yürütecek bir konuma gelmişlerdir. Çünkü mücadelenin söz konusu güçler arasında sertleşmesi her gücün ittifak değerini artırmaktadır. Mücadele içinde olan güçler karşı cepheyi zayıflatmak için bazı güçleri yanına çekmek isteyecek, bazı güçleri tarafsız bırakmak isteyecek, bu da devrimci demokratik güçler açısından hareket kabiliyeti zemini sunacaktır. Özellikle Kasım Süleymani’nin vurulmasıyla mücadele biraz daha yoğunlaştı. Her ne kadar ABD’yle İran çok şiddetli karşı karşıya gelecek bir savaş için girmeseler de savaş farklı yol ve yöntemlerle yoğunlaşarak sürecektir. Yakın bir zamanda aralarında bir uzlaşma beklenmiyor. Mücadelenin böyle yoğunlaşarak artacağını görmek gerekiyor. Krizin bu düzeyde tırmanması Türkiye’nin konumunu da önemli kılmaktadır. Türk devleti şimdiye kadarki ortamda biraz ortada kalabiliyordu. Süren çelişki ve çatışma ortamında her iki taraftan da yararlanmaya çalışıyordu. Özellikle de bir tarafa kendini vermeyerek, kim Kürt politikasında, soykırımında bana destek verirse ona daha yakın olurum yaklaşımıyla bazen ABD ve Batı tarafına, bazen de Rusya tarafına eğilim gösteren bir politika izlemiştir. Kendini Kürt düşmanlığı üzerinden pazarlama politikası yürütmüştür. Şimdiye kadar Ortadoğu’daki mücadelenin boyutu, karakteri Türk devletine bu imkanları veriyordu ama bu imkanlar giderek daralmaktadır. Öte yandan da mücadele sertleşince her güç de kendi müttefikini daha da netleştirme yoluna gitmektedir. Türkiye’nin yakın zamana kadar ABD ve Avrupa’ya karşı Rusya’yı kullanma ve bu Rusya ilişkisinden yararlanarak özellikle Kürtlere karşı belirli saldırılar yürütme koşulları bulmuştu. Özellikle Efrîn açısından bunu söyleyebiliriz. Yine Bab, Cerablus gibi yerlere girmede de Rusya’nın göz yumması olmuştur. ABD de her zaman, kendileriyle sorunlu olsa bile NATO üyesi olarak Türkiye’nin eninde sonunda kendilerinin yanında yer alacağını düşünerek Türkiye’nin saldırılarına, işgallerine ses çıkarmamışlardır, hatta tutumlarıyla teşvik etmişlerdir. Gelinen aşamada artık mücadele eden güçlerin safları biraz daha belirginleşmiştir. Eskiden ilişki ve ittifaklar daha kaygandı. Giderek ilişki ve ittifakların kaygan olma zemini azalıyor. Özellikle de bölgedeki statükocu güçler açısından böyle. Artık bölgedeki tüm ülkeler konumlarını yeni duruma göre belirleyecekler. Bu açıdan Türkiye’yi, ABD ve Avrupa ekseninde düşünmek ve politika yürütürken bunu hesaba katmak gerekiyor. Kuşkusuz hala Türkiye’yle ABD’nin ilişkilerinde sorun yaratan önemli noktalar var. Türkiye’nin yakın zamandaki politikalarıyla Mısır ve Suudi Arabistan’la karşı karşıya gelmesi, şu anda Libya’ya müdahale etmesi, yine Irak’ta belirli bir etkinlik kurmak istemesi, çeteleri desteklemesi, bunlar tabii ki Arap dünyası açısından sorunlar yaratmaktadır. Bu yönüyle de ABD Araplarla sıkı ilişki içindeyken, diğer taraftan da Türkiye de NATO üyesidir. Bu da ister istemez bu ilişkileri sorunlu hale getirmektedir. Bu çelişkiler bir süre daha devam edecektir. ABD bu çelişkileri nasıl giderecek, Türkiye’yi nasıl bu konumdan çıkaracak, herhalde bunun üzerinde daha fazla yoğunlaşacaktır. Rusya, İran’la ABD’nin şiddetle karşı karşıya gelmesini istemez. Aslında Rusya, İran’ın bir nevi müttefikidir. Bunu böyle görmek lazım. Buna Çin de dahil edilebilir. Bunlar dikkate alındığında mücadelenin çok taraflı ve karmaşık düzeyde süreceği görülüyor. Tabii burada Kürt halkının durumu çok önemli. Ortadoğu’daki Üçüncü Dünya Savaşı içinde çok aktif bir halk gücü, devrim gücü haline geldi. Bu devrimci gücün gelişmesinden hem statükocu güçler ürküyor, hem kapitalist modernist güçler ürküyor, böyle bir ürküntü yaşıyorlar. Ama diğer taraftan kapitalist modernist güçlerin kendi aralarındaki mücadele ve statükocu güçlerle mücadele söz konusu olduğunda Ortadoğu’nun göbeğinde, merkezinde önemli bir siyasi, askeri, toplumsal güce ulaşan Kürtleri de dikkate almak zorunda kalıyorlar. Bu açıdan Kürtler, Ortadoğu’da sürecek mücadele ve politik ilişkilerde önemli bir yere sahip olacak. Kürtler tabii ki, ne kapitalist modernist güçler arasında, ne bölgesel güçler arasında bir tercih yapmak, ne de kapitalist modernist güçlerin aralarındaki mücadele arasında bir tercih yapmak zorundadır. Kendi üçüncü çizgileriyle yeni Ortadoğu dengelerinde yer almak istiyorlar. Kürtler askeri ve siyasi güçleriyle konumlarını güçlendirip kazanımlarını kalıcılaştırmaya çalışırken, kapitalist modernist güçler ise Kürt halkının bu yönlü gelişmesinden korktukları için sınırlandırmak istiyorlar. Ortadoğu’daki tüm mücadeleleri değerlendirirken bu genel tablo içerisinde ele almak gerekmektedir. Rusya’nın Rejim’e verdiği desteği çekmesi de söz konusu olamaz Irak’ta halk hareketinin gelişmesi, arkasından bu hareketlere karşı İran’ın çeşitli müdahalelerde bulunması, ABD’nin Haşdi Şabi’yi vurması, daha sonra Kasım Süleymani’nin ve Haşdi Şabi’nin sorumlusunun Bağdat’ta vurulması, Ortadoğu’daki siyasal gelişmelerin ağırlığını Irak ekseninde ABD-İran çatışmasına kaydırsa da Suriye’de, İdlib’te yaşananlar ve bu durumun Ortadoğu’daki kamplaşmada yarattığı yeni durumlar, Rusya, ABD ve Avrupa’nın hepsinin bu çatışma ve çekişme içinde yer alması Suriye’deki gelişmeleri yine öne çıkarmıştır. Rusya ve Suriye, Şam ve Halep çevresindeki çeteleri uzaklaştırmak ve bu yönüyle bir nefes alıp toparlanmak için Türkiye’ye bazı tavizler vermişlerdir. Bir bütün çetelerin İdlib ve Cerablus gibi alanlara çekilmesi karşılığında Efrîn’in işgaline göz yummuşlardır. Aslında Türkiye de Rusya da orta vadede karşı karşıya gelecekleri bir anlaşma yaptıklarını biliyorlardı. Türkiye, AKP kendi iktidarını korumak ve Suriye üzerinde etkinlik sürdürmek açısından böyle bir anlaşmayı kendi çıkarına gördü. Rusya ve Rejim de kendi çıkarına gördü ama bunlar tabii ki sonunda karşı karşıya geleceklerdi. Rusya ve Suriye, “bu topraklar Suriye’nin” diyecekti, baskı yapacaktı, bu açıktı. Sonunda o noktaya da gelindi. Ancak Türkiye’nin mevcut konjonktürde İdlib’ten tavizler almadan çıkması siyasi olarak kendisini zayıflatacaktır. Çeteleri kullanma durumunda ciddi sorunlar yaşayacaktır. Bu açıdan Türkiye, Avrupa’nın mülteci zaafını kullanarak, ama esas olarak da ABD ve Avrupa’nın Rusya’nın Suriye’de etkin olmasını istemediklerini bildiğinden NATO’ya ve Avrupa’ya dayanarak İdlib’te Rejim ve Rusya’nın hamlesini boşa çıkarmaya ve orada belli düzeyde siyasi etkisinin olacağı bir denge oluşturmaya çalışıyor. Ama bunu ABD’ye, Avrupa’ya dayanmadan yapamayacağı açıktır. Rusya ise mevcut durumda belli tavizler verse de esas olarak Suriye rejiminin İdlib’te hakim olmasını sağlamak isteyecektir. Rusya’nın Rejim’e verdiği desteği çekmesi de söz konusu olamaz. Türkiye her ne kadar “Şubat sonuna kadar çekilmezlerse biz gerekeni yaparız,” açıklaması ve tehdidinde bulunmuş olsa da aslında bu açıklama ve tehdit Rusya’yı belli bir pazarlığa çekmek içindir. Yoksa orada Rusya ve Suriye’yle açık bir çatışma içine girmesi söz konusu olamaz. Ne NATO oraya doğrudan müdahale edebilir, ne de Türk devleti, AKP iktidarı böyle bir çatışmanın altından kalkabilir. Belki ABD desteğiyle çatışmayı sürdürebilir ama Rusya hava sahasını kapattığında Türkiye’nin ve çetelerin o alanda sonuç almaları mümkün değildir. Çünkü Rusya açıktan açığa sen orada gözlemciydin, askeri güç, işgalci güç ya da Rejim’e karşı duracak bir güç değildin, diyerek tutumunu ortaya koymuştur. Türkiye biraz güç yığdırdığında bu, “Soçi anlaşmasına aykırıdır,” demiştir. Bu yönüyle İdlib’teki durum gerçekten karmaşıktır. Ancak şunu bilmek lazım, İdlib’te ABD ve Avrupa, Türkiye’nin yanındadır ve yanında olmaya devam edecektir. Çünkü Türkiye’nin varlığını, etkisini kendi varlık ve etkileri olarak görüyorlar. Türkiye’nin Suriye’deki durumunu kendi çıkarları doğrultusunda Suriye’nin şekillenmesinde kullanmak istiyorlar. Özellikle de Kürtlerin statü kazanmasını engelleyerek ya da statülerini sınırlayarak Türkiye’yi tatmin etmeye çalışıyorlar. Böylece ABD, Fransa ve Avrupa Suriye’nin kendi doğrultularında şekillenmesinde kullanıyorlar. Türkiye’ye verilen destek bunun açık ifadesidir. Mülteci sorunu, insani kriz bir örtüdür. Mesele insani kriz ise, sorun ise bu Efrîn’de daha ağırdı, Kuzey-Doğu Suriye’de daha ağırdı, hem de bir soykırım biçiminde yürütülmektedir. İdlib’te herhangi bir soykırım sorunu yok. Mülteci dediklerinin önemli bir kısmı bir süre sonra tekrar yerlerine dönecek olanlardır. Kaldı ki Türk devleti sayıları abartarak Avrupa’yı ürkütüp destek almaya çalışıyor. Esas sorun Türkiye’nin Suriye üzerinde etkili olmak istemesidir. Suriye’nin şekillenmesinde ağırlığını koymak istiyor. Bu durumda Rusya’nın tutumunun ne olacağı önemlidir. Rusya, Efrîn’de yaptığı gibi Türk devletinin Kürtlere saldırısına göz yumarak, Kürt bölgelerinde yaptığı işgali biraz daha genişletmesine göz yumarak Türkiye’yle orada bir uzlaşmaya giderek İdlib’te Türkiye’nin geri çekilmesi karşılığında böyle bir kirli ilişki içine mi girecek, ya da Türk devletinin politikalarını ve ABD ve Avrupa tarafından Suriye’nin şekillenmesinde bir baskı aracı olarak kullanıldığını görerek daha ilkeli, uzun vadeli bir yaklaşımla Türkiye’ye karşı mücadeleyi göze mi alacak? Böyle olursa Suriye, İran, Hizbullah gibi güçleri de yanına alarak orada bir savaş içine girecektir. Gelişmelerin nereye evrileceğini zaman içinde göreceğiz. Ama savaşı Rusya’nın da istemediği açıktır. Öyle göründüğü gibi savaşla sonuç almak isteyen bir ülke değildir. Ukrayna’da sınırı olduğu için bunu göze aldı. Ama Suriye gibi bir yerde böyle bir savaşı ne kadar göze alır bu kuşkuludur. ABD’nin kendisini orada uğraştıracağını, sıkıntılar çıkaracağını düşünerek bir uzlaşma içine girebilir. Zaten ABD de sürekli Türkiye’yi destekliyoruz, diyerek Rusya’yı bir uzlaşmaya çekmek istemektedir. ABD, Suriye ile Rusya’nın istediklerinin tümden olduğu bir sonuç ortaya çıkmasını engellemeye çalışıyor. Belki Türkiye’nin istediği gibi o bölgelerde hakim olmasını sağlayamaz, ama hala Türkiye’nin belli düzeyde etkili olduğu, tümden o alandan çıkmadığı bir uzlaşma ortaya çıkarabilir. Efrînli gençler, Efrîn’i özgürleştirme mücadelesinden vazgeçmiş değillerdir Efrîn’le İdlib iç içedir. Kürtler Efrîn için savaş ve mücadele yürütüyorlar. Eğer Suriye ve Rusya o alanda çetelere karşı, Türk devletine karşı bir mücadele içine girerse herhalde Efrînliler ve Halep’teki Kürtler de Efrîn’i kurtarmak için taktik ilişkiler içine girebilirler. Çünkü Kürtler açısından Efrîn çok çok önemli. Zaten Halep’in kurtarılmasında da Kürtlerin rolü vardır. Hala Halep’te birkaç mahalle Kürtlerin elindedir. Kürtlerin orada binlerle ifade edilebilecek askeri güçleri bulunmaktadır. Yine Efrîn Kurtuluş Güçleri var. Efrînli gençler Efrîn’i özgürleştirme mücadelesinden vazgeçmiş değillerdir. Böyle bir savaş durumu ortaya çıkarsa Kürtler de Efrîn’deki Türk işgalini kırma açısından bu çatışma ve çekişmeden faydalanmak isteyebilirler. Tabii Firat’ın doğusuyla batısının mücadele koşulları farklılaştı. Cerablus ve Bab oraların Türk devleti tarafından işgal edilmesiyle birlikte Efrîn’in konumu, kurtuluş mücadelesi yeni boyutlar kazanmıştı. Artık orada Türk devletine ve çetelerine karşı hangi toplumsal güçle ittifak yapacaklarsa onlarla yapma durumuna gireceklerdir. Bu yönüyle artık Firat’ın doğusuyla Firat’ın batısındaki ilişkiler, mücadele, ittifaklar ve taktikler farklılaşmış durumdadır. Kuşkusuz Kürtler birbirlerine destek olur. Firat’ın doğusundaki Kürtler de Efrîn’in kurtuluşu konusunda duyarlı olurlar. Sadece oraların değil, bütün Kürtlerin Efrîn’in kurtuluşu açısından duyarlılıkları vardır. Firat’ın doğusunun Efrîn’le birleşemediği, Firat’ın doğusunda sorunların ağırlaştığı, orada da Türk işgaline karşı mücadelenin sürdüğü ortamda Firat’ın doğusuyla batısı arasındaki ilişkiler, çelişkiler, ittifaklar ve taktikler farklılaşmıştır. Nitekim Efrîn Kurtuluş Güçleri, kendi güçlerine, Halep’teki ve Şam’daki Kürtlere, Lübnan’daki Kürtlere dayanarak orada kurtuluş mücadelesini sürdürmektedirler. İdlib’te ortaya çıkacak durum şöyle gözüküyor; sanki Türkiye, İdlib’in batısından Hatay’a kadar bir bölgede varlığını sürdürecek. Oraya çadırlar açıyor, kimi mülteci dediklerini oraya yerleştiriyor. Bir nevi Suriye’nin sınırlarında bir kuşak oluşturulacak. Efrîn’i, Serêkaniyê ve Girê Spî’yi işgal etmiştir. Hatay’ın sınırında İdlib’ten çıkanların yerleştirildiği bir bölge kuracak. Tüm bu işgalleri ve askeri varlığı üzerinden de Suriye üzerindeki politikasını, etkisini sürdürmeye çalışacak. Türkiye, ABD’den aldığı destekle yaptığı tehdit ve görüşmelerde ortaya koyduğu dayatmayla biraz bunu sağlamaya çalışıyor. Rusya ve Suriye bunu ne kadar kabul edecek bu ayrı bir konu. Ama ABD’nin, Avrupa’nın, Türkiye’ye bu kadar destek vermesi gerçekliği ortamında 20 kilometre mi olur, 30 kilometre mi olur, 40 kilometre mi olur, sınırda bir kuşak kuracak. Zaten çeteleri her tarafta kullanıyor. Serêkaniyê’de, Girê Spî’de kullanıyor, Suriye’nin her yerinde saldırılarında bu çeteleri kullanıyor. Oluşturacağı böyle bir kuşakla bu çeteleri bu biçimde kontrol edip kullanmayı sürdürecektir. Libya, çok elin karıştığı savaş alanı haline gelmiştir Bir kısım çeteleri Libya’ya gönderdi. Türkiye Libya’ya da müdahale etmiş bulunuyor. Türkiye, Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı’nda saldırarak, her yerde sorunlar çıkararak tavizler koparmaya çalışıyor. Türk devletinin belki her yeri işgal edecek, sonuç alacak gücü yok ama sorunları ağırlaştıracak yöntem izleyerek belli tavizler koparmayı hedefliyor. Türk devletinin Libya politikasını bu çerçevede ele almak gerekir. Libya’ya çeteleri gönderip Trablus’taki yönetimi destekleyerek, oradaki siyasal mücadelenin parçası olmak ve belli tavizler koparmak istiyor. Çünkü orada da bir mücadele var. Uluslararası güçlerin, Avrupa’daki ülkelerin hepsi Libya politikasında ortaklaşmış değiller, aralarında çelişki var. Türk devleti de bunları görerek oraya girip bu çelişkilerden yararlanarak kendisine imkan sağlamaya çalışıyor. Tabii Libya önemli bir yer. Libya’da etkin olmak, Kuzey Afrika’nın doğusunda, batısında ve Afrika’nın içlerine doğru etkili olma imkanı veriyor. Öte yandan çok önemli petrol ve gaz rezervleri var. Avrupa’ya da yakın olduğundan özellikle İtalya ve Fransa buralarla çok ilgili. Bu da bir mücadeleyi ortaya çıkarıyor. Türk devleti bundan yararlanmak istiyor. Özellikle de İtalya’yla ilişki temelinde Libya’daki dengeleri biraz İtalya lehine kaydırarak kendisine belli çıkarlar sağlamak istiyor. Ancak Kıbrıs ve Akdeniz’in doğusu konusunda İtalya’yla çelişkileri var. Bu açıdan Libya sorunu gerçekten çok elin karıştığı savaş alanı haline gelmiştir. Yani halklar üzerinde nasıl oyunların oynandığı, halkların iradesinin nasıl yok sayıldığı Libya’da açık biçimde görülmektedir. Kuşkusuz Araplar da müdahale ediyor. Diğerlerin hakkı var da Arapların niye hakkı olmasın? En fazla da Arapların hakkı var. Mısır’ın, Cezayir’in tabii ki Libya’yla ilgilenmesi kadar doğal bir şey olamaz. Çünkü bunlar Arap ülkeleri. Libya’daki gelişmeler doğrudan kendilerini etkiliyor. Özellikle Türk devletinin ilişkide olduğu Trablus’taki hükümetin DAİŞ’le, El Kaide’yle, İhvan-ı Müslimin ile ilişkileri birçok ülkeyi kaygılandırıyor. Libya’da bir Müslüman Kardeşler hükümetinin olması demek Mısır’ı tehdit etmek demektir, Mısır’a yönelik bir saldırıdır. Çünkü şu anda mevcut Mısır hükümetiyle İhvan-ı Müslimin güçleri arasında mücadele var. Türkiye aslında oraya müdahale edip İhvancıları orada güçlendirerek Mısır İhvancılarına, diğer alanlardaki İhvancılara destek olmak istiyor. Bu yönüyle bir zamanlar söyledik; DAİŞ’in de İhvan-ı Müslimin’in de lideri Erdoğan’dır. Erdoğan bu sapkın siyasal İslamcı güçler üzerinden Arap dünyasını teslim almak istiyor. Erdoğan bir ideolojik mücadele yürütüyor. Daha doğrusu siyasal hedeflerine böyle bir ideolojik yaklaşımla ulaşmak istiyor. Bu açıdan DAİŞ’in, El Kaide’nin, İhvan-ı Müslimin’in hamisi oluyor. Türkiye’nin boyunu aşan bir mücadele içine girdiği açıktır. Özellikle de AKP-MHP iktidarının kendini ayakta tutmak için dış saldırılara ve başarılara, dışarda düşman yaratmaya ihtiyaç duyarak bu politikalara yönelmesi Türkiye’yi birçok alanda birçok güçle karşı karşıya getiriyor. Belki Türkiye’nin bir alana yönelik ağırlık koyacak kapasitesi vardır; ama öyle Suriye ve Irak’ın her alanına, yine Libya’ya müdahale etmesi gerçekten de altından kalkamayacağı adımlar olmaktadır. Bu adımların yavaş yavaş Türkiye’ye olumsuz etkileri görülecektir. Türkiye her ne kadar bazı güçler tarafından kullanılması temelinde kendisine göre bazı tavizler aldığını düşünse de orta ve uzun vadede astarı yüzünden pahalı bir politik gerçeklikle karşılaşacaktır. Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında Türkiye gibi bir devletin bir diplomatik değeri, ittifak, ilişki ve dengelerde bir yeri vardır. Bu bakımdan bazı tavizler verilerek kullanılacaktır. Ama orta vadede Türkiye’nin bu politikalarının ters tepmesi, Türkiye’ye ağır faturası olacak bir noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Ne Araplar oraları Türklere bırakır, ne de Avrupalılar bırakır. Bu bakımdan Türkiye’nin Libya’da belli çetelerle etkili olmak istemesi hesapsız bir adımdır. Dünyada başka güçler de taşeronları kullanıyor, ben de kullanırım, diyor. ABD, Avrupa Birliği bu tür politikalar yürütüyor, ben de yapabilirim biçiminde bir yaklaşımla bu tür adımları atıyor. Ama Türkiye’nin kendi içinde ve bölgede yaşadığı sorunlar dikkate alındığında Türk devletinin kullanılmaktan başka bir sonuç elde edemeyeceği açıktır. Kendisini kullanırlarken ağzına bir parmak bal çalsalar da orta vadede bunu pahalıya ödettireceklerdir. Türk devletinin Suriye’de, Libya’da bir bütün olarak Mısır ve Suudi Arabistan’la çelişkileri, Arap ülkelerine yönelik politikaları Arap dünyasında ciddi tepkiler ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bunun siyasal sonuçları da ortaya çıkacaktır. Türk devleti Arap dünyasına müdahale etmektedir. Bir zamanlar İsrail’in yaptığını şimdi daha fazlasıyla Türk devleti yapmaktadır. İsrail eskiden Arapları kendi karşısında güçsüz duruma düşürmek için tüm Arap ülkelerinin içine el atardı, Arapları parçalayıp kendisine karşı konumlarını zayıflatma politikası yürütürdü. Böylelikle kendisini etkili kılmak isterdi. Bu rolü şimdi Türkiye üstlenmiş bulunmaktadır. Gelinen aşamada, İsrail ile Arap ülkeleri arasında var olan şiddetli karşıtlık törpülenmiş bulunmaktadır. Her ne kadar Filistin sorunu çözülmemiş olsa da ve bu, Araplarla İsrail arasında bir sorun yaratsa da şu anda Araplar açısından Türk tehdidi öne çıkmış bulunmaktadır. Herhalde ABD ve İsrail’in ‘Yüzyılın Projesi’ denen, Filistinlileri sınırlayan iki devletli çözüm projesini ortaya koymaları da bu siyasal durumla bağlantılıdır. Çünkü mevcut durumda Araplarla İsrail arasındaki gerilim, çatışma Filistin’in konumu dışında eskiye göre azalmış durumdadır. Bu nedenle ABD ve İsrail bu durumu da gözeterek acaba Filistinlileri kendi düşündükleri bir uzlaşmaya çekebilir miyiz, yaklaşımı içinde olmuşlar ve böyle bir projeyi ortaya atmışlardır. Türkiye’nin Araplara yönelik saldırganlığının sonucu Arapların Türk tehdidi karşısında belli bir uzlaşma temelinde ABD’yle, İsrail’le bir çözüme gidebilecekleri bir siyasal durumu ortaya çıkmıştır. Trump’ın böyle bir projeyi ortaya atmasının siyasal zeminini böyle ortaya koymak gerekir. Arap halkı, Ortadoğu’da kapitalist modernite güçlerinin etkili olmasını istemiyor Kuşkusuz bu ‘Yüzyılın Projesi’ denilen projeyi Oslo’da yapılan görüşmelerle Filistinlilerin etkisini sınırlama sürecinin sonucu olarak görmek gerekiyor. Bilindiği gibi Saddam Hüseyin’in ve Irak’ın etkisizleştirilmesinden sonra Filistinliler böyle bir süreç içerisine sokulmuştu ve konumları zayıflatılmıştı. Bu ‘Yüzyılın Anlaşması’ denilen proje, zayıf ve daraltılmış konumda olan Filistinlilerin böyle bir devletçiğe razı gösterilmesi amaçlanmaktadır. Tabii İsrail için önemli olan Kudüs’tür. Kudüs’ün tümünde kendi etkisini sağlayarak Gazze ve Batı Şeria’da sınırlanmış bir Filistin yönetimi ortaya çıkarmak istemektedir. Bu durumda artık Filistin yönetimi İsrail’in amaçları ve bölge politikaları konusunda engel olmaktan çıkarılmış olacaktır. Zaten mevcut durumda da Filistinlilerin konumu zayıflatılmıştır. Ne Arap dünyası açısından ne de dünya genelinde eski düzeyde desteğe sahip değildirler. İran desteği Filistinlileri güçlendirecek bir destek değildir. Türkiye’nin desteği ise sözden öteye bir anlam ifade etmemektedir. Bu destekler İran’ın ve Türkiye’nin kendi iç politikalarında kullandıkları desteklerdir. Yine Araplarla ilişkilerde kullanmak istiyorlar. İran, İsrail’le gerilimi biraz da İslam devrimini Ortadoğu’ya yaymak için yaratıyordu. Şimdi o potansiyeli törpülendiğinden, geriletildiğinden, hatta Arap ülkeleri önemli düzeyde İran karşıtı haline geldiğinden İran’ın İsrail’i tehdit eden ya da İsrail karşısında Filistin’e çok güçlü destek verecek bir konumu bulunmamaktadır. Trump’ın ‘Yüzyılın Anlaşması’ dediği proje kısa vadede sonuç alamasa da orta vadede sonuç almaya yöneliktir. Aslında Oslo görüşmeleriyle etkisizleştirilen, sınırlandırılan Filistin yönetiminin adım adım bu konumunun resmileştirilmesi anlamına gelecektir. Böyle bir sürece adım adım gidiliyor. Türk devletinin özellikle de Arap dünyasını tehdit etmesi, Araplara yönelik politikaları, Arapların da böyle bir durumda mücadeleyi Türkiye’ye karşı konumlandırma durumları bu projeye yakın bir uzlaşma zemini yaratıyor. On yıllarca yürütülen Filistin mücadelesi Arap onurunun, Arap direnişinin bir parçasıydı. Hem dünya karşısında bir parçasıydı hem de Arap halklarının devrimci demokratik duruşunun temsilcisi durumundaydı. Gelinen aşamada Filistin bu konumunu Oslo görüşmeleriyle kaybetmiştir. Öte yandan mevcut durumda sadece Filistin değil, tüm Arap halkı ayaktadır. Arap halkı artık Ortadoğu genelinde kapitalist modernist güçlerin etkili olmasını istemiyor. Öyle ki, Arap halkının bu tepkisini kendi sapkın ideolojik-politik duruşları için kullanan El Kaide, El Nusra, DAİŞ ve İhvan gibi güçler öne çıkıyor. Arap toplumundaki rahatsızlıkları bunlar değerlendirmeye çalışıyor. Bunlar da sapkın temelde ortaya çıktıklarından Arap toplumunun belli kesimlerinin tepkisini kullansalar da Arap halkları açısından daha olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadırlar. Bu durumdan da kapitalist modernist güçler yararlanmaktadır. Filistinlilerin Arap dünyasındaki siyasal gelişmeleri etkilemedeki zayıflığı Filistin direnişinin sonuç almadığı, başarısız olduğu biçiminde ele alınmaması gerekir. Onlarca yıldır yürütülen Filistin mücadelesi Arap dünyasındaki özgürlükçü, demokratik duruşları ortaya çıkarmıştır, mayalamıştır. Eğer 2010 yılından sonra Arap Baharı diye halk hareketleri ortaya çıkmışsa, bunda on yıllarca yıl süren Filistin mücadelesinin Arap toplumunda yarattığı etkileri görmek gerekir. Filistinlilerin mücadelesini her zaman olduğu gibi destekliyoruz Kuşkusuz Filistinlilerin özgürlükleri önemlidir, kendi topraklarında özgür olmaları önemlidir. İsrail belli yerleri işgal etmiştir, işgalci konumundadır, bu açıktır. Birçok BM kararı olmasına rağmen ABD, İngiltere desteğiyle İsrail buralarda varlığını sürdürüyor. Her ne kadar Rusya’yla ilişkileri geçmişte Filistinlileri güçlendiren bir etken olmuşsa da mevcut durumda İsrail-Rusya ilişkileri de belli bir düzeye varmış durumdadır. Bu bakımdan Filistinliler, Soğuk Savaş dönemindeki desteği, gücü arkalarında görmedikleri gibi belli bir uzlaşmaya doğru zorlanmaktadırlar. Bizim açımızdan Filistinlilerin direnişi çok çok önemlidir. Bizim mücadelemiz Filistinlilerden önemli güç aldı. Mücadelemizin gelişmesinde Filistinlilerin desteği önemli oldu. Bu yönüyle Filistinlilerin özellikle Doğu Kudüs konusundaki taleplerini haklı ve doğru buluyoruz. Doğu Kudüs’ün Filistinlilerin başkenti olacak iki devletli bir çözüm bu tarih sorunu çözebilir. Kuşkusuz sürekli bir kan davası gibi olmaması lazım, çatışmanın bitmesi gerekir. Zaten Araplar, İsrail’in varlığını tanımıştır. O zaman iki devletli çözümde Doğu Kudüs, Filistinlilerin başkenti olabilir. Aslında demokratik anlayış olduğunda böyle bir çözümün kabul edilmesi zor olmayacaktır. İsrail’de demokratik anlayıştan çok hakim olma, kendi alanlarını genişletme yaklaşımı bulunduğundan böyle bir demokratik çözüm yerine işgal edilen toprakları, özellikle Doğu Kudüs’ü tamamen kendi denetimine alarak sonuç almak istiyor. Bu ciddi bir sorundur ve çözümün önünde önemli bir engeldir. Doğu Kudüs’e dayalı iki devletli proje tek çözüm yoludur. Filistinlilerin, Arapların mücadelesi eninde sonunda İsrail’i bunu kabul etmeye mecbur kılacaktır. Böyle bir sonuç alınacaktır diye düşünüyor, Filistinlilerin mücadelelerini her zaman olduğu gibi destekliyoruz. Kasım Süleymani devlet açısından İran’da Hamaney’den sonra gelen en önemli figürdü ABD’nin Kasım Süleymani suikastı önemli bir hamleydi. Bunu herhangi bir olay olarak değerlendirmemek gerekir. Tamamen İran’a yönelik ağır bir darbeyi ifade etmektedir. Taktik bir hamleden öte stratejik düzeyde sonuçları olacak bir saldırı yapmıştır. Kasım Süleymani devlet açısından İran’da Hamaney’den sonra gelen en önemli figürdü. Böyle bir özelliği olduğu gibi Ortadoğu politikalarını belirleyen, yönlendiren ve yöneten bir kişidir. Ortadoğu’daki İran politikalarının koordinatörüdür. Bu açıdan ABD, İran’ın Ortadoğu politikalarına; Ortadoğu politikalarının beynine, merkezine darbeyi vurmuştur. tabii ki İran’ın siyasi, askeri etkisini kıran, zayıflatan; ABD’nin ise konumunu güçlendiren bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Bunu böyle görmek gerekiyor. Her ne kadar İran tepki göstermiş, hesap soracağım demişse de bir kere bu darbeyi çok ağır bir şekilde yemiştir ve verdiği karşılık da kesinlikle yediği darbeyi karşılayacak düzeyde olmamıştır. Sadece iç kamuoyunu tatmin etmeye yönelik bir karşılık vermiştir. Yoksa ABD’nin saldırısını karşılayan, ABD’nin vurduğu darbeyi telafi eden herhangi bir misillemesi olmamıştır. Bir olay olarak görmüş, bazı eylemler yapmış, füze saldırıları gerçekleştirmiştir. Bunları daha çok görüntüyü kurtarma biçiminde yapılmış eylemler olarak değerlendirmek gerekiyor. ABD, İran’ın otoritesine etkili bir darbe vurmuştur. İran’ın gücünün de o kadar çok fazla olmadığı, ABD’yle açık savaşa girecek bir konumda olmadığı net görülmüştür. ABD vuracağı darbeyi zaten vurmuştur. Bu yönüyle biz iktidarı devirmek istemiyoruz, savaşı tırmandırmak istemiyoruz demesi aslında yaptığı eylemin etkisinin ve sonuçlarının büyük olduğunu biliyor olmasındandır. İran’ı durdurarak bu etkisini siyasal ve diplomatik sonuçlara kavuşturmak istiyor. Nitekim bu konuda ABD’nin sonuç aldığını söyleyebiliriz. İran belki yine ABD’ye karşı mücadele edecektir, mücadeleyi bırakmayacaktır ama İran’ın etkisini zayıflattığı söylenebilir. ABD, İran’ı açık devirmekten çok; dışarda zayıflatıp içe yöneltmeyi, içte de baskılarla giderek teslim almayı hedefliyor. Zaten Irak’a yaptığı gibi bir askeri harekat yapması söz konusu değil. Suriye’nin durumu ortada. Böyle bir durumun ortaya çıkmasını ABD de istemiyor. Öte yandan İran’ın arkasında Rusya var. Yine İran, Irak ve Suriye gibi değil. Daha köklü gelenek ve tecrübeye sahip bir devlet. Bu açıdan İran’ı dışarda sınırlamak, içerde zayıflatmak ve giderek içerde kendi istediği bir siyasi sürece götürmek istiyor. Ekonomik ambargo uyguluyor, siyasal baskı uyguluyor ve sonuca böyle ulaşmak istiyor. İran-ABD geriliminin şiddetli bir savaşa dönmesini beklememek lazım. ABD’nin doğrudan bir askeri müdahalesinin olacağını düşünmemek lazım. Bazı güçleri kullanabilir, kullanmak isteyebilir ama hiç kimse ABD askeri müdahale yapacak, Irak’taki gibi yönetimi devirecek, kendisine uygun yönetim oluşturacak, diye beklemesin, böyle bir şey olmayacak. Kuşkusuz bir iktidar değişimi istiyor, “iktidara karşı değilim, yıkmak istemiyorum,” diyor ama bir değişim istiyor. Kendi politikalarına uygun, kendilerine teslim olmuş, kendilerinin Ortadoğu politikalarının önünde engel olmayacak bir İran istiyor. Bu yönüyle İran’ı böyle bırakmayacak. Ancak şu anda attığı adımı yeterli görüyor. Vurduğu darbenin önemli olduğunu bildiğinden bu darbenin sonuçlarını toplamak istiyor. İran’ın Irak’taki etkisini de zayıflattı. Irak’ta önemli bir güçtü, o etkiyi de kırdı. İran içerde ne kadar zayıfladı denilirse de, şu anda iç politikada çok zayıfladığı söylenemez. ABD karşıtlığını o da şahlandırıyor ve böylelikle içerde kendisini sağlam tutmaya çalışıyor. Bu konuda daha fazla sonuç alacaktı fakat sivil uçağın düşürülmesi sonucu ortaya çıkan tepkiler gösterdi ki İran’da mevcut iktidara bir tepki var. Eğer İran kendisini değiştirmez dönüştürmez, demokratikleşme doğrultusunda adımlar atmazsa bu tepkilerin bugün olmazsa da yarın İran’daki mevcut sistemi sarsacak hale geleceği görülmektedir. Kuşkusuz İran’ın tecrübeleri var, devlet tecrübesi var. Muhalefeti etkisizleştirme konusunda belli bir deneyim kazandı. Hala kendisinin sistemli ve örgütlü bir konumu var. Yine dışardaki etkisi tümden de kırılmış değil. Bu açıdan İran’da kısa sürede radikal ve köklü değişiklikler beklememek lazım. Ama İran’ın sorunlarının ağırlaştığı, giderek kuşatıldığı, dışarda geriletileceği ve bunun da içerde yansımalarının olacağı açıktır. Aslında İran da bunu görüyor. Şimdiye kadar dışarda etkili olarak bunu engellemeye çalışıyordu. Artık sadece dışarda etkili olarak bunu engellemesi zor. Bu yönüyle İran ne gibi adımlar atar, bu durumdan nasıl çıkar, bunu zamanla göreceğiz. Ama ABD-İran geriliminin yeni bir aşamaya vardığı açık. Her ne kadar tansiyonu, ateşi düşürseler de mücadele bundan sonra da sürecek. Bu mücadelenin en başta da Irak üzerinde süreceği açık. Irak’ta bu yönüyle kısa sürede istikrar sağlamak mümkün değil. İran kesinlikle Irak’tan tümden kendisini çekmeyecektir. Hatta Sadr, önceden İran’a karşıydı, gösterileri destekliyordu. Kasım Süleymani’nin vurulmasından sonra gösterileri desteklememesi, ABD’nin Irak’tan çıkmasını istemesi gibi gelişmeler oldu. İran bu tür şeyleri de değerlendirmek isteyecektir. Kuşkusuz Şiiler içinde farklı görüşler var. Sadr gibi Şiiliği ve Arap milliyetçiliğini birleştiren yaklaşımlar var. Ama yine de Şiilik çok köklü bir gelenek. Şiilik gelenek olduğu gibi, tarih boyu hep İran’a dayanmış. Bu yönüyle tümüyle İran’ın sınırlandırıldığı, etkisizleştirildiği bir bir durum beklemek doğru olmaz. Hala mezhepçiliğin çok güçlü olduğu Ortadoğu’da Şiilerin İran’ın politik uzantıları olma, İran’ın politikalarına zemin olma durumu dün olduğu gibi bundan sonra da devam edecektir. Ama Irak’ın istikrara kavuşması kolay değil. Yeni bir başbakan seçilmiştir ama gösteriler sürüyor ve başbakan kabul edilmiyor. Öyle bir hale geldi ki, nasıl bir hükümet olacak, bu ortamada gerçekleştirmek gerçekten zor. Hangi tarafa yakın olsa diğerinin kabul etmeyeceği bir durum ortaya çıkmış bulunuyor. ABD var, Araplar var, Irak’a müdahale ediyor, Türkiye müdahale ediyor, İran müdahale ediyor, herkes bir tarafa çekiyor. Böyle bir durum var Irak’ta. Bu, Irak açısından kolay çözülemeyecek bir kriz demektir. Yine Kürtlerle mevcut Irak devleti arasında sorunlar tümden çözülmüş değil. Bir kısım Kürtlerde Irak’taki bu durumu, kriz ortamını demokratik anlayışla Irak’ın içinde değerlendirip kendilerini etkin kılacaklarına, bu temelde sadece Irak’ta değil, tüm Ortadoğu’da etkili olma politikası yürüteceklerine belirli birkaç şehirde devlet olma eğilimleri görülüyor. Böyle bir tartışma açılmış bulunuyor. Tabii bu 19. ve 20. yüzyılın kapitalist modernite kaynaklı yaklaşım oluyor. Sanki bununla halklar, uluslar daha çok kazanırmış gibi bir anlayış var. 19. ve 20. yüzyılda anlaşılır bir durumdu. Herkesin ulus devlete yöneldiği ve diğer toplulukları ezdiği, soykırıma uğrattığı ortamda Kürtlerin ya da başka halkların devlet olma eğilimleri anlaşılırdır. Ancak günümüzde, özellikle de Irak’ta Demokratik Ulus yaklaşımıyla hareket edildiğinde ve demokratikleşme esas alındığında Kürtler açısından daha büyük kazanma koşulları ortaya çıkmıştır. Bu temelde Kürtlerin, sadece birkaç şehirde etkili olma değil de, Irak’ta etkili olma, Ortadoğu’da etkili olma potansiyelleri artmıştır. Bunu hem Başûrê Kurdîstan için, hem Bakur, hem Rojhilat, hem de Rojava için söyleyebiliriz. Rojava’da Kürtlerin kurduğu özerk yönetim var. Eğer bu, demokratik temelde Suriye’de bir uzlaşmayla sonuçlanırsa, birkaç şehirde bir devletçik kurmaktan on kat daha fazla Kürtleri etkili kılacaktır, etkili sonuçlar ortaya çıkaracaktır. Bunun imkanları Irak’ta daha fazla vardır. Ama çeşitli kesimler kışkırttığı dar milliyetçi yaklaşımlarla bu durum görülemiyor. Bir de Kürdistan’ın bütünlüğünü düşünmeyen, birkaç şehri düşünen bir yaklaşım olduğu için Kürdistan’ın diğer parçalarının aleyhine olacak bir devlet, devletçik kurma istemleri de bulunmaktadır. Son zamanlarda Kürt devleti olabilir mi, bu krizde Kürtler ayrı bir devlet oluşturabilirler mi, 2017’de yapılan referandum fiili olarak pratikleştirilebilir mi, gibi tartışmalar var. Bu tartışmaların bir boyutu da, PKK’nin ve Bakurê Kurdîstan’daki Kürt Özgürlük Hareketinin tasfiye edilmesi temelinde Türkiye’nin böyle birkaç şehirde, Başûr’da KDP öncülüğünde bir devletçik kurmaya ikna edilmek istendiği tartışmaları var. Gerçekten böyleyse, bu çok tehlikelidir. Bunu Kürt halkı da biz de kabul etmeyiz. Kürtlerin diğer parçalardaki Kürt halkının özgürlük mücadelesinin tasfiyesi üzerine birkaç şehir üzerinde devlet kurması Kürt yurtseverliği olamaz, Kürt ulusallığı olamaz, Kürtlerin çıkarlarını da temsil etmez. Şurada bir devlet olduk, Kürtler devlet kazandı gibi olumlu bir yaklaşımla ele alınamaz. Söylenenlere göre böyle bir şey tartışılıyor. Güya KDP’ye Suriye’de Derik ve çevresinde petrol bölgelerinin verilmesi temelinde KDP’nin diğer Rojava Kürdistan’ını feda edebileceği söyleniyor. Türk devletinin Rojava’da, Kuzey-Doğu Suriye’de Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etme temelinde ABD’nin, Rojava’daki petrol bölgesini de içine alacak böyle bir proje yürüttüğü söyleniyor. Bunlar tabii ki çeşitli güçlerden gelen bilgiler. Ama izlenen politikalar, Kuzey-Doğu Suriye’deki özerk yönetimin desteklenmemesi, aksine bu yönetime sorun çıkarılması dikkate alındığında acaba böyle projeler ve hesaplar var mı, biçiminde sorular akla geliyor. Irak devletinin şu anki durumu gerçekten zayıf. Bir hükümet olsa da Türk devletinin, başka güçlerin politikasını boşa çıkaracak güçte değil. Kendi içerisinde birliğini sağlayamamış, Kürtlerle sorunları tam çözememiş bir Irak’ın Türk devletinin oyunlarını da başka güçlerin oyunlarını da boşa çıkaracak güçte olması beklenemez. O nedenle Irak’taki hükümet de mutlaka bir yerlere dayanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bu yönüyle Irak’ta krizin bir dönem daha süreceği anlaşılıyor. Demokratik Ulus anlayışı temelinde bütün farklı kimliklerin özgürlüğünün olduğu, kendi özgür ve demokratik yaşamlarına kavuştukları bir demokratik Irak mümkündür. Böyle bir Irak geliştirilebilir. Ama böyle bir zihniyet ve demokratik anlayıştan çok herkes kendi konumunu güçlendirmek istiyor. Böyle olunca Şiiler bir tarafa çekiyor, Şiilerin içinde bir kesim bir tarafa çekiyor, Sünniler bir tarafa çekiyor, Kürtler bir tarafa çekiyor, böylece ortak bir politikada uzlaşma olmuyor. Bu da Irak’ın istikrara kavuşmasını engellediği gibi İran ve ABD başta olmak üzere, Türkiye ve Sünni Arap ülkeleri de dahil bir çok gücün üzerinde mücadele ettiği bir alan haline gelmiş bulunuyor. Aslında böyle bir ortam demokratik güçlerin, demokratik çözüm güçlerinin ortaya çıkmalarına elverişlidir. Demokratik bir Irak, Demokratik Ulus anlayışı temelinde bütün kimliklerin özgürlüğüne dayalı, demokratik yaşama dayalı Demokratik Irak’ı hedefleyen bir hareket ortaya çıksa bütün Irak’taki güçleri, halkı etrafına toplayarak sonuç alabilir. Ama dar milliyetçi, mezhepçi yaklaşımlar nedeniyle böyle bir politika yürütülemiyor. Bu da Irak’taki kaosun sürmesini beraberinde getiriyor. ABD, Kürtler içinde Rêber Apo’nun çizgisinin etkili olmasını istemiyor Irak’ta Kürtler üzerinde de birçok oyun var ya da KDP üzerinden çeşitli politikalar yürütülmek isteniyor. Irak’taki kriz kaos derin. Bu yönüyle ABD Başurê Kurdîstan’la ilişkileri üzerinden Irak’ta etkisini artırmak istiyor. Zaten Suriye-Irak sınırında askeri güçlerini bulundurmasının bir nedenini de böyle görmek gerekiyor. Öte yandan ABD, Kürtler içinde Rêber Apo’nun çizgisinin etkili olmasını istemiyor. Bunu görmek gerekiyor. Her ne kadar DAİŞ’e karşı mücadelede Rojava devrimci güçleriyle ABD arasında belirli bir süre taktik ilişkiler ortaya çıktıysa da ABD’nin son politikaları, Trump’ın Türkiye’yle ilişkileri dikkate alındığında Kuzey-Doğu Suriye’de, Rojava’da özgür Kürt’ten, Rêber Apo’ya bağlı halkın etkisinin olmasından rahatsız olduğu açık. Bu açıdan Trump’ın Davos’ta KDP’yle görüşmesi aslında özgür Kürt’ü, demokratik ve iradeli Kürt’ü istemediklerini, kendilerine bağlı işbirlikçi ve kendi politikalarını yürütebildikleri Kürt’ü tercih ettiklerini açıkça göstermiştir. Kuzey-Doğu Suriye’de, Rojava’da ne DAİŞ’e karşı mücadelede ne de başka bir biçimde etkisi olmadığı halde, halk içinde herhangi bir gücü olmadığı halde ENKS’yi güçlendirmek istiyorlar. Orada Kürtler birlik olsunlar, Suriye ve her güç karşısında demokratik bir irade olsunlar, bir statü kazansınlar biçiminde bir yaklaşımları yok. Aksine özgür Kürt’ü, oradaki özerk yönetimi zayıflatma, giderek bu tür güçleri etkili kılma politikası yürüttükleri görülüyor. Pratik sonuçlardan insan bunu rahatlıkla çıkarabiliyor. ABD’nin, Efrîn’deki tutumu, Serêkaniyê ve GirêSpî’deki tutumu ortada. Hala da Türkiye’nin saldırganlığına göz yumması var. Ne Türkiye’nin saldırganlığına, işgaline ses çıkarıyor, ne de Kürtlerin Cenevre’de, şurada burada temsil edilmesini sağlıyor. Kürtler oralarda da yok. Öte yandan Rejim’le de anlaşmasını istemiyor. Yani Kuzey-Doğu Suriye’deki özerk yönetimin bir statü kazanmasını, bir çözüm ortaya çıkarmasını istemiyor. Hatta engelliyor ve sabote ediyor. Kuşkusuz Kürtlerin; hakları, özgürlük ve demokratik yaşamları kabul edilmeden herhangi bir çözümü kabul etmeleri mümkün değil. Bu yönüyle de Rejim’le de özgür ve demokratik bir yaşam kabul edilmediği müddetçe uzlaşmaları mümkün değil. Ancak ABD, demokratik temelde Kürtlerin özgür ve demokratik yaşamanı kabul edecek bir statü temelinde de Rejim’le uzlaşmasını kabul etmiyor. Halbuki, özgür ve demokratik yaşamının kabul edilmesi ve bir statüye kavuşması demek Suriye’nin demokratikleşmesi demektir. Suriye bunu kabul ettiğinde demokratikleşmeyi, yerel demokrasiyi kabul etmiş olacaktır. Sadece Kuzey-Doğu Suriye’deki Kürt bölgelerinin özgür ve demokratik yaşamının değil, Arap bölgelerinin de yerel demokrasisini kabul etmiş olacaktır. Arap halkı da şehirlerde, bulundukları alanlarda kendi meclisleriyle kendi kendilerini yöneteceklerdir. Ama ABD bunu kabul etmiyor, engel çıkarıyor. ABD’nin konumu böyledir. Ancak Suriye’de yaptığı hesap nedir, tam netleşmiş değildir. Netleşen, Suriye’yi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek, bu konuda Türkiye ve işbirlikçilerini kullanmak istediğidir. Özcesi ABD, yıllardır taktik ilişkide olduğu, DAİŞ’e karşı ortak mücadele ettiği Kürtlerin etkin olmasını istemiyor. Türk devletinin saldırılarına izin vermesi; özerk yönetimin, QSD’nin, PYD’nin ya da Kürtlerin orada Süryani ve Araplarla birlikte bir demokratik sistem kurmasını kabul etmediğinin açık göstergesidir. Zaten şimdiye kadar Kürlerin siyasi projelerine bir destek vermemiştir. DAİŞ’e karşı askeri güçlerle ilişki kurdu ama herhangi bir siyasi statüyü destekleyen bir yaklaşım içine girmedi. Cenevre’de Kürtlerin temsil edilmemesi bunun açık kanıtı. Hiçbir gücü olmayan bireyler, kişiler, çevreler Cenevre’de yer alıyor ama şu anda 5 milyon civarında Arap, Kürt ve Süryani’nin olduğu alanda hakim olan özerk yönetim bu tür platformlara davet edilmiyor, dışlanıyor. Bunun tabii ki ABD’nin politikalarıyla bağı var. Sadece Türkiye engel olduğu için bu platformlara Özerk Yönetim temsilcileri gidemiyor, biçimindeki değerlendirmeler doğru değil. Evet, Türkiye kabul etmiyor. Türkiye Kürt’ün varlığını bile kabul etmiyor. Bu konuda Türk devletinin politikası net ve açık ama dünyada her şeyi Türk devletinin yönettiği bir siyasi durum da yok. Ortadoğu’da siyasal mücadele ve dengeler var, bu dengelerde Türkiye’nin belli bir etkisi var ama her şeyi belirleyecek pozisyonda değil. Türkiye istemiyor diyerek, aslında kendi politikalarını Türkiye’nin istememesiyle gerekçelendiriyorlar. Rusya da KDP ve ENKS’yle ilişkileniyor ama onların bu ilişkileri daha çok taktik politik bir ilişkidir. Çünkü Rusya da biliyor ki, KDP, ENKS daha çok ABD’nin, Türkiye’nin kontrolünde, denetiminde olan güçlerdir. Onlarla kendi politikalarını uzlaştırmak, onları kendi politikaları için sorunsuz hale getirmek mümkün değildir. Rusya, KDP ve ENKS ilişkilerinin çok ciddi bir plana, programa, hedefe ve projeye dayandığını söyleyemeyiz. ENKS, KDP ilişkileri esas olarak Türk devleti ve ABD’yledir. ABD’nin Türk devleti üzerinden Suriye’yi şekillendirme politikası var. Türkiye bir NATO ülkesi. Bu yönüyle ABD için esas olan Türkiye ve KDP ilişkileri üzerinden Suriye üzerinde baskı kurmak ve Suriye’yi yeniden şekillendirmek istiyor. Ancak Kürtler örgütlü, Araplarla, Süryanilerle ilişkileri var. Hala önemli bir askeri güce de sahiptirler. Dünya halklarının desteği bulunuyor, Serêkaniyê ve Girê Spî’ye yönelik işgal saldırılarında dünya halklarının desteği güçlü biçimde kendisini ortaya koydu. Tüm bunlar Kürtleri orada hala en etkili siyasi güç konumunda tutuyor. Tabii ki herkes, her şeyi istediği gibi belirleme gücüne sahip değil. Bu yönüyle Suriye’de mücadele devam ediyor. Kürtlerin hem ABD’yle ilişkileri var hem çelişkileri var. Hem ilişki içindeler hem de mücadele içindeler. Rusya ve Rejim’le de benzer bir ilişki ve mücadele söz konusudur. Kuzey-Doğu Suriye yönetimi ENKS ve diğer Kürtlerle bir Kürt iradesi ortaya çıkarmak istiyorlar. Türk devletine, Rejim’e, Rusya’ya karşı, herkese karşı bir ortak Kürt iradesi ortaya çıkarmak istiyorlar. Ama ENKS böyle bir ortak Kürt iradesini ortaya çıkarmaktan çok oradaki mevcut özerk yönetimi zayıflatıp, etkisizleştirip giderek hakim olma hesapları güdüyor. Özgür Kürt karşıtlığıyla bir şeyler elde etmeyi umuyor. Öyle ki, Kürt düşmanı Türk devletiyle ilişkileri kesmiyorlar, Türk devletine açık tutum takınmıyorlar, özerk yönetimi güçlü biçimde sahiplenmiyorlar. “Ya bize teslim edilir, bize verilir ya da biz Türk devletiyle, ABD’yle şuyla buyla özerk yönetimi etkisizleştirir, tasfiye ederiz, oradaki kazanımlara konarız” gibi çok ucuz, basit yaklaşımları var. Orada Kürt halkı örgütlü, onlar da bir devrim yapmışlar, bu kadar mücadele vermişler, 10 binden fazla şehit, 20 binden fazla da yaralı vermişler. Büyük bir mücadele yürütmüşler. Elbette Kürtler de bu kazanımlarını korumak isteyeceklerdir. Bu açıdan bir mücadele alanı. Herkes, her güç kendini etkili kılmak ister. Kendi politikasının hakim olmasını ister. ABD de Türkiye de KDP de ENKS de ister, ama herkesin dediği de olmaz. Çünkü orada bir halk var, bir mücadele var. Eğer devrimci güçler etkili mücadele ederlerse hem bir statü kazanırlar, hem de Suriye’nin demokratikleşmesini sağlayan gelişmeler ortaya çıkarabilirler. Artık halkların zamanı gelmiştir Tabii ki Suriye yönetiminin anlayışı ve zihniyetini kabul etmezler, etmiyorlar da. Eğer özerk yönetimin, Kürt halkının özgür ve demokratik yaşamını kabul eden bir yaklaşımları olursa uzlaşma içine girmeleri anlaşılır bir durumdur. Ama bunun da kolay olmadığı anlaşılıyor. Bir taraftan Rejim’in zihniyeti çok fazla değişmemiş, diğer taraftan ABD Rejim’le bir uzlaşma istemiyor, engelliyor, KDP ve ENKS’nin Kürt birliğini yaratmaktan çok oradaki yönetimi zayıflatan yaklaşımları var. Türk devleti hala işgal alanlarını genişletmek istiyor. Tüm bunlar o alanlardaki mücadelenin sürdüğünü, süreceğini açıkça göstermektedir. Tüm gelişmeleri şu bu gücün politikalarından çok orada halkların örgütlü gücünün, mücadele iradesinin belirleyeceği açıktır. Türk devletinin saldırdığı dönemde Kürtlerin önemli bir siyasi güce sahip olduğu görüldü. Tüm dünya halklarının desteği alındı. ABD de Türk devleti de çok zor durumlara düştüler. Türk devleti saldırdı ama Kürtlerin pozisyonu, siyasi etkisi birden çok güçlü hale geldi. Ama ABD-Türkiye anlaşarak orada bir ateşkes sağlatarak bu gelişmenin önünü aldılar. İşgal saldırılarını başlattılar, sonra da ateşkes biçiminde bir durum yaratarak düştükleri zor durumdan kendilerini kurtarmaya çalıştılar. Şu gerçek ortaya çıktı ki; Kürtler mücadele ettiklerinde, direndiklerinde konumları, pozisyonları zayıf değildir. Mücadele ederek birçok şeyi kazanabileceklerini 10 gün kahramanca sürdürülen yoğun direnişte gördüler. Kuşkusuz Ortadoğu’da kapitalist modernist güçlerin, yerel statükocu güçlerle, yine kapitalist modernist güçlerin kendi aralarında, yerel statükocu güçlerin kendi aralarındaki yürüttükleri mücadeleler de siyasal gelişmeleri etkilemede önemli rol oynamaktadır. Ancak artık siyasal gelişmeleri sadece bu eksende değerlendirmek yanlış olmaktadır. Hep, bu güçlerin politikası nedir, şu güçlerin politikası nedir, nasıl politika izliyorlar, ekseninde değerlendirmeler büyük bir mücadele içine girmiş, bedel ödemiş halkların ayağa kalkışını görmezlikten gelmek olur. Sanki halkların bu ayağa kalkışı önemsizmiş gibi bir durum ortaya çıkabilir. Artık ister bölgesel savaşlar olsun, ister dünya savaşı olsun, ne olursa olsun halkların iradesini dikkate almadan siyasal değerlendirme yapmak yanlıştır ve yanılgılara götürür. Artık halkların zamanı gelmiştir, halklar da siyasal gelişmelere yön vermektedir, mücadele etmektedir ve etkilemektedir. Kapitalist modernist güçler, onların bölgedeki hegemonya mücadelesi ve yerel devletçi güçlerin çatışmaları ne olursa olsun artık halkların iradesi dikkate alınmadan yeni dengeler oluşturulamayacaktır. Eskiden dünya savaşlarında esas olarak hegemon güçler savaşırdı, onların savaşı sonucu dengeler belirlenirdi. Artık dengeleri belirlemede halkların mücadelesinin gücünün etkisi de belirleyici olacaktır. Bu açıdan Irak’taki, Lübnan’daki, İran’daki halk hareketlerini kimse küçümseyemez. Kürdistan’da halkın özgür ve demokratik yaşam iradesi küçümsenemez. Gerçekten halklar artık devletçi sistemi sarsıyor. Bizim irademiz dikkate alınmadan kurulacak hiçbir siyasi dengenin ve statükonun uzun bir ömrü olamaz, diyorlar. Zaten bütün dengeler görecelidir tarihten bugüne. Bundan sonra da göreceli olacaktır. Ancak göreceli olan bu dengede de halkların demokratik siyasi iradelerinin yeri olacaktır. Özellikle de devletçi sistem sürdüğü müddetçe aralarında mücadele olacaktır ve bazı siyasal dengeler oluşacaktır. Sonradan kendisini güçlendiren, konumlandıran ve gücünü büyütenler yeniden mücadele içine girecekler, yeni dengeler kurulacaktır. Devletçi ve sömürücü uygarlık tarihi boyunca böyle olmuştur. Bundan sonra da olacaktır. Özellikle de halklar tümden siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel yaşamın hakim gücü olana kadar bu devam edecektir ama artık yeni dengeler kurulurken halkların da etkisi olacaktır, onların da mücadelesinin sonuçları olacaktır. Dış güçler, hegemon güçler halkları dikkate almak zorunda kalacaklardır. Bölgedeki yerel iktidarlar, güçler, otoriteler halkları dikkate almak durumunda kalacaklardır. Yoksa hiçbir dengenin, hiçbir statükonun kalıcılığı olamaz. Bunu özellikle vurgulamamız gerekiyor. Bu nedenle de zaten uluslararası hegemon güçler de bu halk hareketlerini dikkate alıyorlar, onları kendi politikalarının parçası yapmaya çalışıyorlar. Yerel devletçi güçler de böyle yapıyor. Eğer halk güçleri örgütlü olurlarsa, doğru politika yürütürlerse uluslararası hegemon güçlerin ve yerel devletçi güçlerin bu yaklaşımlarından da yararlanarak halkların iradesinin etkili olduğu yeni, belli bir uzlaşmaya dayanan demokratik sistemler ortaya çıkarılabilirler. Bugünden yarına halkların iradesinin, isteğinin tümüyle hakim olduğu bir demokratik sistem belki hemen kurulamayabilir ama her yerde halklar kendini örgütledikleri, kendilerinin siyasi gücünü ortaya koydukları ve sistemde belli düzeyde siyasi iradelerini kabul ettirdikleri anayasal demokrasilere ulaşabilirler. Devlet+demokrasinin farklı biçimlerini her ülkede gerçekleştirebilirler. Artık bu, imkanlar dahiline girmiştir. Demokratik devrimler gerçekleşebilir ancak bir süre daha devletin tümden atılamadığı ama küçüldüğü, etkisizleştirildiği, egemen güçlerin önemli düzeyde sınırlandırıldığı toplumsal demokratik güçlerin etkili olduğu demokratik sistemlerin kurulması da mümkündür. Zaten bireyciliğe dayalı bir demokratik anlayış, yani bir Avrupa tipi demokrasi Ortadoğu’da sonuç alamaz. Ortadoğu’da bunların yerleşmesi, sonuç alması mümkün değildir. Nitekim şimdiye kadar bu tür eğilimler hiçbir sonuç almamıştır. Türkiye’de Avrupa’daki gibi bireysel haklara dayalı bazı şeyler geliştirilmek isteniyor ama onun da sonuç almadığı ortadadır. Bu açıdan Ortadoğu’da savaşlar, çatışmalar sert biçimde yürüyor. Halklarla egemen güçler arasındaki mücadele de sert biçimde devam ediyor. Halkların özgürlük ve demokrasi iradesinin Ortadoğu gerçekliğine dayalı, toplumcu değerleri olan, toplumcu karakteri olan bir mücadele biçiminde sürdüğü açıktır. Toplumcu demokrasi temelinde gerçek anlamda halkın özgür ve demokratik yaşamda belirli bir etkinliğe ulaştığı bir döneme girilmiş bulunmaktadır. Ortadoğu’da demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü önündeki esas engel Türk devletidir Kuşkusuz Ortadoğu’daki tüm mücadeleler önemlidir, önemli sonuçları ortaya çıkmaktadır. Ancak Ortadoğu’da gerçek anlamda yeni dengelerin, statükoların oluşması, Ortadoğu’nun demokratikleşmesi ancak ve ancak Türkiye’deki değişimle mümkündür. Türkiye’deki mevcut soykırımcı sömürgeci devlet sistemi değişmeden, Kürt düşmanlığına dayalı bu gericilik, bu faşist sistem aşılmadan Ortadoğu’daki diğer alanlardaki gelişmelerin istenilen sonucu vermesi zordur. Çünkü demokratikleşmenin önünde engel olan esas güç Türk devletidir. Kürt sorununun çözümünde engel Türk devletidir. Demokratik Ulus anlayışı önünde engel Türk devletidir. Özgürlük önünde engel Türk devletidir. Bu yönüyle Türkiye’deki mücadele çok önemlidir. Bu açıdan en başta da Kürtlerin özgür ve demokratik yaşama kavuşmaları temelinde tüm halkların Ortadoğu’da özgür ve demokratik yaşamaları açısından Türkiye’deki soykırımcı sömürgeci sistemin değişmesi çok çok önemlidir. Bu gerçekliği görmeden Kürtler hiçbir parçada gerçek anlamda özgür ve demokratik yaşama kavuşamazlar. Kavuştuklarını sanırlar ama kendilerini aldatırlar. Başûr’da bazı kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımlar Türkiye’de demokratikleşme gelişmez, Kürt sorunu çözülmezse her an tehlikededir. Nitekim sürekli Irak’ta yaptığımız hatayı şurada burada yapmayacağız, demektedirler. Bu, Türk devletinin tutumunu açıkça ortaya koymuyor mu? Referandumdan sonra tutumları ne oldu, Kerkük’te tutumları ne oldu? DAİŞ’i destekleyen bunlar değil miydi, Kürt halkının her yerdeki kazanımlarını ortadan kaldırmak için DAİŞ’i saldırtan Türk devleti değil miydi? Sadece Türkiye’de değil, İran’da, Suriye’de, Irak’ta eğer Kürt sorununda bir milliyetçi, gerici tutum varsa bunları besleyen Türk devletinin varlığıdır. Türk devletinde soykırımcı sömürgeci sistem çözülüp demokratikleşmenin önü açıldığında Kürtlerin yaşadığı hiçbir yerdeki ülke, devlet mevcut Kürt düşmanı politikalarını sürdüremez, sürdürmesi de mümkün değildir. Bu açıdan Türk devleti nerede Kürt sorunu çözülse bunu kendine tehdit olarak görüyor. Biliyor, oralarda çözümler olursa kendi politikalarını zorlayacak. Bu açıdan da her yerde Kürt kazanımlarını yıkma mücadelesi veriyor, bunu da sürdürecektir. Türkiye demokratikleşmediği müddetçe nerede bir Kürt kazanımı varsa Türk devletinin tehdidi altındadır. Bu gerçekliği görmek gerekiyor. Bu açıdan hem Kürtler hem de Ortadoğu’nun tüm demokratik güçleri eğer özgür ve demokratik yaşama kavuşmak istiyorlarsa Türkiye’de yürütülen demokratikleşme mücadelesine, Kürt halkının özgürlük mücadelesine destek vermek durumundadırlar. Bu mücadelenin parçası haline gelmek durumundadırlar. Herhangi bir Kürt örgütü, Kürt özgürlük mücadelesi Bakurê Kurdîstan’daki ve Türkiye’deki özgürlük mücadelesini kendi mücadelesi olarak görmüyorsa, tutumuyla bu mücadeleyi beslemiyor ve desteklemiyorsa gaflet içindedir. Kürt’ün özgür ve demokratik yaşam kanununu anlamamış, kavrayamamıştır. Kürt nasıl özgür ve demokratik yaşama kavuşacak, kazanımlar kalıcı olacak bunu anlayamamıştır. Bu açıdan Bakurê Kurdîstan’da, Türkiye’de yürütülen özgürlük ve demokrasi mücadelesi çok çok önemlidir. Bakurê Kurdîstan’da yürütülecek mücadele Ortadoğu’daki tüm gelişmeleri belirleyecektir. Eğer AKP-MHP faşist iktidarı çözülürse, yenilgiye uğratılırsa bu, bütün Kürdistan parçalarının büyük kazanımı haline gelecektir. Ortadoğu’nun demokratikleşmesinin önü de açılacaktır. Ortadoğu’da yeni bir tarih başlayacaktır. Bunu Kürtlerin de tüm halkların da bilmesi gerekiyor, bunun anlaşılması gerekiyor. Bunun böyle olmasını sağlayan mevcut Türk devletinin zihniyeti ve politikalarıdır. Bu yönüyle “Türk devletinin politikaları nedir, zihniyeti nedir, bizi ilgilendirmez,” denilemez. Kürdistan’ın hiçbir parçasında, hiçbir örgütün mücadelesi, hiçbir Kürt siyasetçisi, Kürt oluşumu, Kürt siyasal örgütlenmesi ve demokratik kurumları böyle söyleyemez. Bu bakımdan Bakurê Kurdîstan’daki mücadeleyle paralel hale gelmeleri, bu mücadeleye güç vermeleri, bu mücadeleyi başarıya götürecek bir tutum ve yaklaşım içinde olmaları zorunludur. AKP-MHP faşizmine karşı mücadele aynı zamanda, kendilerinin özgür ve demokratik yaşam mücadelesidir. Bu yönüyle AKP-MHP faşist iktidarına karşı yoğun bir mücadele verilmiştir, bu iktidar kurulduğundan bugüne bu mücadele yürütülmektedir. , AKP-MHP iktidarı kendiliğinden gitmez, seçimle de gitmez Bu iktidar Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye etmek için iktidara getirildi. Rêber Apo’nun esaretinden sonra AKP iktidarı, Kürt halkının özgürlük mücadelesini tümden tasfiye edecekti, Kürtleri yeniden sisteme entegre edecekti. Dinci karakteri böyle kullanılacaktı. Ama Rêber Apo’nun duruşu, PKK öncülüğündeki Özgürlük Mücadelesi, AKP iktidarının bu oyunlarını ve hesaplarını tümüyle bozmuştur. AKP bugün gerçek yüzüyle bütün halkların, toplumların ve dünyanın karşısındadır. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin karşısında başarısız oldukları için, istediği sonucu alamadığı için AKP, şimdi tüm maskeleri düşürülmüş olarak halkların, toplumların ve dünyanın önündedir. MHP’yle birbirlerine sarılmışlardır. 2019’da önemli bir mücadele verildi. AKP-MHP iktidarı zayıflatıldı. ‘Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgürleştirelim’ mücadelesi Türkiye’de çok önemli siyasal sonuçlar ortaya çıkarmış, tecridi zayıflatmıştır. Belki 4-5 görüşmeden sonra İmralı üzerinde yeniden tecrit kurulmuştur ama artık tecrit eski gücünde değildir, zayıflamıştır, mücadele edildiği takdirde bu tecrit kırılacaktır. Yine 2019’da ‘Tecridi kıralım, faşizmi yıkalım, Kürdistan’ı özgürleştirelim’ hamlesi, AKP’yi yerel seçimlerde bozguna uğratarak AKP iktidarına kaybettirmiştir. Aslında AKP iktidarı kaybetti, yenilgi yaşadı 7 Haziran’da olduğu gibi. 7 Haziran’dan sonra da demokratik siyasal güçler gereğini yapıp etkili politika yürütemedikleri için Erdoğan çeşitli güçlerle ittifak yaparak iktidarını sürdürmüştü. 31 Mart yerel seçimleri, yine 23 Haziran İstanbul seçimleriyle de AKP iktidarı kaybetmişti. Ama demokratik siyasal güçler ittifak yaparak, yenilmiş AKP iktidarını iktidarı bıraktıracak biçimde mücadele etmedikleri için AKP yeniden kendisini toparlayarak, savaşa ve şovenizme sarılarak iktidarını bugüne kadar getirmiştir. Ama içerde de dışarda da zayıf konumdadır. Her ne kadar şovenizmi, milliyetçiliği şahlandırarak toplumu peşine katmak istese de sonuç alamamaktadır. AKP-MHP iktidarı giderek zayıflamaktadır. Savaş politikası da AKP iktidarını kurtaramıyor. Ama bu iktidarın götürülmesi için mücadele gerekiyor. Bu iktidar kendiliğinden gitmez. Seçimle de gitmez. Seçimle bu iktidarın gideceğini düşünenler yanılıyor. Evet, halk desteğini kaybetmiştir, bu kesin ve doğrudur. Demokratik bir seçim olsa kaybeder ama kendi iktidarını beka sorunu olarak gören, “ben gidersem Türkiye çökecek” diyen AKP-MHP faşist ittifakı hiç iktidarı bırakır mı? Böyle diyenlerin seçimle iktidarı bırakacağına kim inanır? Eğer inanılıyorsa o zaman bu iktidar doğru değerlendirilmiyor ve anlaşılmıyordur. Bu kadar beka sorunundan bahseden, kendi iktidarlarını Türkiye’nin geleceği olarak gören, kendi iktidarı dışında her gücün ihanet olduğunu söyleyen bir iktidar seçimle gider mi? Biliyor ki demokratik bir seçimde kaybederler. Bu açıdan kaybetmemek için her yol ve yöntemi deneyecektir. Bu gerçekliğin bilinmesi gerekiyor. Faşizm ancak örgütlü toplumun ayağa kalkışı ile alaşağı edilebilir Bu bakımdan toplumun örgütlenerek faşizme karşı mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Faşizmin örgütlü toplumla, halkın mücadelesiyle alaşağı edileceğine inanılması gerekiyor. Bu, demokratik yöntemdir. Demokrasi düşmanlarına karşı, demokratik seçimle gitmek istemeyenlere karşı halkın örgütlü demokratik topluma dayanarak ayağa kalkması, bu temelde bu iktidarı düşürmesi, bu iktidarı alaşağı etmesi meşru ve demokratik bir yöntemdir. Bu yönüyle kimse kendisini kandırmamalıdır. Bu iktidara karşı bütün demokrasi güçleri bir araya gelerek mücadeleyi yükseltmelidir. AKP-MHP faşist iktidarı kendini örgütlüyor, milisler örgütlüyor. Bunların hepsi iktidardan gitmemek içindir. Çatışmadan, dövüşmeden gitmeyecektir. 15 Temmuz’da belirli güçleri örgütlediği görüldü, daha da örgütlüyor. İktidarını kaybettiği an, iktidardan düşürülmeye zorlandığı an bu güçler harekete geçirilecektir. Şimdi yeniden darbe var, darbe olacak, şu bu deniliyor. Bu bile gösteriyor ki, AKP-MHP iktidarı kaybettiğini görünce bir darbe yalanını ortaya atıyor, hayali bir düşman ortaya çıkarıyor. Önümüzdeki dönemde muhalif ve demokrasi güçlerine karşı mücadeleyi bir de bu gerekçeyle yürütecekler. Bunun bu temelde gündemleştirilmesi bile bu iktidarın gitmek istemediğini, gitmemek için birçok şeye sarıldığını ve sarılacağını ortaya koymaktadır. Gitmiyorum, darbe var, darbeye karşı direneceğim diyecek, hatta kendi muhaliflerini darbecilerle ittifak yaptı, işbirlikçilik yaptı diye suçlayacak. Demokratikleşme mücadelesiyle tecride karşı mücadele iç içe geçmiştir 2019’da şu açıkça görüldü; Rêber Apo üzerindeki tecritle tüm Kürt halkı üzerindeki, Türkiye halkları üzerindeki tecrit arasında bağ var. Rêber Apo’ya tecrit sadece Önderliğe yönelik tecrit değildir, tüm Kürt halkına, tüm Türkiye halkına, hatta Ortadoğu halklarına yönelik bir tecrittir. Onların tecrit altına alınması, zindana alınması demektir. Şu anda Kürdistan ve Türkiye zindan haline getirilmiştir. Bunun dayanağı da İmralı zindan gerçeğidir. 2019 tecride karşı mücadeleyle demokratikleşme arasındaki bağın görülmesi çok önemlidir. Demokratikleşmeyle Kürt sorunu arasındaki bağ da açık ve nettir. Herkes de şunu görmektedir; Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Türkiye demokratikleşmez, demokratikleşmeyecektir. Tecrit kalkmadığı, Rêber Apo özgürleşmediği müddetçe de Türkiye’de demokratikleşme adımı atılmayacaktır. Tecrit demek Kürt düşmanlığı demektir. Kürtlere ve tüm demokrasi güçlerine karşı savaş demektir. Bu açıdan demokrasi mücadelesi de halklar üzerindeki bu tecride karşı mücadeleyle gerçekleşebilir. Bu yönüyle tecritle demokratikleşme arasındaki bağ, demokratikleşmeyle Kürt sorununun çözümü arasındaki bağ çok iyi görülmelidir. Bu çerçevede tecride karşı mücadeleyle demokratikleşme mücadelesini, Kürt sorununun çözüm mücadelesini iç içe yürütmeden Türkiye’de demokratikleşmenin sağlanması, Kürt sorununun çözülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan tecride karşı mücadele çok çok önemlidir. Bu mücadelenin 2019’da olduğu gibi 2020’de de sürdürülmesi gerekiyor. Tabii ki demokratikleşme mücadelesi ile iç içe sürdürülecektir. Demokratikleşme mücadelesiyle tecride karşı mücadele iç içe geçmiştir. Bunları birbirinden kopararak gerçek demokratikleşme mücadelesi verilemez. Tecride karşı mücadele verilmeden, Kürt sorununun çözümü için mücadele verilmeden demokratikleşme mücadelesi verilebilir mi, bu mümkün müdür? Bu yönüyle demokratikleşmenin tecritle, Kürt sorununun çözümüyle bağını kurmayan her türlü demokratikleşme yaklaşımları kandırmacadır, sahtedir, kendini kandırmaktır, demokratikleşme doğrultusunda sonuç alıcı bir mücadele içine girmemektir. Bu yönüyle 2020’de Kürt halkının, tüm demokrasi güçlerinin, özgürlük ve sol sosyalist güçlerinin faşizme karşı mücadeleyi yükseltmesi gerekiyor. Bu faşizme karşı mücadeleyi yükselterek tecridin kırılması gerekiyor. Faşizmin, İmralı tecridine, soykırımcı Kürt politikasına kendisini dayandırdığını çok açık ve net ortaya koyup bu temelde demokrasi güçlerini mücadele içerisine çekmek gerekiyor. Eğer 2020 yılında da, önümüzdeki aylarda da 2019’da olduğu gibi faşizmi yıkma, demokrasiyi gerçekleştirme mücadelesi güçlü yürütülürse bunun tecritle bağı, Rêber Apo’nun özgürleşmesiyle bağı iyi kurulursa AKP-MHP iktidarını 2020 yılında yenilgiye uğratmak mümkündür. Zaten zor ayakta kalıyor, savaşa dayanarak ayakta kalıyor. Bu açıdan tabii ki savaş politikalarına da şiddetle karşı çıkılması gerekiyor. Demokrasi güçlerinin savaş politikalarına daha fazla karşı çıkması gerekiyor. Türk devletinin Suriye’deki tüm işgallerine; Efrîn işgaline, İdlib, Serêkaniyê, Girê Spî, Cerablus, Bab, tüm alanlardaki işgallerine karşı çıkmak gerekiyor. Libya’ya çete göndermesine karşı çıkmak gerekiyor. Şengal’e, Maxmur’a yönelik saldırılarına karşı çıkmak gerekiyor. Başurê Kurdîstan’a yönelik saldırılarına karşı çıkmak gerekiyor. Tabii ki Kürdistan’ın tüm parçalarında da bu doğrultuda mücadelenin sürdürülmesi gerekiyor. Önderliğin tecridine karşı mücadelede, AKP-MHP faşizmine karşı ve Türkiye’yi demokratikleştirme mücadelesinde herkes rolünü oynamalıdır. Tabii ki Rojava kendi özgünlüğünde hedeflerle, sloganlarla bu mücadeleyi yürütmeli. Başûr’da Türk devletinin saldırıları var, buna karşı kendi özgünlüğünde ve demokratikleşme temelinde mücadele yürütmesi gerekiyor. Dünyanın neresinde Kürtler varsa, Kürt düşmanlığında öncü olan AKP-MHP faşist iktidarına karşı mücadeleyi 2019’da olduğu gibi geliştirmeleri gerekiyor. AKP-MHP faşist iktidarı 2019’un sonunda Rojava’da işgal harekatı yaptı, bazı yerleri işgal etti. Bunların kabul edilmemesi gerekiyor. Türk devletinin Kürt düşmanlığı netleşmiştir. Türk devletine karşı mücadele etmeden Kürt halkı hiçbir yerde özgür ve demokratik yaşamı kazanamaz. Bu netleşmiştir. Bunu herkesin görmesi gerekiyor. Zaten Rojava’da çok somut biçimde halkımız gördü, oranın demokratik güçleri, Araplar, Süryaniler gördü. Başûr halkımız da Rojhilat halkımız da bunu böyle görmeli. Dünyadaki tüm Kürtler böyle görmeli. Bu açıdan 2020 yılında Kürdistan’ın bütün parçalarındaki mücadele bütünlüklü yürütülmeli, birbirini tamamlamalı. Bu da esas olarak Türkiye’nin saldırganlığına yöneltilecek bir doğrultuda olmalı. Her parça kendi özgünlüğünde mücadele etmeli ama bu mücadelenin önemli bir boyutu AKP-MHP faşizmine, onun işgaline karşı olmalı. Rojava’da da Başûr’da da işgal var. Türk devleti, soykırımcı sömürgecilik yenilgiye uğratılmadan ne Rojava’da ne Başûr’da ne Rojhilat’ta ne Bakûr’da, hiçbir yerde Kürtler özgür ve demokratik yaşama kavuşabilirler. Bu, Kürt’ün özgür ve demokratik yaşam bilinci olmalıdır. Türk devlet gerçeği çok iyi görülmelidir. Kürt gerçeği çok iyi anlaşılmalıdır. Kürt’ün mücadele gerçeği, hangi temelde mücadele verirse özgür ve demokratik yaşama kavuşacağı gerçeği çok iyi anlaşılmalıdır. Rêber Apo bu gerçekleri açığa çıkardı, netleştirdi. Türk devletinin demokratikleşmeden Ortadoğu’nun demokratikleşmeyeceğini çok açık ve net bir biçimde ortaya koydu. Mücadelemiz Türk devlet gerçeğini, Kürtlerin nasıl özgürlüğe kavuşacağını, Ortadoğu’nun nasıl demokratikleşeceğini netleştirdi. Bu açıdan gerçekten de mücadelemiz hem Rêber Apo çizgisinde ideolojik ve teorik olarak hem de pratik olarak tüm gerçekleri aydınlattı. Halkları aydınlattı, mücadele edenleri aydınlattı. Bu temelde etkili ve doğru mücadele verildiği takdirde kesinlikle Kürt halkının özgürlüğü de Ortadoğu halklarının demokratik yaşama kavuşması da uzak değildir. | ||
© 2021 Serxwebûn |