Sal: 39 / Hejmar: 468/ Kanûn 2020
Halkların mücadelesinin başarısı Demokratik Modernite çizgisiyle mümkündürÇile 2020
Mustafa Karasu 2019 yılı Ortadoğu’da siyasal gelişmelerin hızlandığı, savaşın derinleştiği, ilişkilerde ve dengelerde kimi değişikliklerin olduğu bir yıl olarak geçti. Zaten yılın başında DAİŞ’in toprak hakimiyeti sonlandırıldı. Bunda Rojava’daki QSD güçlerinin Kürt, Arap, Süryani ittifakının gücü belirleyici oldu. Bu yönüyle aslında Ortadoğu halkları için gerçek seçeneğin Kuzey-Doğu Suriye’de Kürt, Arap, Süryani ve bölgede yaşayan tüm halkların kurduğu toplumsal ve siyasal sistem olduğu görüldü. Ancak bu sisteme karşı Türk devletinin düşmanlığı daha da derinleşti. Türk devleti Kuzey-Doğu Suriye halklarının DAİŞ’i yenilgiye uğratarak Suriye’de Ortadoğu’ya örnek bir siyasal toplumsal sistem kurmalarını kendileri için tehlikeli gördü. Aslında bu tutumuyla, Türk devletinin Ortadoğu’daki gericiliğin merkezi olduğu bir daha anlaşıldı. Türkiye değişmeden, dönüşmeden, Türkiye’deki soykırımcı faşist ve demokrasi düşmanı sistem geriletilmeden ne Kürtlerin Kürdistan’ın tüm parçalarında özgürlüğü kazanılabilir ve güvenceye alınabilir, ne de Ortadoğu’da demokratikleşme gelişip halklar özgürleşebilir. 2019’un ortaya koyduğu en temel gerçek bu oldu. Türk devletinin bu kadar gerici bir saldırganlık içinde olması bir yönüyle de ABD ve Rusya’nın yaklaşımlardan güç almasındandır. Hem ABD hem Rusya Türkiye’yi kullanarak bölgede kendi amaçlarına ulaşmak istemektedir. Türkiye’nin böyle bir siyasi güç olduğunu görmüşlerdir. Türk devleti kendi anti-demokratik ve Kürt düşmanı sistemini korumak için her türlü güçle en gerici işbirliği yapmaya hazır olduğunu ortaya koymuştur. ABD de Rusya da Türkiye’nin bu zaafını kullanarak kendi Ortadoğu politikalarında bu gücü kullanmaktadırlar. Ortadoğu’nun dünya dengelerinin kurulduğu ve mevcut durumda Üçüncü Dünya Savaşı’nın sürdürüldüğü bir yer olduğu düşünüldüğünde ABD ve Rusya gibi dünya siyasetinde aktif rol oynamak isteyen güçlerin hiçbir ahlâki, vicdani ilkeyi gözetmeyeceği açıktır. Onların demokrasi diye, halkların özgülüğü diye bir sorunu yoktur. Onların siyasetinin ahlâkı, vicdanı ve hiçbir insani değeri yoktur. Tek ölçü vardır; kendi çıkarlarıdır. Kendi çıkarlarına hizmet ediyorsa en faşist, en gerici iktidarla ilişki kurarlar. Soğuk Savaş döneminde kapitalist-emperyalist sistem bunu yapmıyor muydu? Bütün faşist diktatörlükleri, insanlık ve halk düşmanı güçleri desteklemiyor muydu? Aslında soğuk savaşın o dengeleri üzerinde Sovyetler Birliği de kendiyle ilişki içinde olan ama halkı üzerinde baskı yapan birçok devleti desteklemiştir. O gün sosyalizm adına, Sovyetler Birliğiyle ilişki adına Ortadoğu’da ve dünyanın başka yerlerinde baskıcı rejimleri desteklemişlerdir. Bugün de Rusya kapitalist-emperyalist çıkarları temelinde böyle devletleri desteklemektedir. Şu anda dünyadaki sistem, kapitalist sistemdir. ABD de Rusya da kapitalist sistemin içindedir. Bunlar sistem içi güçlerdir. Mücadeleleri de sistem içi mücadelelerdir. Belki 19.-20. yüzyılda sistem içi mücadeleler cepheleşmeyle çok kanlı çatışmalara yol açıyordu ama, kapitalizmin küreselleşmesi sonucu hepsinin çıkarı birbirine bağlanmıştır. Bu yönüyle artık kapitalist sistemde tekelleri, kapitalist dünyanın bir parçasını diğerinden koparıp ayrı bir dünya oluşturmaları mümkün değildir. Katı cepheleşmeler ve bu temelde savaşlar olmayacaktır. Bu açıdan sistem içi mücadele daha çok da sistem içi hiyerarşinin nasıl oluşacağıyla ilgilidir. Şimdiki dönemin mücadelelerinin karakterini böyle görmek gerekiyor. Bu açıdan da ABD ile Rusya, Ortadoğu’da konumlarını güçlendirmek istiyorlar. Yoksa tümüyle birinin diğerini tümden tasfiye ettiği, etkisizleştirdiği bir siyasal, toplumsal, ekonomik ilişkiler olmayacaktır. Ama hiyerarşik bir düzen de kurulacaktır. Şimdi Ortadoğu’da ABD ile Rusya kim daha fazla etkili olacak mücadelesi yürütüyorlar. Yoksa birbirlerini tümden ortadan kaldırma, yenilgiye uğratma gibi bir stratejik yaklaşım içinde değillerdir. Avrupa, çıkarlarını daha çok ABD’yle ilişki üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır. Klasik sömürgeci tarz, klasik emperyalist hakimiyet geride kalmıştır Bu mücadelenin şu anda bazı yönleriyle 20. yüzyıldan kalan alışkanlıklarla sürdüğü de söylenebilir. Sovyetler Birliğinin ya da Çin’in, ABD’yle rekabeti, mücadeleleri esas olarak kapitalist sistemin yeni durumuna göre yürümektedir. Bazen de eskisi gibi bazı alanlarda, bazı yerlerde alan hakimiyeti biçiminde biraz daha sert biçimde sürmektedir. Ortadoğu söz konusu olduğunda tabii ki dünya dengelerinde merkezi bir yeri olduğundan biraz daha çekişmeli, birbirini geriletmek isteyen bir mücadele sürdüğü açıktır. Tabii bu mücadeleyi yürütürken de ister ABD olsun, ister Rusya olsun, ister Avrupa ya da Çin olsun yerel aktörler üzerinden kendilerini etkili kılmaya çalışıyorlar. Yoksa doğrudan kendi etkinliklerini kurmaları mümkün değildir. Belki 19. yüzyılda bu söz konusuydu, 20. yüzyılın belirli dönemlerinde söz konusuydu ama artık yerel güçlere dayanmadan devletlerin sadece askeri güçleriyle gidip bir yerleri işgal edip, etkin olmaları, klasik bir sömürgeci gibi davranmaları söz konusu olmamaktadır. Bu tarz bir emperyalist hakimiyet geride kalmıştır. ABD’yle Rusya arasındaki mücadele söz konusu olduğunda ABD’nin Türkiye’yi dikkate aldığı, Türkiye üzerinden çıkarlarını korumak istediğini görmek gerekiyor. ABD, Kürtler üzerinden Ortadoğu politikalarını belirliyor, Ortadoğu’da etkili olmak istiyor, biçiminde bir yaklaşım yanlış olur. Böyle bir durum söz konusu değildir. Kuşkusuz Başûrê Kurdîstan’la belli ilişkileri var ama onu daha çok şimdiye kadar Türkiye’yle birlikte ele alıyorlardı ya da Türkiye’nin katı Kürt düşmanlığı vardı ama PKK düşmanlığı ve yok etme üzerinden Türkiye’ye Başûrê Kurdîstan’daki statüyü kabul ettirmişlerdi. Daha doğrusu Türkiye dönemsel olarak kabul etmek zorunda kalmıştı. Şu anda da Türk devleti hala dönemsel olarak Başûrê Kurdîstanlı güçleri kullanmaya çalışmaktadır. Böyle bir kullanma politikası yürütürken de ABD’nin bölge politikalarına uyumlu olmaya çalışmaktadır. Kuşkusuz Türkiye’nin çok katı inkarcı Kürt politikaları Türkiye’nin özellikle dış politikasında sorunlar yaratmaktadır. Çünkü ABD de Rusya da Türkiye’yi kullanmak istiyor. Ama Türkiye’nin çok katı Kürt politikaları da onların genel politikalarını yürütmelerinde sıkıntılar ortaya çıkarmaktadır. Bu bakımdan zaman zaman pürüzler ortaya çıkmaktadır. Ancak şöyle çok çirkin ve ahlâksızca bir politika yürütülüyor; ABD de Rusya da Türkiye’nin Kürt hassasiyetini biliyor. Kürtlerin üzerine saldırmasına izin vererek Türkiye’yi kendi politikaları doğrultusunda kullanıyorlar. Rusya, Efrîn’e saldırtmaya izin vererek Doğu Guta ve çeşitli yerlerden çetelerin çekilmesini sağladı. Güya Rusya böyle yaparak adım adım Türkiye’yi Suriye’den çıkaracağını hesaplıyor. Fakat Türkiye’yi tanımıyor. Sanki Türkiye kendisiyle hareket ediyormuş gibi! Türkiye’ye bir taraftan Rusya’yla ilişki kurarken diğer taraftan Rusya’nın kendisine yönelik bu politikalarını boşa çıkarmak için ABD ve Batı’yla ilişkilerini sürdürüyor. Kuşkusuz Türkiye Kuzey-Doğu Suriye’ye saldırdıysa bu ABD’nin izin vermesi ve onayıyla oldu. ABD böyle yaparak aslında Türkiye’yi Rusya’yla, rejimle daha fazla karşı karşıya getirmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. Yine Kuzey-Doğu Suriye üzerinde Rusya’yla Türkiye’nin ortak politikaları gelişti. Aslında Türkiye çok sıkışmıştı. Türkiye her ne kadar Kuzey-Doğu Suriye’nin belli bölümüne girdiyse de çok teşhir olmuştu. Bu nedenle Kuzey-Doğu Suriye’nin diğer yerlerinde etkinlik sağlaması kolay değildi. Bundan dolayı şantajla, tehditle bu defa da Rusya’yı devreye soktu ve sınırda Rusya’yla birlikte devriyeler gezdirdiler. Rusya bundan yararlandı. Kendisini belli düzeyde Fırat’ın doğusunda da etkili kıldı. Bu yönüyle Rusya’yla ABD gelinen aşamada Suriye üzerinde belli bir denge oluşturdular. Suriye’de dengeler hala yerine oturmamıştır ABD’nin Suriye’de etkisiz kaldığı, Rusya’nın çok etkili olduğu biçimindeki değerlendirmeler yanlıştır. Türkiye’nin NATO ülkesi ve ABD ile ilişkili olduğu düşünülürse; ABD belki Kuzey-Doğu Suriye’nin eskisi gibi geniş alanlarını tutmuyor ama Türkiye’nin tuttuğu alanları da bir yönüyle ABD’nin siyasi etkisinin olduğu alanlar olarak görmek gerekiyor. Dikkat edilirse Rusya ve Rejim İdlib’e yöneldiğinde ilk karşı çıkanlar ABD ve Avrupa oluyor. Belki mültecilikten dolayı sahip çıkıyor diyorlar ama sadece mültecilikle sınırlı görmemek gerekiyor. Türkiye’nin belli politikalarından rahatsız olsalar da yine de Türkiye ile ilişkilerini sürdürüp Suriye üzerindeki etkinliklerini sağlamak istiyorlar. Böyle görmek gerekiyor. Kuşkusuz Suriye’de Esad yönetimi eskiye göre biraz daha konumunu güçlendirmiş durumdadır. Bu toprak hakimiyeti olarak da siyasi hakimiyet olarak da böyle gözüküyor. Ancak hala ABD’nin, Avrupa’nın Esad yönetimi mevcut haliyle kabul etmedikleri, çeşitli yollarla etkisizleştirilmek istedikleri görülüyor. Türkiye ve çetelerini desteklemelerinin bir yönü de budur. Şimdi bu çetelerin Suriye’de ne etkisi ve gücü var? Buna rağmen Cenevre görüşmeleri yürütülüyor. Kürtler ve bir bütün Kuzey-Doğu Suriye halkları Cenevre’de yok, ama muhalif denilen çeteler bir siyasi muhatap olarak görülüyor. Niye bu çetelerin arkasında duruyorlar ya da o güçlere bir siyasi muhatap olarak Cenevre’de yer veriyorlar? Çünkü onlar üzerinden Suriye’yi şekillendirmek istiyorlar. Suriye’nin şekillendirilmesinde etkili olmak istiyorlar. Bu gerçeklik bile Suriye üzerinde Türkiye’yi nasıl kullandıklarını açıkça gözler önüne sermektedir. Şunu belirtmek gerekir; Suriye’de dengeler hala yerine oturmamıştır. Suriye’de savaş sürecektir. Suriye’nin kısa sürede bir barışa ve istikrara kavuşması mümkün değildir. Mevcut durumda Suriye’deki aktörleri uzlaştırmak ve bir araya getirmek mümkün değildir. Nitekim Suriye rejimi Cenevre’ye oturmadı. Kürtler zaten Cenevre’ye alınmıyor. Bu durum çözüm için yaratılan platformlardan bir sonuç alınamayacağını gösteriyor. Ne Astana’nın, ne Cenevre’nin sonuç alacak özelliği yoktur. Aslında Kuzey-Doğu Suriye halklarının ortaya koyduğu siyasal ve toplumsal proje etrafında belli bir uzlaşma gerçekleşebilir. Uzlaşmaya yatkın, üzerinde bir uzlaşı sağlanacak tek proje budur. Yoksa çetelerin öngördükleriyle Suriye’nin öngördükleri birbirlerine hiçbir zaman yakınlaştırılamaz. Ama Kuzey-Doğu Suriye halklarının ortaya koyduğu projelerle hem muhalifler hem de mevcut Suriye rejimi bir uzlaşma içine çekilebilir. Ama o da dıştalandığına göre demek ki Suriye’de barış ve istikrarı, siyasal bir çözümü yakın olarak görmemek gerekiyor. Şu bir gerçektir; ABD de Rusya da Kürtlerin Suriye’de çok etkili olmasını istemiyor. ABD, Türkiye’yle ve KDP’yle ilişkiden, yine PKK karşıtlığından dolayı Suriye’deki demokratik güçlerin, özgürlükçülerin etkili olmasını istemiyor. Rusya da Suriye rejimiyle, yine İran’la kurduğu ilişkiden dolayı Kürtlerin çok etkili olmasını istemiyor. Çünkü İran’ı ve Suriye’yi kullanmak istiyor. Özgürlükçü demokratik Kürtleri kullanamayacağına göre o zaman kullanacağı güçler lehine Kürtler üzerinde baskıyı sürdürmek isteyeceği açıktır. Suriye’de İran da vardı ama giderek İran üzerindeki baskı artırılıyor. İran’ın Irak’ta, Lübnan’da zorlanması bir yönüyle de İran’ın buralara çekilmesi ve Suriye’yi bırakmaya zorlama politikalarıdır. Ama Rusya ve Suriye İran’la hala ilişkilidir. Bu bakımdan Suriye politikasında çok açık görünür biçimde bir müdahil güç olmasa bile belli düzeylerde hala Suriye’de bir İran etkisi olduğundan söz edilebilir. Şimdi Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı yaşanıyor dediğimize göre çok yoğun bir siyasal mücadele var. Yeni dengelerin kurulması sürecinde güçler kendi pozisyonlarını güçlendirmek, rakiplerini de zayıflatmak istiyorlar. Bu yönüyle ABD’yle İran arasında çekişme var. İran’ın Rusya’yla ve Suriye’yle ilişkileri var ama İran’ı geriletmek isteyen birçok güç var. ABD, özellikle İran’daki devrim sonrası ortaya çıkan İsrail karşıtlığından dolayı İran’ı geriletmek istiyor. Yine Sünni Arap ülkeleri İran’ı geriletmek istiyorlar. Türkiye açık bir şekilde ortaya koymasa da o da İran’ın geriletilmesini istiyor. Bu yönüyle İran’ın geriletilmesini isteyen birçok güç var Ortadoğu’da. ABD de bundan yararlanarak böyle bir siyasal ortamda İran’ı geriletmek için uğraşıyor. Irak’ta bu yönlü bir baskı uygulanması bunun sonucudur. Nitekim göstericilerin İran’a yönelmesi de, böyle İran karşıtı birçok gücün ortada olduğu bir siyasal atmosferde oldu ve ivme kazandı. Eğer bu kadar İran karşıtlığı olmasaydı Irak içinde İran karşıtı hareketler bu düzeyde gelişmezdi. Ama diğer yandan tabii İran’ın Irak’la ilişkileri yeni değil. Tarihi bir ilişkidir; dönemsel bir ilişki ve etki değildir. Her ne kadar Irak Şiileri içinde Necef ve Kum farklılığı olsa da sonuçta tarihi olarak Şiilerin İran’a dayandığı ve oradan güç aldığı bilinmektedir. Ancak kapitalist modernite çağında milliyetçiliğin geliştiği son yüz yılda bazı Şiilerin biraz daha Arap yanlısı oldukları, Arap milliyetçiliğine yöneldikleri görülüyor. Ama hala Şiiler söz konusu olduğunda Şiilerde baskın kimlik Araplıktan çok Şiilik olmaya devam ediyor. Bu açıdan Irak’taki mücadelede İran’ın hemen geriletilmesi söz konusu değildir. Kasım Süleymani olayıyla İran önemli bir darbe yedi. Moral, motivasyon ve psikolojik anlamda çok olumsuz bir konuma düştüler. Halbuki yakın zamana kadar Lübnan’daki, Suriye’deki, Yemen’deki, Irak’taki etkileriyle bir moral, motivasyon ve psikolojik üstünlükleri bulunuyordu. Bir güç gösterisi içindeydiler. Ama Kasım Süleymani’nin Bağdat’ta öldürülmesi bu güç gösterisine, moral ve motivasyonuna büyük bir darbe olmuştur. Bu yönüyle sorunu birkaç kişinin öldürülmesi olarak görmemek lazım. Bu darbeyle birlikte İran’ın önemli bir güç kaybettiğini görmemiz gerekiyor. Siyasal gücünün zayıfladığını görmemiz gerekiyor. İran karşıtı güçlerin cesaretleneceği, İran’a yönelik tutumların daha da net konulacağı görülüyor. Bu yönüyle geri çekilecek denilen ABD’nin tam tersine Ortadoğu’da bir etkinliğini artırma hamlesi yaptığını görmek gerekiyor. Trump zaman zaman geri çekileceğini, geri çekilmeleri gerektiğini söylüyor. Tarih boyu cumhuriyetçilerin içe kapanık politikaları olmuştur. Böyle bir gelenekleri vardır. Kapitalizmin küreselleştiği, sermayenin serbest ve güvenli dolaşımına ihtiyaç olunduğu, kapitalizmin bu kadar dışa açıldığı bir dönemde artık ABD’nin klasik cumhuriyetçi geleneye dayanarak içe kapanmaları söz konusu olamaz. Dışa yönelik yüz bırakılmayacaktır ama bunun tarzı, yöntemi farklılaşabilir. Bu bakımdan ABD’nin bölgeden geri çekileceği söylemlerini ciddiye almamak lazım. Ama politikalarına, belirli müdahalelerine alternatif yöntemler ve araçlar kullanacaktır. Bazı yerlerde doğrudan kendisi değil de kendisinin etkisinde olan güçleri kullanacaktır. Nitekim Trump’ın politikasında Ortadoğu’da etkili olalım ama bu yükü sadece biz çekmeyelim, kapitalist sistem bir bütünse o zaman bu bütün içindeki güçler de yük paylaşsınlar diyor. Böyle bir tez, politika var. Trump’ın bu politikayı yürüteceği anlaşılıyor. NATO üyelerini, diğer ülkeleri biraz daha Ortadoğu içine çekmeye, Ortadoğu’daki masrafları, yükü paylaşmaya zorlayacaktır. Kapitalizm mantığı böyledir. Kapitalizm mantığı tabii ki çok çıkarcıdır. Trump, ABD sermayesi Ortadoğu’da yürüttüğü harcamaların hepsini yüklenmek istemiyor. Yaptığı harcamalarda kesinti yaratarak bunları ABD sermayesinin geliştirilmesi, büyütülmesi, diğer güçlerle rekabet edilmesi için ayrılmasını istiyor. Sorun buradadır. Çünkü Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Avrupa kendi sermayesini güçlendirmeye yöneldi. Hatta sosyal devlet politikasını bıraktı, oradaki harcamaların hepsi tekelci burjuvazinin hizmetine sokuldu. Ama Soğuk Savaş’ta olduğu gibi NATO’nun yükünü yine ABD çekmeye devam etti. ABD’nin bunu değiştirmek istediği anlaşılıyor. Ortadoğu’daki dengelerde değişiklikler oldu. ABD bir kısım Araplarla ilişki içinde. İsrail zaten stratejik müttefiki. Türkiye çok yönlü oynasa da aslında ABD Kürt kartıyla, Kürt tehdidiyle Türkiye’yi bu çok yönlü İran politikasından uzaklaştırmaya çalışıyor. Rusya’yla ilişkilerinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Böylelikle Rusya, İran, Suriye ve diğer müttefikleriyle birlikte Ortadoğu’da güç olmalarına karşı ABD de kendi ağırlığını artırmaya çalışıyor. 2019’un 2020’ye devrettiği durum budur. ABD, Irak’ta Sünnilerle, Şiileri dengelemek istiyor Irak’a kayan ABD-İran mücadelesi sürecektir. Ancak şu görüldü ki, iki taraf da çok şiddetli savaşa yönelmek istemiyorlar. ABD bir askeri müdahalenin sonuçlarının iyi olmayacağını düşünüyor. Bu yönüyle kendisinin teknik, ekonomik ve siyasi imkanları var, bu imkanlarla İran’ı daha fazla kuşatacağını düşünüyor. Bir taraftan Kasım Süleymani eylemleri gibi bazı eylemlerle baskı altına alacak, frenleyecek ama diğer yandan da ekonomik, siyasi baskısını sürdürerek sonuç almak isteyecektir. Bu mücadele özellikle de Irak üzerinde daha yoğun sürecektir. Çünkü Irak’ta, İran geriletildiğinde önemli düzeyde amaçlarına ulaşmış olacaktır. Tabii Irak’ta mücadelenin yoğunlaşması kuşkusuz yeni durumlar ortaya çıkaracaktır. Sünnilerin konumu var, Sünniler bu durumda biraz daha canlanacaktır. Zaten ABD bir yönüyle de Sünnilerle Şiileri Irak’ta dengelemek istiyor. Kürtler zaten Sünnidir. Bu yönüyle Şiilerle ilişkili olacak ama Şiileri de Sünni baskısı ve Kürt ilişkisi üzerinden belli bir hizaya çekecek. Şiilerin İran’a yakınlaşması durumunda Irak’ı parçalama şantajını kullanacaktır. Irak’ı parçalama şantajını kullanarak Irak üzerindeki etkinliğini sürdürmek isteyecektir. Zaten Türkiye’nin Barzani’yle, KDP’yle ilişkileri var. Yine Sünni Araplarla ilişkileri var. Bunlar dikkate alındığında Irak’ta İran’ın işinin kolay olmadığı anlaşılıyor. Her ne kadar Kasım Süleymani olayından sonra Şiilerde bir birleşme ortaya çıktıysa da çok karmaşık mücadele içinde ABD, Sünni ve Kürt kartıyla, tehdidiyle Şiilerin bütünleşmesini önleyecektir. Bunu böyle görmek mümkündür. Ama İran, Irak’ta etkisini kolay kolay bırakmayacak, bu bakımdan da Irak’ta belli düzeyde bir çatışma yaşanacaktır. İran’ın çatışmadan Irak’taki mevzilerini bırakması düşünülemez. Ancak pozisyonunun zayıfladığını görmek gerekiyor. ABD bir askeri müdahale düşünmediğini açıkça ortaya koydu. Bu tabii başka araçlarla müdahale etmeyeceği anlamına gelmiyor. Siyasi, ekonomik müdahale yapacak, toplumsal muhalefeti kışkırtacak, tahrik edecek ya da toplumdaki muhalefetin yükselmesini sağlayacak, ekonomik ve siyasi baskıyı artıracaktır. Bu açıdan İran içinde de sorunların yaşanacağı açıktır. Ancak ABD-İran çekişmesi ele alınırken Rusya olayını gözden uzak tutmamak lazım. Rusya, İran’la ilişki kurmuştur. Bu ilişkiyi bırakmak istemeyecektir. Rusya için İran ilişkisi, Türkiye ilişkisinden, Ortadoğu’daki Suriye ilişkisinden çok çok önemlidir. Çünkü İran’la Rusya sınır gibidir ya da Rusya’nın İran ilişkisi stratejik açıdan önemlidir. Hem siyasi hem de askeri açıdan önemlidir. Bu bakımdan Rusya da İran’ın geriletilmesini ya da İran’ın kendi denetiminden çıkıp başka güçlerin denetimine girmesini istemeyecektir. Zaten ABD biraz da İran-Rusya ilişkilerinden dolayı İran’a böyle bir askeri müdahaleyle yıkma politikasına yönelmeyecektir, yönelmeyeceği görülmektedir. Türkiye Sünnilerle ilişki geliştirecektir. Türkiye’nin Kürtlerle ilişkisi bir kullanma ilişkisidir. Yoksa Irak’ta Kürtlerin güçlenmesini istemez. Ancak Irak’taki bu karışıklıktan Kürtleri, Irak’a şantaj olarak kullanıp bazı avantajlar elde etme çabaları olacaktır. Bir ihtimal eğer ABD Kürtler, Sünniler ve kendine bağlı Şiiler üzerinden Irak’ı kontrol edemezse Başûr Kürtlerini bağımsız devlet konusunda teşvik edebilir. Bunun Kürtlere ne kadar yarar, ne kadar zarar getireceği ayrı bir tartışma konusudur. Devlet demek, ‘Kürtlere fayda getirir’ demek değildir. Irak’ın bu siyasal istikrarsızlık ve karışık döneminde Kürtler Demokratik Ulus çerçevesinde bir demokratikleşme projesiyle gitseler hem federasyonlarını güçlendirirler hem de Irak siyaseti içinde daha fazla etkili olurlar. Bu aslında Kürtlerin sadece Başûr’da sınırlı bir etkiye sahip olmasını değil, Irak üzerindeki güçlü etkileri temelinde tüm Ortadoğu’da kendilerini etkili kılacak, tüm Ortadoğu’da Kürtlerin etkili olmasını sağlayacak bir konum ortaya çıkarır. Ama Başûrê Kurdîstan’daki siyasi güçlerin böyle geniş perspektifli daha büyük kazanmayı düşünen, bütün parçaların geleceğini düşünen bir yaklaşımdan çok birkaç şehirde hegemonyalarını, iktidarlarını kurmak isteyen bir siyasal eğilimi var. Herhalde bu eğilim kendisini önümüzdeki dönemde de dışa vuracaktır. Ama Kürtler için doğru politikanın bu olmadığını, doğru politikanın Irak’ta kendisini daha etkili kılma ve bu temelde bütün Ortadoğu’da kendisini etkili kılacak bir politik inisiyatifle bir hamleci yaklaşım göstermek olduğunu söylemek gerekir. İnisiyatifin başkalarında olduğu bir siyasi projeye değil de inisiyatifin kendilerinde olduğu bir siyasi projeye, hamleye yönelmelerinin birçok güçle sorunlar yaşayacağı bir devletçikten daha büyük ve doğru sonuçlar çıkaracağını söylemek yanlış olmayacaktır. Gelinen aşamada Rusya ve Rejim, İdlib’i tümüyle ele geçirmek istiyor Türkiye’nin Rusya’yla yapılan anlaşma sonrası Halep’ten çekilip İdlib’e gelmesi aslında hem Rusya açısından hem de Türkiye açısından geçici bir durumdu. Türkiye de biliyordu ki, Rusya ve rejim geçici olarak bu anlaşmayı kabul etti. Uzun süre İdlib’te çetelerin kabul edilmeyeceğini Türk devleti de iyi biliyordu. Öte yandan Rusya da daha sonra İdlib’e yönelerek çeteleri ortadan kaldıracağını düşünerek geçici bir anlaşma imzaladı. Halep’ten çeteleri buralara çektirdiler. Tabii bunun karşılığında Türkiye’nin Efrîn’e girişine izin verildi. Türkiye-Rusya ilişkilerinin Kürt karşıtlığı biçiminde gelişmesi böyle gerçekleşti. Gelinen aşamada Rusya ve rejim İdlib’i tümüyle ele geçirmek istiyor. Türkiye de bırakmak istemiyor. Türkiye aslında zamana yayarak oradan çekilmek istiyor. Rusya ve Suriye ise Lazkiye ve Halep’ten dolayı İdlib’i önemli görüyor. Bu bakımdan burada mücadele var. Ama bu mücadelede görüldü ki İdlib’te ABD ve Avrupa Türkiye’yi destekliyor. Belki mülteciler gerekçe gösteriliyor ama esas olarak Türkiye üzerinden Suriye’yi etkilemek istedikleri için böyle bir yaklaşım gösteriyorlar. Dikkat edilirse İdlib’e yönelik bütün rejim ve Rusya saldırılarına ABD ve Avrupa karşı çıkıyor. Türkiye de buna dayanarak orada varlığını sürdürmeye çalışıyor. Şimdi durum biraz farklılaştı. İdlib üzerinde yoğun bir saldırı olunca Türk devleti burayı da bir pazarlık konusu yapmaya çalışıyor. Nasıl ki Halep’ten çetelerin çekilmesini pazarlık konusu yaptıysa şimdi de buradan çetelerin çıkarılmasını pazarlık konusu yaptığı anlaşılıyor. Bu konuda Rusya çok pragmatik. Hiçbir ahlâki değeri ve ilkesi olmayan, tamamen kendi çıkarını esas alan bir politika izliyor. Bu yönüyle esas olarak da Türkiye’nin Kürt düşmanlığını görüp Türkiye’ye Kürtler konusunda tavizler vererek oradan Türkiye’yi çıkarmaya çalışıyor. Türkiye’nin de zaten istediği bu. Türkiye de her zaman, “Kürtler konusunda taviz verirseniz, Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezmeme göz yumarsanız ben de sizlere çeşitli konularda destek ve taviz veririm,” diyor. Artık Türkiye-Suriye, Türkiye-ABD ilişkilerinde, hatta Türkiye’nin her türlü ilişkisinde esas denklem ve pazarlık konusu bu tarzda yürümektedir. Son zamanlarda Türkiye’nin Rusya’yla kuruduğu ilişkilerde İdlib’i bırakma karşısında Suriye’nin doğusunda Türk devletinin bazı hamleler yapması, buna Rusya’nın göz yumması biçiminde pazarlıklar yapıldığı bilgileri geliyor. Yine Libya konusunda Rusya, Türkiye’ye biraz esnek yaklaşım içine girdi. Rusya bu tür politikalarla İdlib’te Türkiye’nin etkisini kırmaya çalışıyor. Efrîn konusunda hala politikası değişmiş değil. Efrîn, Suriye’nin parçası olduğu halde Rusya, İdlib’e ve başka yerde gösterdiği hassasiyeti Efrîn’de göstermiyor. Bu da Rusya’nın Suriye üzerindeki politikasının çok kirli bir politika olduğunu gözler önüne seriyor. Bu yönüyle ABD’nin kirli politikasıyla Rusya’nın kirli politikası arasında çok fazla bir fark yok. ABD, Türkiye’yle stratejik ilişkileri çerçevesinde böyle bir politika izliyor. Rusya ise Türkiye’yi Suriye’de geriletme, rejimi biraz daha güçlendirme çerçevesinde Kürtler üzerinden pazarlık yapıyor. Aralarında sadece böyle bir farklılık bulunmakta. Şunu bilmek gerekiyor; ABD-Türkiye ilişkileri bazı sorunlar yaşasa da daha uzun vadeli ilişkilerdir. Ama Türkiye-Rusya ilişkileri bugün iyi gözükse de uzun vadede sorun yaşayacak bir ilişkidir. Olayları değerlendirirken bu temel durumu dikkate almak gereklidir. Her ne kadar Erdoğan, “bizim Rusya’yla ilişkilerimiz stratejiktir” dese de bu sadece Rusya’yla yürüyebileceği döneme kadar Kürt düşmanlığı çerçevesinde böyle bir politika yürütecek. Rusya da Türkiye’yi Suriye’den çıkartma, biraz zayıflatma konusunda Kürt karşıtlığı üzerinden Türkiye’yle ilişkilerini sürdürecek. Bu ilişkinin böyle bir karakterde olduğunu bilmek lazım. Rusya’yla Türkiye arasında karmaşık bir ilişki var. İdlib konusunda Türkiye’yle Rusya’nın görüşleri farklı. Aslında karşı karşıyalar ve ortak yaklaşımları yok. Ama karmaşık bir ilişki de sürdürüyorlar. Bir yönüyle her ikisi de bu ilişkinin taktik ilişki olduğunu biliyor ama bu taktik ilişkiden şimdiye kadar her ikisi de belli düzeyde yararlandı. Kürt düşmanlığı üzerinde yürütülen taktik ilişkiden yararlandılar. Ama tabii ki bu politikanın bir sonu var. Sonunda İdlib konusunda Rusya’nın dediklerini gerçekleştireceği açık. Artık bunu hangi pazarlıkla yapacak, hangi süreçte gerçekleşecek o biraz zamana bağlı. Çünkü Halep’i, Lazkiye’yi baskı altında tutan bir İdlib gerçeğini Rusya’nın kabul etmesi mümkün değil. Özellikle de Türkiye’ye yakın bir alan olduğundan buranın Türkiye desteğiyle çetelerin güçlendiği, üslendiği bir alan olarak görmek istemiyorlar. Bu bakımdan İdlib üzerindeki mücadele sürecektir. Türkiye, ABD ve Avrupa’nın desteğini alarak bir dönem daha İdlib ve çevresinde kalmak istiyor. Ne kadar kalabilirse orada kalacak ve çeteleri de kullanacak. Nasıl ki, Serêkaniyê’de ve Girê Spî’de kullandıysa. Şimdi de oradaki çetelerin bir kısmını alıp Libya’da kullanıyor. Yani İdlib gibi çetelerin yaşam alanlarını tutarak Suriye’de onları kullanmaya devam ediyor. Bu açıdan İdlib Türkiye açısından çetelerin kontrol edileceği, kullanılacağı bir alan konumundadır. Şimdi de Rusya’yla rejim saldırınca sınırda kamplar kurarak aslında yine orası üzerinden Rusya’yı ve Suriye’yi zorlayan, pazarlık gücünü elinde tutan bir konumda kalmak istiyor. Türk devletinin bu çeteler üzerinde yürüttüğü politika giderek sadece Suriye açısından değil tüm Ortadoğu açısından bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Çetelerini şimdi Libya’ya gönderiyor. Bunların çoğunluğu DAİŞ artığı, El Nusracı olduğu halde ılımlılar diye kontrol ediyor ve kullanıyor. Libya’ya göndermesiyle birlikte Arap dünyası tepki gösterdi. Ürdün kralı açıkça Türk devletinin çeteleri desteklediğini söyledi. Bunların aslında DAİŞ ve El Nusra’nın benzeri olduklarını ve Türkiye’nin çetelerin merkezi haline geldiğini görüyorlar. Arap Birliği, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri karşı çıktı. Arap dünyasının çoğunluğu karşı. Türk devletinin belki Cezayir’le, Tunus’la ilişkisi var ama onların da Türk devletinin bu politikalarına destek vermedikleri açık. Bu durum Türkiye için çok risklidir. Türkiye bu çeteleri kullanıp Libya’da, Suriye’de taviz alma, dünyayı tehdit edip şantajla taviz alma politikası izliyor. Bu Türkiye için gerçekten amiyane deyimle iki ucu pislik olan bir politikadır. Türk devleti, içinde bulunduğu çıkmazlardan kendini şantajlarla kurtarmaya çalışıyor Bu politikadan Türkiye belki kısa vadede belli sonuçlar almak istese de uzun vadede olumsuz olarak Türkiye’ye dönecektir. Türkiye’nin bu politikalarını Arapların kabul etmesi mümkün değildir. Avrupalılar da kabul etmiyor. Zaten Mısır, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan arasında gaz birliği kuruldu, buna İtalya da dahil oldu. Tüm bunlar Türkiye’yi gerçekten giderek yalnızlaştıracak politikalardır. Şantajla, jeopolitik konumunu ve NATO’yu kullanarak tepkileri azaltmaya, üzerine gelen saldırıları püskürtmeye çalışsa da bu politikalar artık hiç kimsenin kabul edeceği politikalar değildir. Bugün Rusya göz yumabilir, ABD çıkarları için göz yumabilir; çünkü Ortadoğu’da Üçüncü Dünya Savaşı sürüyor. Dünya savaşı demek her ilişkinin, her ittifakın güçler açısından bir değer ifade etmesi demektir. Türk devleti zaten bu süreci kullanarak bu tür politikalar izliyor. Ama Türk devletinin Kürt karşıtlığı üzerinden geliştirdiği bu politikalarının giderek sadece Kürtleri, Suriye’yi değil bütün Ortadoğu halklarını, dünyayı olumsuz etkileyen bir konuma geldiği herkes tarafından görülüyor. Türkiye’nin Libya’ya yönelik politikaları, adımları içeride ve dışarıda yaşadığı siyasi çıkmazın sonucudur. Ve bu çıkmazı da şantajlarla kurtarmaya çalışıyor. Bir nevi yıkılışa doğru giderken kendini kurtarmak için her yolu deniyor. Türkiye bütün bu politikalara bir şantajla taviz almak için yöneliyor. Yoksa tümden Libya’ya, Suriye’ye, şuraya buraya hakim olmak biçiminde bir gücü yok. Ne Doğu Akdeniz’de ne Libya’da ne de Suriye’de hakim olabilir. Ama bu tür şantaj ve tehdit politikalarıyla tavizler koparıp kendine bazı imkanlar açmayı düşünüyor. Ama politikanın bu karakteri ve çirkinliği attığı taşın ürküttüğü kurbağaya değmeyeceği düzeydedir. Almak istediği tavizden daha fazlasını kaybedecek bir kumar oynamaktadır. Bu yönüyle Libya politikasında kaybedeceği açıktır. Nitekim Berlin Konferansında da bütün herkes Türkiye’nin politikasına karşı çıkmıştır. Türkiye’nin politikasını kimse desteklememiştir. Türkiye oraya da gitmiş, şantaj yapmıştır. Biz olmazsak barış olmaz demesi bu anlama geliyor. Bunun tabii ki kabul edilebilir yanı yoktur. Bunun bugün bir değeri olsa da yarattığı sorunlar nedeniyle olumsuz karşılığı olacaktır. Birçok ülke Türk devletine beklenilen sertlikte cevap vermezlerse bile ciddi rahatsızlıkları var. Berlin Konferansı’na çağırmaları bile Türkiye’yi bu yarattığı sorunlardan uzaklaştırmak içindir. Çağırmayı Türkiye’yi desteklemek için değil, Türkiye’nin bu politikalarını etkisizleştirmek, mahkum etmek ve vazgeçirmek için yaptıklarını görmek gerekiyor. Berlin’de Türkiye’nin herhangi bir kazancı olmamıştır. Ama hala belli düzeyde sorun olmaya devam ediyor. Çünkü tümden geri adım atamıyor. İçerde kaybetme korkusu var. Tümden dışarda kuşatılma korkusu var. Bu kuşatılmayı gevşetmek istiyor. Kendisine yönelik politikaları yumuşatma çabaları yürütüyor. Ama bugün çeşitli güçler Türkiye’nin politikalarına yumuşak yaklaşım gösterseler de sonuçlarının Türkiye için ağır olacağı şimdiden söylenebilir. ABD, Suriye’deki varlığını Irak için de kullanmaya devam edecek Rojava’daki işgal saldırısı sonrası ABD kendini yeni biçimde konumlandırdı. Irak sınırında konumlandırması petrol gerekçesiyle ifade ediliyor. Ama esas gerekçe bu değil. Esas olarak hem Suriye politikasında etkinliğini sürdürmek hem de Irak üzerindeki baskısını yürütmek istiyor. ABD’nin konumlanması böyle. ABD mevcut durumda Suriye’den vazgeçmiş değil. Hatta Suriye’deki varlığını Irak için de kullanmaya devam edecek. Özellikle Irak’ta İran’la yaptığı çekişmede Suriye’deki varlığını da baskı aracı olarak kullanacak. Bu gerçekliği görmek gerekiyor. Rusya her ne kadar Türkiye’yle anlaşarak Fırat’ın doğusuna girip belli bir etkinlik kazandıysa da bu etkinliği ancak Kürtlerle anlaşırsa bir anlam kazanır. Yoksa Türkiye, ABD’nin politikalarını yürüteceğinden kaybeden Suriye ve Rusya olacaktır. Şimdi Rusya orada Kürtlerin statüsünü kabul ederek, Kürtlerle ilişki geliştirerek Suriye’de etkili mi olacak, yoksa hala Kürtleri kullanarak Türkiye’den taviz alırım biçiminde bir politika yürüterek sonunda Suriye’de tümden kaybedeceği bir duruma mı düşecektir; bunu zaman gösterecektir. Çünkü mevcut Özerk Yönetimin, QSD’nin, PYD’nin, oradaki devrimci demokratik güçlerin varlığının devam etmesi dışında Rusya’nın ve mevcut Suriye rejiminin o alanlarda bir varlık göstermesi söz konusu değildir. Bu gerçeği bir kere böyle değerlendirmek gerekir. Eğer söylenildiği gibi Türkiye’yle anlaşarak Türkiye’nin Kuzey-Doğu Suriye’nin diğer alanlarını da işgaline onay verecekse burada kaybeden Rusya olacaktır. Ancak Kürtler direnirse yine Rusya ve Suriye rejiminin oralarda varlığının bir anlamı olabilir. Çünkü Kürtler mevcut rejimle uzlaşmak istiyorlar. Tabii rejimle uzlaşmak demek Rusya’yla da ilişki kurulması demektir. Türkiye girdiği ve hakim olduğu andan itibaren artık hiç kimse oralarda Rusya’nın ve Suriye’nin bir etkinlik kurmasını beklememelidir. Rusya böyle bir yaklaşım içindeyse tamamen bir gaflet içindedir ya da Suriye’deki siyasal denklemi anlamamış durumdadır. Kuşkusuz Türk devleti hem ABD’yle hem de Rusya’yla ilişkilerini Suriye’de etkili olmak için kullanmaya çalışıyor. En azından bunları kullanarak Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmayı hedefliyor. Türk devletinin böyle bir hedefi var. Bir taraftan Suriye’nin şekillenmesinde etkili olmak istiyor. Ama bunu başaramazsa da Suriye’de Kürt halkının özgürlük mücadelesinin ezilmesini ve tasfiye edilmesini kendisi açısından yeterli görür. Çünkü hala Türkiye’nin temel stratejisi Kürtleri ezmek ve tasfiye etmektir. Bu çerçevede yaklaşıyor. Kuşkusuz Ortadoğu’da siyasi etkinliğini de artırmak istiyor. Bu ikisini de yürütmek istiyor. Ama gücü yetmezse, zorlandığı yerde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bastırılmasıyla yetinme gibi bir politika içerisine gireceği de açıktır. Suriye’de siyasi gelişmeleri belirleyen Kuzey-Doğu Suriye’deki devrimci demokratik güçlerdir Tabii ki bütün bu politikalara karşı da Suriye halkları direniyor. Kuzey-Doğu Suriye’de Kürtler, Araplar, Süryaniler direniyorlar. Çünkü demokratik ve özgürlükçü bir sistem kurmuşlardır. Bu sistemin tasfiye edildiği yerde sadece Kürtler kaybetmeyecek ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bastırılması durumu ortaya çıkmayacaktır; Süryaniler de Araplar da tamamen iradeleri kırılmış, ezilmiş ve çete gruplarının denetiminde büyük bir siyasal ve toplumsal baskı içinde nefes alamaz, yaşayamaz hale gelecektir. Bunu görüyorlar. Çetelerin girdiği yerde nasıl bir sistem kurduğu ortadadır. Suriye Demokratik Güçlerinin hakim olmadığı yerlerde nasıl bir siyasal ve toplumsal yaşam olduğu çok iyi görülüyor. Mevcut devletin olduğu yerlerde de çetelerin kurduğu gibi çok baskıcı bir sistem olmasa da orada da tamamen otoriter, baskıcı, halkların iradesini dikkate almayan bir sistem var. Bu yönüyle aslında bazı farklılıklar olsa da özünde mevcut devletin de çetelerin de politikalarının içinde demokrasi ve halkın iradesi yoktur. Sadece mevcut rejimin toplumsal yaşamda biraz daha esnek bir yaklaşımı bulunmaktadır. Çeteler gibi kendi düşüncelerini, yaşam tarzını çok katı biçimde kabul ettirmek isteyen bir durum yok. Mevcut rejim için, kendi siyasi hakimiyetini kabul ettirmek esastır. Çeteler ise sadece siyasi hakimiyeti kabul ettirme değil, halkın tümden boyun eğmesini değil, aynı zamanda kendi istedikleri düzeyde bir yaşam biçimini sürdürmelerini dayatıyor. Tabii iki biçim de halkların iradesini kıran bir politikadır. Bu nedenle de Kürtler de Araplar da Süryaniler de direnecektir, direnmektedirler. Eğer bugün, Suriye’de siyasi gelişmeleri hala belirleyen, etkileyen güç kimdir derseniz, yine Kuzey-Doğu Suriye’deki devrimci demokratik güçlerdir. Türk işgali de olsa, Rusya’nın ve ABD’nin varlığı da bulunsa Kuzey-Doğu Suriye’deki özerk yönetim Suriye’deki dengelerde en önemli bir güç konumundadır. Türk devleti, çeteler bu gücü ezerek Suriye’de etkin olmak istiyorlar. Rejim de aynı anlayışla hareket ediyor. Tabii burada direnişçiler çetelere, Türk işgaline karşı direniyorlar. Ama Suriye’yle de rejimle de bir anlaşma arıyorlar. Bu yönüyle direnişin Rusya ve Suriye’ye dolaylı olarak yardımcı olduğu, onları rahatlatan bir direniş olduğu açıktır. Direniş sürdüğü müddetçe Rusya’yla ve rejimle anlaşma imkanlarının artacağını söylemek gerekiyor ya da direniş oradaki halkların kaderini belirleyecek. Direnmek dışında oradaki özgür ve demokratik yaşamın başka bir seçeneği yoktur. İşgalciler saldırdı, belirli yerleri aldı ama Türk devletinin dünyada çok büyük bir teşhirinin gerçekleşmesi sağlandı. ABD’nin politikaları teşhir oldu. Direnişçilerin dünya halklarından aldığı destek arttı. Bu yönüyle direnişin önemli siyasal sonuçları olmuştur. Kuşkusuz Kuzey-Doğu Suriye halkları belirli mevziler kaybettiler. Serêkaniyê’de, Girê Spî’de mevzi kaybettiler. Bu yönüyle siyasi ve askeri güçlerde bir yıpranma yaşandı. Ama eğer direnişin ortaya çıkardığı koşullar; yani Türkiye’nin, ABD’nin politikalarının teşhir olması ve dünya halklarının desteği doğru değerlendirilirse bu saldırıların ortaya çıkardığı sonuç Kuzey-Doğu Suriye halklarının lehine bir direnişe ve siyasal gelişmeye yol açabilir. Mevcut durumu bu doğrultuda değerlendirmek mümkün. Siyasal ve askeri alanda kayıplar oldu ama bu direnişin yarattığı sonuçlar var. Yaratılan bu sonuçlar bundan sonraki süreçte direnildiği takdirde Kuzey-Doğu Suriye halklarına büyük kazandıracak gelişmeler ortaya çıkarabilir. Dolayısıyla bazı mevziler kaybedilse bile direniş gösterildiğinde ve bu direniş devam ettiği takdirde Türk devletinin girdiği yerler olan Girê Spî ve Serêkaniyê onlar için Pirus zaferine dönüştürülebilir. Ama direnildiği takdirde, direniş sürdürüldüğü takdirde, bu konudaki güçlü irade ortaya konulduğu takdirde böyle sonuçlar ortaya çıkacağı açıktır. Türkiye’nin Rusya’yla bir anlaşma yapmak zorunda kalması, doğrudan saldırarak belli yerleri işgal etme yerine Rusya’yla ilişkilerle siyasi ve askeri etkinlik sağlama politikasına yönelmesi zorlanmasından dolayıdır. İşgalin dünyada yarattığı tepkiden kaynaklıdır. İşgal Türkiye açısından bedeli ağır bir işgal oldu. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dünyada ilk defa bu kadar teşhir ve tecrit oldu, zorlandı. Aslında direniş sürdürülebilseydi Rojava, Kuzey-Doğu Suriye Türkiye için bataklığa dönüştürülüp orada çöküntüye uğratılabilirdi. Ama ABD’nin yaptığı oyunlar, hileler, Kürtlerle kurduğu ilişkiler bu durumun ortaya çıkmasını engelledi. Trump yönetimi direnişin sadece Türkiye’ye kaybettireceğini değil, kendisine de kaybettireceğini görerek Türkiye’yle bir anlaşma yaparak büyük kaybetmelerinin önüne geçtiler. Türkiye-ABD anlaşması her iki taraf için de kaybetmenin önüne geçme anlaşmasıdır. Kendilerini kurtarma anlaşmasıdır. Yoksa Kürtlerin hayrına yapılan bir anlaşma değildir. Bu yönüyle Kürtler de bu anlaşma sürecine dar yaklaşmışlardır. “Savaşı durduruyoruz, diğer alanları koruyoruz demişlerdir.” Ama büyük kazanma imkanlarını ve düşmana kaybettirme gerçeğini görememişlerdir. Dar yaklaşımla bazı şeyleri koruma, durdurma, elde tutma anlayışıyla yaklaşılmış ama büyük kazanma imkanı da bu yönüyle kaçırılmıştır. Bunu da ABD o güne kadar ki Kürtlerle ilişkileri üzerinden sağlamaya çalışmıştır. Kürtlere bazı sözler vermişlerdir. Girê Spî ve Serêkaniyê dışında Türk devletinin saldırısının olmayacağı ve göç edenlerin yerine döneceği belirtilmiştir. ABD’nin bu yaklaşımını QSD güçlerinin, Kürt siyasi güçlerinin kabul etmesiyle bu anlaşma yürürlüğe konulmuştur. ABD ve Türk devletinin ya da Trump’la Erdoğan’ın kendini kurtarması için böyle bir ateşkesi, böyle bir anlaşmayı gerçekleştirdikleri bugün daha iyi görülmektedir. Sıcağı sıcağına belki bu anlaşılmamıştır. Ama sonrasında Kürt güçleri de bütün demokratik güçler de Kürt halkı da bu gerçeği görmüştür. İnsanlık artık devletçi sistemi yaşamak istemiyor Rojava Direnişi ve devrimi etrafında dünya ve bölge halklarının çok büyük bir dayanışması ortaya çıktı. Gerçekten de bu büyük desteğin ve dayanışmanın, direniş etrafında bu büyük bütünleşmenin çok önemli nedenleri ve sonuçları bulunmaktadır. Rojava Devrimi’nin evrensel karakteri önemlidir. Dünya düzeyinde bu kadar desteklenmesinin nedeni evrensel karakteriyle ilgilidir. Bu da devletçi sisteme karşı alternatif Demokratik Konfederal sistemdir. Yani halkların, emekçilerin yönetim sisteminin, demokratik sosyalist sisteminin Rojava’da pratikleşmesinin gerçekleşmesidir. Bu çok önemlidir. İnsanlık artık devletçi sistemi yaşamak istemiyor. Devletler, Ortadoğu’da da dünyada da halkların üzerinde büyük bir yük haline gelmiş durumdadır. Devletçi sistem en fazla Ortadoğu’da yaşanmıştır. Katmer katmer sorunları ağırlaştırmıştır. Bu bakımdan Ortadoğu halkları bu devletçi sistemden kurtulmak istiyor. Ortadoğu halklarının rahatsızlığı gelinen aşamada sadece bir iktidar değişimi değildir. Devletsiz bir sistem öngörüyorlar, devletlerden kurtulmak istiyorlar. Belki bunun ideolojik-politik öncülüğü yetersiz, bu nedenle istenilen sonucu alamıyorlar. Ama Ortadoğu halklarının ayağa kalkışında böyle bir yan var. Rojava Devrimi’ni desteklemesinde böyle bir boyut var. Dünyada da halklar devletlerden kurtulmak istiyorlar. Buna karşı kapitalist sistem devletleri küçülterek cevap veriyor. Halkların devletten kurtulma mücadelesini böyle boşa çıkarmak istiyor. Sözde devleti küçülterek, ince biçimde toplumun hücrelerine daha fazla nüfuz edecek biçimde yaşatmak istiyor. İşte Rojava Devrimi etrafında dünya halklarının kalkışını böyle anlamak gerekiyor. Bu büyük bir umut yaratmıştır. Devletsiz de bir siyasal yaşam olabileceğini, toplumsal, ekonomik yaşamın olabileceğini Rojava sisteminde görmüşlerdir. Bu da halkların, sosyalistlerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin Rojava Devrimi’ne sahiplenmesini beraberinde getirmiştir. Rojava Devrimi kadınların makus talihinin kırılabileceğini göstermiştir Rojava Devrimi’nin bir kadın devrimi olma gerçeği vardır. Bu, kadınlarda büyük bir heyecan yaratmıştır. Kadınların ikincil görüldüğü erkek egemen sistemde, hala erkeğin bir eklentisi olarak görüldüğü bir dünyada kadınların Rojava’da bu kadar öne çıkması kadınlarda heyecan yaratmıştır. Rojava Devrimi kadınların makus talihinin kırılabileceğini göstermiştir. Bu açıdan Rojava Devrimi’nin sahiplenilmesinin bir yönü de Rêber Apo’nun Kadın Özgürlük Çizgisinin dünya kadınlarında yarattığı heyecandır. Bunlar gerçekten çok önemli dönüm noktalarıdır. Devletsiz sistem erkek egemenliğinin olmadığı sistemdir. Devletçi sistem zaten erkek egemenlikli sistemdir. Devlet olduğu müddetçe kadınların gerçek anlamda özgür ve demokratik yaşama kavuşmaları mümkün değildir. Kadın özgürlüğünün olduğu bir yerde de devletçi sistem olamaz, iktidar olamaz. Kadın gerçeği, Kadın Özgürlük Çizgisi devlete ve iktidara karşıdır. Rojava Devrimi’nin devlet karşıtı gerçeği, dolayısıyla kadın özgürlükçü yanı yeni bir heyecan yaratmıştır. Rêber Apo’nun, “21. yüzyıl kadın yüzyılı olacak,” değerlendirmesinin ilk pratikleşmesi Rojava Devrimi olmuştur. Bu da tüm dünya kadınları ve demokratik güçler açısından güçlü bir çekim gücü haline gelmiştir. Öte yandan Rojava Devrimi’yle birlikte şu da görüldü; büyük bir enternasyonal dayanışma ruhu var. Enternasyonalizm ölmemiş, halkların, emekçilerin dayanışması ölmemiş. Özgürlükçü güçlerin dayanışması dimdik ayakta. Kapitalizmin küreselleştiği dünyada enternasyonalizmin daha da ihtiyaç haline geldiği, toplumların daha fazla birbiriyle dayanışma yapabileceği gerçeği Rojava Devrimi etrafında görülmüştür. Bu aslında yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bundan sonra birçok olay karşısında dünya halkları bir araya gelecek, ortak tepki verecek. Nasıl ki kapitalizm küreselleşmiş; halklar ve emekçiler üzerinde ortak bir sömürü, baskı, egemenlik kuruyorsa buna karşı da halkların daha fazla dayanışma ve birlik olma, ortak mücadele zemini yaratma imkanını ortaya çıkarmıştır. Rojava Devrimi’nin bir de bu etkisi ve bu özelliği görülmüştür. 20. yüzyılda Sovyetler Birliği etrafında bir enternasyonalizm oluştu. Daha önce Marks ve Engels’in sosyalist anlayışları temelinde Birinci Enternasyonal, daha sonra İkinci Enternasyonal kuruldu. Sonra Üçüncü Enternasyonal gerçekleşti. Ekim Devrimi’nden sonra daha çok Sovyetler Birliğinin, devletlerin etkisiyle, yönlendirmesiyle bir enternasyonalizm gerçeği şekillendi. Günümüzde ise sadece emekçilerin değil, kapitalizmden zarar gören bütün sistem karşıtı güçlerin bir araya geldiği bir enternasyonal anlayışı ortaya çıktı. Yani sadece emekçilerin, işçilerin enternasyonalizmi aşıldı. Çünkü kapitalizmi sadece işçi karşıtı göstermek kapitalizmi ele almada ve kapitalizmin insanlık ve toplum karşıtı olarak görmede yetersizlik yaratıyordu. Şimdi emekçiler dahil kadınlar, gençler herkesin kapitalist ve devletçi sisteme karşı çıkması, kapitalizm karşısındaki cepheyi çok büyütmüştür, güçlendirmiştir. Kapitalizm eskiden sadece emekçileri karşısında buluyordu ama artık sadece işçileri, emekçileri, sosyalist güçleri değil, çok geniş bir toplumsallığı karşısında bulacak. Tüm devlet karşıtı güçleri, kapitalizmin zarar verdiği güçleri, ekolojist güçleri, tüm kadınları karşısında bulacak. Bu bakımdan Rojava Devrimi enternasyonalizm açısından da güçlü bir zemin yarattı. Bundan sonra enternasyonal çalışmalar, halklar arasındaki dayanışma daha güçlü biçimde yapılabilir. Bunun zemininin güçlü olduğu görüldü. Bu da heyecan yarattı. Bundan sonra devlet karşıtı kadın özgürlükçü, kapitalizme karşı olan anti-kapitalist bir enternasyonalizmin devlet karşıtı bir enternasyonalizmin çok güçlü biçimde ortaya çıkacağını gösteriyor. Tabii bu dayanışma ciddi sonuçlar yarattı. İdeolojik, siyasi etkisi oldu. Dünya kapitalizminin merkezi ABD şok oldu. Trump yönetimine karşı büyük tepkiler ortaya çıkardı. Öyle ki, ABD’deki toplumu, müesses nizamı etkiledi. Avrupa’daki devletleri, hükümetleri etkiledi. Halkların gücü, insanlığın vicdanı o biçimde ayağa kalktı ki, ilk defa dünya genelinde ortaya çıkan bu dayanışma iktidarları fazlasıyla sarstı. Bu da gerçekten çok önemli bir gelişmedir. Şu görüldü, artık iktidarları dünya halkları dayanışmayla sarsabilir. Amerika’da iktidarı sadece Amerikalılar değil, Fransa’da iktidarı sadece Fransızlar değil, dünya halkları da bir araya gelerek devlet iktidarlarını sarsabilir. Sadece içerdeki güçler değil, dışardaki halkların dayanışmasının da otoriter, sömürücü, baskıcı güçleri sarsabileceği görüldü. Halkların Rojava Devrimi etrafında birleşmesi, Türk devletinin işgalini ve bu işgalin arkasındaki ABD’ye karşı tepki gösterilmesi gerçekten önemli sonuçlar oldu. Türk devleti de şok oldu. Türk devleti ilk defa bu kadar paniğe kapıldı, teşhir oldu. Her ne kadar görüntüde dikkate almıyor gibi gözükseler de çok fazla sarsıldılar. Özellikle televizyonlardaki panellerde, yani resmi konuşmalar dışındaki tartışmalarda Türkiye’nin dışarda nasıl tecrit ve teşhir olduğunu tartıştılar. Sahada etkili oluyoruz ama masada, dünyada, propagandada yeniliyoruz biçiminde bir değerlendirme yapmak zorunda kaldılar. Gerçekten de propagandada, dünya halkları karşısında önemli bir yenilgi yaşadılar. Bu açıdan eğer Rojava devrimcileri, Kuzey-Doğu Suriye halkları doğru değerlendirirlerse, dünya halklarının desteğinin yarattığı dayanışmadan güç alarak mücadeleyi geliştirirlerse Türk devletinin işgali bir Pirus zaferine rahatlıkla dönüştürülebilir. Dayanışmalar, sahiplenmeler bu gerçeği oraya koydu. Kürtleri itibarlı kılan Rêber Apo’nun öncülüğüdür, PKK’nin yürüttüğü mücadeledir Evrensel olarak bu etkiler olurken tikel olarak, yani Rojava, Suriye, hatta Ortadoğu açısından da çok önemli sonuçlar doğurdu. Kürtler ilk defa bu kadar dünyada tanındılar. Kürt halkının özgürlük, demokrasi ve var olma mücadelesi çok güçlü moral destek kazandı, dayanağa kavuştu. Şunu söyleyebiliriz; şimdiye kadar Kürt halkının önemli bir mücadelesi oldu, diplomasisini yaptılar, etkileri ve propagandaları oldu ama hiçbirisi Rojava Devrimi etrafında gelişen bu dayanışma kadar sonuç almadı, etki yaratmadı. Ancak dünya halklarının, emekçilerin, kadınların, gençlerin Rojava Devrimi etrafında büyük bir dayanışma içerisine girmesi Kürt halkının geleceğini, özgürlük ve demokrasi mücadelesini güvenceye alan bir zemin yarattı. Kürt halkı her parçada ortaya çıkan bu durumu doğru değerlendirirse özgür ve demokratik yaşam mücadelesinin imkanları fazlasıyla arttı. Bunun değerini çok iyi bilmek lazım. Bu sadece PKK için, sadece Rojava devrimcileri için, Bakur için değil, bütün Kürtler açısından çok büyük değer ifade etmektedir. PKK düşmanlığı yapan çeşitli Kürtler bile bunun değerini bilmelidirler. Bu açıdan Rojava Devrimi Önderlik çizgisinin, Rojava’daki devrimci mücadelenin, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin, PKK öncülüğündeki mücadelenin tüm Kürtlere ne kadar büyük değerler kazandırdığının yaratılan bu gerçeklikte görülmesi gerekiyor. En iyi diplomatik çalışma olmuştur. Kürt diplomasisinin büyük başarısı ve zaferidir. Bundan daha büyük diplomatik başarı ve zafer olamaz. Bu sadece halkları değil, devletleri de etkilemiştir, tüm siyasi güçleri etkilemiştir. Kürtler bu dayanışmadan büyük güç kazanmışlardır. Rojava etrafında gelişen halkların bu dayanışmasının, toplumların desteğinin Kürtler için ne anlama geldiğinin çok iyi ele alınması, değerlendirilmesi ve bunun Kürt halkının özgürlük mücadelesi açısından güce dönüştürülmesi gerekiyor. Kürtler dış dünyadaki ilişkilerini bu temelde kalıcılaştırabilirler. Daha nitelikli hale getirebilirler. Kürtler itibarlı kılınmıştır. Kürtleri en itibarlı kılan Rêber Apo’nun öncülüğüdür, çizgisidir, bu temelde PKK’nin yürüttüğü mücadeledir. Kürtler onurlu ve itibarlı hale gelmiştir. Sadece Ortadoğu’da değil, dünyada da onurlu ve itibarlı hale gelmişlerdir. Bu çok çok önemlidir. Önceden Kürtler çeşitli güçlerin kullandığı işbirlikçiler olarak görülüyordu. Hatta bir Avrupalı on yıllar önce Kürtleri bölge devletlerinin ateşleyip birbirlerinin üzerine attığı bir paçavra olarak değerlendirmişti. Bundan daha onur kırıcı bir şey olabilir mi? Yine “avukatsız halk” olarak değerlendiriliyordu. Bundan daha güçsüzleştirici, daha moral bozucu bir durum olabilir miydi? İşte Rojava Devrimi’yle, Rêber Apo’nun Kürt Özgürlük Hareketiyle onlarca yıldır yürüttüğü çabalar böyle büyük bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Bunu sadece 8-9 yıllık Rojava’daki mücadeleyle açıklamak yetersizdir. Bu PKK’nin onlarca yıldır yürüttüğü mücadelesinin sonucudur. Önderliğin büyük düşünce, öncülük ve devrimci gücünün sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle değerlendirirken de sadece 8 yıllık, şu kadar haftalık direnişlerin sonucu olarak değerlendirmek yüzeysel bir yaklaşım olur. Bu bakımdan bunun onlarca yıllık verilen mücadelenin, halkın mücadelesinin, şehitlerimizin fedakârlığı, emeği ve kanı üzerinde gerçekleştiğini bilmek gerekir. Dünyanın her tarafında Kürt halkı ayakta. Şehitlerimizin fedai mücadelesi olmasaydı, Rêber Apo’nun ideolojik çizgisi, yaşam mücadele felsefesi, öngördüğü demokratik sistem olmasaydı, halkımızın onlarca yıllık mücadelesi olmasaydı bu gelişmeleri yaratmak mümkün değildi. Bu bakımdan bu direnişler etrafında ortaya çıkan siyasi sonuçları doğru değerlendirip ele alırken bunların nasıl ortaya çıktığını, hangi tarihsel temele dayandığını da bilmek ve hakkını vermek çok önemlidir. Rojava’da gerçekleşen kadın devrimi şahsında Ortadoğu’nun gerçek gücü, tarihi açığa çıkıyor Rojava Devrimi tabii bir kadın devrimi olarak ortaya çıkmıştır. Ortadoğu’da yeni bir zihniyet ve yaşam felsefesi anlayışı ortaya çıkarmıştır. Artık kadınlar Ortadoğu toplumlarının tarihine yakışır biçimde öne çıkmaktadır. Neolitik devrimin öncüsü kadınlardır. Şimdi kadınlar yine Ortadoğu’da böyle bir öncülük görevi görüyorlar. Aslında Rojava’da gerçekleşen kadın devrimi şahsında Ortadoğu’nun gerçek gücü, tarihi açığa çıkıyor. Erkek egemenlikli zihniyet Ortadoğu’nun gerçek tarihini örten, gerçek tarihinin tümüyle görülmesini engelleyen bir durumu ifade ediyordu. Rojava’daki kadın devrimi örtülen, karartılan toplumsal gerçeklikleri, kadın gerçeğini, Ortadoğu gerçeğini tümüyle ortaya çıkarmıştır. Kadın devriminin böyle sonuçları olmuştur. Öte yandan kadın devrimi dünya halklarını etkilemiştir. Dünyada kadın gerçeği de devletçi sistem gibi bir krizi yaşıyordu. Devletçi sistem krizli olduğu gibi erkek egemenlikli sistem de krizdeydi. Kadınlar da büyük bir arayıştaydı. Ama bu arayışı feminizmle sınırlıydı. Bazı kadın hakları, sosyal, kültürel haklar elde etmekle sınırlıydı. Bireysel özgürlüklerle sınırlıydı. Ama kadının topluma damgasını vuracak, toplumu değiştirecek, toplumun ruhu olacak bir kadın özgürlük anlayışı yoktu. Rêber Apo’nun Kadın Özgürlük İdeolojisiyle kadın tarihini çok güçlü ortaya koyması, kadının insanlık tarihindeki, toplumdaki yerini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesi kadının duygusunda, düşüncesinde, ruhunda, örgütlenmesinde, eyleminde ve duruşunda bir patlama ortaya çıkardı. Kadın gerçeğini tüm boyutlarıyla ortaya çıkardı. Bu dünyayı etkiledi. Dünyadaki kadın arayışına yön verdi. Feminizm kapitalizm koşullarında bir tıkanma yaşıyordu. Önderlik, feminizmin yaşadığı tıkanmayı reel sosyalizmin tıkanmasına benzer biçimde değerlendiriyordu. Nasıl ki reel sosyalizm halkların özgürlük ve demokrasi özlemini, eşit yaşam özlemini bir ideolojik-politik yaklaşımla tıkatmışsa, feminizm de kadın özgürlük anlayışını, özlemini küçük burjuva bireyciliği, küçük burjuva anlayışı, toplumdan kopuk, sadece kadınların birey olarak bazı haklara kavuşmasını hedefleyen bir yaklaşımla tıkatmaya uğratmıştı. Çünkü erkek egemenlikli sistemi, kapitalizmi tümden aşmadan kadınları özgürlüğe kavuşturmak mümkün değildir. Sadece hak kazanarak kadınların özgürleşmesi mümkün değildir. Toplum tümüyle değişmeden, toplumun ruhu kadın özgürlükçü olmadan, toplumun ruhundaki bütün erkek egemenlikli genler sökülüp atılmadan kadınların özgür ve demokratik yaşama kavuşması mümkün değildir. Üzerindeki baskı hafifleyebilir, zulüm azalabilir ama kadın ne gerçek özgür ve demokratik yaşama kavuşabilir, ne de toplum içinde kendini tümüyle etkin kılabilir. Çünkü mevcut sistem erkek egemenlik sistemidir. Erkek egemenlikli sistemi yaşatıyor. Bu nedenle bu sistemi köklü değiştirmeden, bu sistemin ruhunu değiştirmeden kadının gerçek anlamda özgürlüğüne kavuşması mümkün değildir. Bu yönüyle Önderlik çizgisinde Rojava Devrimi’nin kadın devrimi olarak gelişmesi dünya çapında gerçekten büyük bir heyecan yaratmıştır. Öte yandan Rêber Apo’nun Kadın Özgürlük İdeolojisine dayalı kadın özgürlükçü çizgisi özgürlüğe gerçek anlamını kazandırmıştır. Kadın özgür olmadan özgürlüğün gerçek anlam ifade etmesi mümkün değildir. Kadın özgürleşmeden, kadın toplumda güçlü ve örgütlü bir irade olmadan gerçek bir demokratikleşme olamaz. Demokratikleşme ve özgürlük sakat kalır. Kadınların değerlendirmesiyle; özgürlük yarım kalır, demokratiklik ve demokrasi yarım olur. Sosyalizm yarım olur. Bu yönüyle Kadın Özgürlük Çizgisi özgürlüğe, demokrasiye, sosyalizme gerçek anlamını kazandırmıştır. Bu bakımdan gerçekten kadın devrimine, kadın özgürlük çizgisine dayalı özgürlük, demokrasi, sosyalizm anlayışı dünyada özgürlükçülerin, demokratların, sosyalistlerin umutlarının çok yükselmesini, büyük moral kazanmalarını sağlamıştır. Özgürlükçüler, kadın özgürlüğüyle kendilerinin nasıl özgürlükte derinleştiğini, kapsamlılaştığını görünce moral kazanıyorlar. Demokratlar, kadınların toplumda örgütlü gücüyle, kendi iradeleriyle demokratik yaşama katılmalarının gerçek demokrasiyi nasıl güçlendirdiğini görerek heyecanlanıyorlar. Sosyalistler, kadın özgürlüğü olmadan, kadın özgürlük ruhu tümüyle toplum ruhu haline gelmeden gerçek sosyalizmin olmadığını, olamayacağını görüp, kadın özgürlüğünün toplumun ruhu haline gelmesinin sosyalizmi gerçek ruhuna, gerçek temeline kavuşturduğunu görerek büyük bir heyecan duyuyorlar, coşkuya kapılıyorlar. Böylelikle Özgürlük Mücadelesine daha yoğun katılma, demokrasi mücadelesine daha coşkuyla katılma, sosyalizm mücadelesini daha coşkuyla, daha heyecanla verme gerçeği ortaya çıktı. Bu da tabii ki özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi verenlerin etkinliğini, gücünü katbekat artırıyor. Böylelikle devletçi sistem ve kapitalist sistem karşısında, baskı ve zulüm karşısında özgürlükçüler, demokratlar, sosyalistler daha güçlü hale geliyor. Özgüvenleriyle mücadeleye daha güçlü atılma imkanlarını ortaya çıkarıyor. Bu yönüyle kadın özgürlük mücadelesinin toplumsal mücadeleye, özgürlük ve demokrasi mücadelesine neler kattığının çok iyi görülmesi gerekiyor. Çok kapsamlıca değerlendirilmesi gerekiyor. Biz burada temel başlıkları ortaya koyduk. Bu konular kapsamlıca değerlendirilebilir ve bu temelde de özgürlük, demokrasi ve sosyalist güçler daha büyük heyecan, daha büyük coşkuyla mücadeleyi geliştirirler, mücadeleye atılırlar. Devletçi, sömürücü, kapitalist sistemin temelleri sarsılıyor 2019 gerçekten de emekçilerin, dünya halklarının çok güçlü biçimde ayağa kalktığı yıl olmuştur. Ortadoğu’da zaten Arap Baharıyla Arap halkları ayağa kalkmıştır. Ortadoğu’da da Lübnan’da, Irak’ta, Sudan’da, Cezayir’de, İran’da çok güçlü halk hareketlilikleri ortaya çıktı. Dünyada her yerde halklar ayakta. Şili’de kadınlar, Fransa’da emekçiler güçlü biçimde ayağa kalktı. Hong Kong’ta Çin’e karşı tepkiler gelişti. Sudan’da El Beşiri iktidarının devrilmesinden sonra halkın irade olduğu, artık kendi etkisini ortaya koymak istediği bir süreç ortaya çıktı. Dünya genelinde ekolijist hareket de İsveçli Greta Thunberg adlı genç kızın öncülüğünde bir atılım yaptı. Tüm bunlar artık halkların devletçi sistem karşısında, baskı karşısında olduklarını, bu baskı altında yaşamak istemediklerini, özgür ve demokratik bir yaşam arzuladığını ortaya koymaktadır. Tabii ki devletçi sistemin krizi bunu ortaya çıkarıyor, kapitalist sistemin krizi bunu ortaya çıkarıyor. Erkek egemenlikli zihniyetin ortaya çıkardığı toplumsal yaşam, krizi derinleştiriyor. Kapitalizmin manevi moral değerleri yıkması bu krizi ortaya çıkarıyor. Kültürel yozlaşma bu krizi ortaya çıkarıyor. Artık insanlığa moral veren bir kültür yaşamı yok, kültür-sanat üretimi yok. İnsanlık bir yönüyle de moral güçtür, moralle ayakta kalıyor. Moral ve manevi değerleri tarih boyu dinler, sanatçılar ve edebiyatçılar vermiştir. Şimdi bunu ne kültür insanları, sanatçılar, edebiyatçılar veriyor, ne de din alanı veriyor. Dini devlet kullanıyor, din devletin hizmetine sokulmuş. Sanat, kültür kapitalizmin hizmetine sokulmuş. Din, sanat, kültür yozlaştırılmış. Sanatçının bireycileştiği, kapitalizme hizmet ettiği yerde insanlıkta moral değer kalır mı? Bu yönüyle aslında bugünkü çürümeden en başta da kültür-sanat çalışmaları sorumludur ya da kültür-sanat çalışmasının yapılamaması, gerçek sanat-kültür insanlarının ortaya çıkmaması bu durumdan sorumludur. Bu gerçekliğin görülmesi gerekiyor. Yine tarih boyu halklara vicdan, ahlâk, moral vermiş, maneviyat kazandırmış dinlerin, inançların bugün bu misyonunun tam tersine devletin hizmetine sokulması; halklara, toplumsal değerlere sahip çıkan durumdan çıkması bugün dünyadaki krizi daha da ağırlaştırmıştır. Krizin bir boyutu baskının ve sömürünün yarattığı krizdir. Ama diğer yandan da moral değerlerin çöküntüsünün krizidir. Kuşkusuz bunu kapitalizm ve devletçi sistem yapmaktadır. Buna karşı halklar gerçekten büyük bir boşluk içinde yaşıyorlar, boşluğa düşürülmüşlerdir. Bu bakımdan ayaklanıyorlar, ayağa kalkıyorlar. Aslında dibe vurarak yukarı çıkma denilir; bir nevi insanlık dibe vuruyor; dibe vurdukça yukarı çıkışları başlıyor. Bu yönüyle devletçi, sömürücü ve baskıcı sistem reddediliyor. Bu konuda 2019’da gerçekten çok güçlü mesajlar verilmiştir. Devletler, egemenler bu durumdan ürküyorlar. Bundan nasıl kurtulabileceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Devletçi, sömürücü, kapitalist sistemin temelleri sarsılıyor. Kendilerini yeniden nasıl yaşatırlar bunun hesabı içindeler. Toplumları, halkları nasıl yeniden sömürücü, baskıcı, devletçi sistemin otoritesi altına alabilirler, onları ikna edebilirler, onların rızasını alabilirler, onları sistemi kabul edeceği hale nasıl getirirler hesabını yapıyorlar. Çünkü sadece baskıyla, zorla, şiddetle halkları kontrol altında tutmak zordur. Bunu zaman zaman bazı ülkeler bir dönem yürütebilirler. Ama halkları uzun süre baskı altında tutmak mümkün olmayacağından halkların kabul edebileceği, sistem içine çekileceği yol ve yöntemler geliştirmeleri gerekmektedir. Bu bakımdan da sistem karşıtı bu eylemlere karşı kapitalist modernitenin, devletçi, erkek egemenlikçi sistemin de kendini ayakta tutmak için arayış içinde olduğu açıktır. Yoksa bu dalga giderek iktidarcı, devletçi sistemi, sömürücü sistemi yerle bir eder. Böyle bir mesaj ve gerçeklik ortaya çıkmıştır. Burada temel sorun şudur; bu hareketler gelecekte de devam edecek ama sadece mevcut haliyle yürütüldüğü, kendi alternatif sistemini inşa etmediği takdirde giderek sistemin alacağı tedbirlerle, yöntemlerle bu sistem içinde yaşayabilecek hale getirilebilirler. Sistemin parçası haline getirilebilirler. Sistem güçleri kendisini yine bir dönem topluma kabul ettirebilirler, toplumun rızasını alabilirler. Bu durumun mutlaka çözülmesi, önüne geçilmesi gerekiyor. Şu anda halklar ayağa kalkıyor ama ideolojik-politik öncülük zayıftır, doğrultuları yoktur. Nasıl bir siyasal sistem, nasıl bir toplumsal, ekonomik yaşam; bu konuda çok etkili projeler yoktur. Reel sosyalist yaklaşımlarla, devletçi sosyalist anlayışlarla, milliyetçi ulusalcı eğilimlerle, kadın özgürlüğünü toplum içinde hakim kılmayan feminist yaklaşımlarla toplumsal sorunlara çözüm bulmak mümkün değildir. Sistematik çözüm projesi gerekiyor. Sistematik toplumsal, ekonomik, kültürel yaşam anlayışının ortaya konulması gerekiyor. Böyle bir öncülük olursa bu siyasal, toplumsal hareketler başarıya ulaşabilir. Şimdi böyle bir sorun var. Öncülük sorunu çok ciddidir, çok acildir. Yoksa bu halk hareketlilikleri bir süre sonra söner ve sistem içileşir. Hatta sistemin kendini dönüştürmesi temelinde güçlendirmesine vesile olur. Çünkü halk hareketleri devletçi sistemi uyarıyor, kapitalizmi uyarıyor. Kapitalist modernite de bunun karşısında yoğunlaşarak, düşünerek bir çare üretecektir. Yani sonuçta sistemin yumuşatılması, yani sistemin kabul edilebilir hale gelmesi biçiminde yol ve yöntem geliştirilmesi sonucu verecektir. Halklar yine sömürü, baskı ve egemenlik altında, kadınlar yine erkek egemenlik sistem altında yaşamaya devam edecektir. Öncülük konusu denilince de bu konuda gerçekten derli toplu, sistematik tek ideolojik-teorik duruş, yapılanma ve sistem önerisi Rêber Apo’ya aittir. Rêber Apo’nun devletçi sisteme karşı Demokratik Modernite çizgisinde Demokratik Konfederalizm, demokratik yönetim önerisi bulunmaktadır. Bir siyasi yönetim önerisinin, projesinin ortaya çıkması lazım. Yani devletçi sistem karşısında nasıl bir yönetim ortaya çıkacak, yeni yönetim nasıl olacak bunun ortaya konulması gerekiyor. İşte bunu ortaya koyan Rêber Apo’dur. Demokratik Konfederalizm ile devletin alternatifini ortaya koymuştur. Yine kapitalizmde ortaya çıkan tekçi ulus anlayışı, farklılıkları yok etmek isteyen ulus-devlet anlayışı da en temel krizlerdendir. Bunun karşısında da Rêber Apo’nun Demokratik Modernite çizgisi doğrultusunda Demokratik Ulus anlayışı var. Erkek egemenlikli sistem karşısında kadın özgürlükçü anlayışı var. Sadece kadın haklarının genişletilmesi değil, kadın özgürlük çizgisi temelinde tüm toplumun kadın özgürlük ruhuyla şekillenmesi, toplumun özgürlük ve demokrasi temelinde köklü dönüşümünün esas alınması var. Kadın özgürlüğü gerçekleşmeden de gerçek demokrasiyi, özgürlüğü yaratmak, devlete karşı alternatif bir sistem yaratmak mümkün değildir. Bunu da ortaya koyan Rêber Apo’dur. Sistem karşıtı hareketlerin çözmesi gereken en temel sorun öncülük sorunudur Öte yandan kapitalizmin büyük bir ekolojik yıkım var. Dünya, doğa, insanın yaşam ortam alanı alarm veriyor. Buna karşı da en doğru yaklaşımı Rêber Apo ortaya koyuyor. Kuşkusuz Murray Bookchin ve birçok bilim insanı, sosyolog toplumsal ekoloji konusunda çok değerli araştırmalar yapmıştır, büyük katkıları olmuştur. Yeşil hareketlerin, ekolojik hareketlerin ekolojik bilincin gelişmesinde önemli katkıları olmuştur. Ama onlar da bir bütünlüklü siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel sistemi ortaya koymadıkları için gerçek bir alternatif sistem ortaya çıkmıyor. Kapitalizme ve kapitalizmin doğayı yıkımına karşı bir mücadele gelişiyor, bir ekolojik bilinç gelişiyor ama köklü çözüm bulacak ideolojik, teorik, politik bir yapılanma gerçeği, bir sistemleşme gerçeği ortaya çıkmıyor. Rêber Apo’nun endüstriyalizme karşı eko-endüstri alternatifini ortaya koyması, bunu sadece bir ekolojik yaklaşımıyla değil; devletçi sisteme karşı konfederal anlayışı, kadın özgürlükçü anlayışı, Demokratik Ulus anlayışı, iktidar ve devleti sınırlayan anlayışla birlikte köklü bir çözüme kavuşturuyor. Çünkü ekolojik krizi yaratan da yine sömürücü anlayıştır, erkek egemenlikli devletçi, iktidarcı, baskıcı anlayıştır. Bunları da ortadan kaldırmadan tamamen ekolojik sorunlara, doğanın yıkımına, eko sistemin dağıtılmasına alternatif geliştirmek mümkün değildir. Bu açıdan 2020 yılında halkların mücadelesi gelişirken bu alternatif gerçeğinin de ortaya konulması gerekiyor. Bu hareketler sonuç alacaksa öncülük sorununun çözülmesi şarttır. Öncülük sorununun da bütünlüklü çözülmesi önemlidir. Reel sosyalizmden ciddi dersler çıkarılması gerekiyor. Reel sosyalizmden ciddi dersler çıkarılmadan, Rêber Apo’nun ortaya koyduğu reel sosyalizm eleştirileri derinliğine anlaşılmadan ve kavranmadan kapitalist sistem karşısında alternatif olunamaz. Evet kapitalizme ve emperyalizme karşı olunabilir. Ama karşı olmak ayrıdır, ona alternatif yaratmak ayrı bir şeydir. Zaten şu anda tepkiler var. Toplum tepki koyuyor, kadınlar tepki koyuyor. Bu yönüyle kapitalizme, emperyalizme karşı bir tepki var. Ama sadece tepkilerle, karşı olmakla baskı, sömürü, emperyalizm ve kapitalizm ortadan kaldırılamaz. Bu açıdan öncülük sorunu çok çok önemlidir. Sistemi bütünlüklü çözmek ve bütünlüklü bir alternatif koymak çok çok önemlidir. Bu nedenle 2020 yılında bunun üzerinde yoğun durulması gerekiyor. Yoksa halk hareketleri Arap Baharı’nda olduğu gibi sistem içileşecektir ya da bazı güçler kendi çıkarları doğrultusunda kullanacaklardır. Halkların hareketi demek güç demektir. Halkların ayağa kalkışı güç demektir. Bu gücü tabii ki çeşitli güçler kendilerini etkili kılmak için kullanmak ister. Sapkın İslami örgütler bunu böyle kullanmak istedi. Başka güçler de kullanır. Bazı yerlerde milliyetçi şoven kesimler kullanılır. Bazı yerlerde sermayenin serbest ve güvenli dolaşımını gerçekleştirmek için kapitalizm kullanır. Nitekim Ortadoğu’da kullanmaya çalışıyor. Ortadoğu’da halklar özgürlük ve demokrasi istiyor, devletçi sistemden kopmak istiyor. Emperyalizm, kapitalizm ve sömürüden kurtulmak istiyor. Bu nedenle binlerce yıllık devletçi geleneye tepki duyuyor. Yerel otoriter güçlere, yerel despotlara tepki duyuyor. Eğer doğru öncülük yapılmazsa bu tepkileri en iyi kapitalist güçler kullanır. Çünkü kapitalist modernist güçler de Ortadoğu’daki siyasal, toplumsal, kültürel yapılanmayı değiştirmek istiyor. Kendi emperyalist, kapitalist, bireyci, sömürücü, liberal anlayışları temelinde Ortadoğu’yu değiştirmek istiyor. Bu değişim değildir, bu halkların çıkarına değildir. Bu halkların aleyhine olacak bir değişim dönüşümdür. Ortadoğu’nun kapitalizme, emperyalizme, modernizme ve oryantalizme karşı direnişi, halkların despot iktidarlara karşı tepkisi değerlendirilerek kırılmak isteniyor. Yani halkların direnişi halkların aleyhine sonuç verecek bir biçimde kullanılmak isteniyor. Arap Baharı’ndan sonra çeşitli güçler bu direnişi kendi çıkarları için kullanmaya çalıştılar. Şimdi kapitalist modernite de kullanmaya çalışıyor. Halkların Ortadoğu’daki iktidarlara karşı toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel yapıya karşı, çözümsüz olan bu politikalarına karşı kapitalist modernite kendini çözüm olarak ortaya koyuyor. Bu çok çok tehlikelidir. Mevcut despot iktidarlardan, mevcut yerel gerici unsurlardan daha tehlikelidir. Uzun vadede daha tehlikeli bir durumu ifade ediyor. Belki kısa vadede belirli yumuşamayı, o kesimlerin baskısını, zulmünü biraz hafifletmeyi sağlayabilir. Mevcut devletlerin toplum üstündeki baskısı bireysel haklara dayalı bazı yumuşamalarla kısmen azalabilir. Çünkü sermayenin güvenli ve serbest dolaşımı, kapitalizmin çıkarları, tüketim toplumu bunu gerektiriyor. Ama bu Ortadoğu için tarihi bir yıkım olur. Ortadoğu için en büyük kayıp kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya hakim olmasıdır. Bu açıdan hem dünyada hem de Ortadoğu’da halkların bu ayağa kalkışının doğru rotaya girmesi, doğru çözüme kavuşmasını sağlamak için ideolojik-politik öncülüğün ortaya konulması gerekiyor. Bu bakımdan Rêber Apo çizgisine sahiplenenlere, PKK’lilere, PKK’yle ittifak içinde olan güçlere, gerçek sosyalistlere, demokratlara, özgürlükçülere, kadın özgürlükçü güçlere ve ekolojistlere çok önemli görevler düşüyor. Halkların bu ayağa kalkışının, uyanışının demokratik sosyalist bir öncülüğe kavuşturulması gerekiyor. Özgürlükçü demokratik bir öncülüğe kavuşturulması gerekiyor. Gerçek anlamda alternatif ortaya koyan bir öncülüğe kavuşturulması çok çok önemlidir. Bu konuda Rêber Apo’nun düşünceleri yol göstericidir. Rêber Apo’nun düşünceleri Ortadoğu için çok önemli olduğu gibi dünya için de çok önemlidir. Kuşkusuz Rêber Apo zindan koşullarında doğrultuyu, genel çerçeveyi vermiştir, bazı ayrıntılara da girmiştir. Ama bunun pratikleşmesi tabii ki daha da fazla yoğunlaşmayı, çaba göstermeyi ve emek vermeyi gerektiriyor. Önderlik yapacağını yapmıştır. Her şeyi İmralı zindanındaki Rêber Apo’dan beklemek yanlıştır. Teorinin daha da kapsamlılaştırılması ve derinleştirilmesi sağlanabilir. Bu konuda da yoğunlaşmalar yapılabilir. Rêber Apo, “benimki mutlaktır, tamamlanmaz, eksiği yoktur” demiyor. Ama gerçekten doğrultuyu ortaya koyuyor. Tarihsel toplumu çok köklü çözümlemiştir. Parçalı değil bütünlüklü çözümlemiştir. Bu yönüyle doğru yöntemi, doğru bakışı, doğru felsefeyi, doğru paradigmayı ortaya koymuştur. Artık demokratik sosyalist güçlere, aydınlara, demokratlara, kadınlara, gençlere düşen görev bu doğrultuda teoriyi ve ideolojiyi etkili kılmak, derinleştirmek, örgütlülüğü, eylemliliği kapsamlılaştırmak ve bu çizgiyi bütün halkların eylemlerini başarıya götürecek düzeyde toplumlara taşırmak kalıyor. Bu yapıldığında gerçekten de 2019 çok büyük bir umut veriyor, heyecan yaratıyor. 2019 şunu ortaya koymuştur; eğer öncülük ortaya çıkarsa; kapitalizmi, emperyalizmi, erkek egemenlikli ve sömürücü sistemi, şovenist milliyetçi sistemleri, kadın, toplum ve kültür kırımını, her türlü kırımı yerle bir edecek, halkları özgür ve demokratik yaşama kavuşturacak bir güç bulunmaktadır. Bu yönüyle 2020, halklar açısından gerçekten ayağa kalkışın, mücadelenin geliştirildiği bir yıl olacaktır. Halklar ayağa kalkacaktır ama demokratlara, sosyalistlere, özgürlükçülere düşen görev ise bunların öncülüğünü geliştirmek olmalıdır. Öncülük konusunda kafa yormalı, sorunlara nasıl çözüm bulunacağı açıkça ortaya konulmalı. Bu da bütün dünyadaki halkların, sosyalist güçlerin, demokratların kafa kafaya vermesi, dayanışma içinde olmasını gerektiriyor. Birbirlerini güçlendirmeleri, birbirlerinin eksikliklerini tamamlamaları gerekiyor. Artık herhangi bir teori, düşünce sadece yerel olamaz. Hem evrensel karakteri olacak hem de yerel karakteri olacak. Evrensel olmadan yerelde başarılı olamaz. Tabii ki yereli de doğru anlamadan evrensel bir çizgiyi de başarıya götürmek mümkün değildir. 2019 gerçekten büyük bir coşku ve heyecan yaratmıştır. 2020 de böyle olacaktır. Eğer öncülük yapılırsa gerçekten 2020’de dünyanın çehresi çok köklü biçimde değişikliğe uğratılabilir. | ||
© 2021 Serxwebûn |